25 Ağustos 2017 Cuma

Nefh Kelimesi ve Kur’an’da Kullanıldığı Yerler




“Nefh”, havayı başka bir varlığın boşluğuna göndermeye denir.71 Bahar gelip otlar yeşerdiği ve insan kilo aldığı zaman da “intefeha” kelimesi kullanı- lır.72

“Nefh” kelimesini daha iyi anlayabilmekiçin Kur’an’daki diğer kulla- nımlarını inceleyelim. Bu kelime üç ayette Hz. Âdem (AS) için kullanılırkenşu  iki  ayette de Hz.  Meryem’e  üflenen  ve bu  üflemenin neticesi  ile  Hz. İsa (AS)’ya hamile kalmasına sebep olan ruhtan bahsetmekiçin kullanılmak- tadır:

هيِمَلاعْلِل ًةَيآ اَهَىْبّاَو اهاَىْلعَجَو اَىِحوُر هِمّ اَهيِف اَىْخفَىَف اَهَجرَف تَىصْحَأ يِتَلاَو

“Irzını iffetle korumuş olan (Meryem’ide an.) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık.73

“(Yine Allah, inananlara) İmran kızı Meryem’i de (örnek gösterdi). Biz ona ruhumuzdan üfledik.”74

Şu iki ayettede İsa (AS)’nın çamurdan kuş yapıp, onlara üflemesi ilekuşların canlanmasına sebep olan üflemeden bahsedilmekte:

هلّلا ِنذإِب ارْيَط ُنىُكَيَف هيِف ُخفوأَف ِرْيَطّلا ةئَْيَهَك ِهيِطّلا َهِمّ مّكُ َل  ُقلخْ َأيِوَأ

“Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o kuş oluverir.”75
Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içerisine üflüyordun ve benim iznimle kuş oluyordu”76
يِوىُتآ َلاَق اراَو ُهَلعَج اَذِإ ًَتَح اىُخفوا َلاَق هْيَفَدصلا َهْيَبّ يَواَس اَذِإ ًَتَح ِديِدَحْلا َرَبُّز يِوىُتآ ارْطِق ِهْيَلَع غِرْفُأ

“(Zülkarneyn) bana demir kütleleri getirin. İki dağın arasını (bu demirkütleleri ile dağlarla) aynı seviyeye getirince, “üfleyin” dedi”77

Bu ayette ise “nefh” kelimesi ateşi tutuşturmak anlamındakullanılmıştır.

Şu ayetlerde ise Sur’a üflenmeden sonra insanların tekrar diriltileceklerinden bahsedilmektedir:

بعْمَج مّهُ بَىْعَمجَف ِرىُصّلايِف َخفُوَو


Sura üflenmiştir ve hep bir araya toplanmışızdır.”78

Sura üflendiği gün artık insanlar arasında (birbirlerinin soylarını sorma)
yoktur.”79

Sura üflendi. İşte onlar kabirlerinden (kalkıp) Rab’lerine koşuyorlar.”80

Sura üflendi, yerde vegökte olanlar(korku)dan (düşüp) bayıldılar. Ancak Al-
lah’ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi vebirden onlar kalktılar”81

Yukarıdaki ayetlerde geçen “nefh” kelimesi şu anlamlarda kullanılmıştır:
1- Cebrail (AS)’in Meryem’e üflemesi ve ondan İsa’ya hamile kalması.

2- İsa (AS)’nın çamurdan kuş yapması ve onlara üflemesi, onların da canlanması.
3- Allah’ın Âdem’in çamuruna üflemesi ve ondan canlanması.

4- Zülkarneyn’in ateşteki demireüflemesi ve onun üflemesi ile demirinbir ateş parçası haline gelmesi.

5- İsrafil (AS)’in sura üflemesi ile ruhların tekrar bedenleri ile birleşerek yeniden dirilmenin gerçekleşmesi.
Yukarıdaki verilen manaların hepsinde ortak olan, “üfleme”den sonra bir canlanmanın meydana gelmiş olmasıdır.

“Nefh” kelimesinin anlamı ve Kur’an’da kullanılış şekillerini zikrettik- ten sonra Hz. Âdem (AS)’a üflenen ruhtan maksadın ne olduğu konusunu in- celeyelim.

   Âdem (AS)’a Ruh Üflenmesinden Maksat

Ruh üflemek”den maksat, onun yaratılışı tamamlanıp, azaları belirlenip ve bütün parçaları tamam olduktan sonra, onun içerisine ruh üflemek değil, onu canlı kılacak şeyin onda varedilerek onun hayat sahibi, nefes alıp verebilen bir varlık kılınmasından kinayedir. Ne içerisine ruh üfleyen ne de üflenen vardır. Allah hakkında, insanlardaki gibi bilfiil üflemeyi düşünmek imkân- sızdır82

“Üfleme”denmaksat, ruhun üfleme ile bir cismin içerisine girmesi de- ğil, bedende insani ruhun var edilmesi veya orada latif bir kuvvetinoluştu- rulması ile cansız olan bedenincanlanması kast edilmiştir.83     Yani bu üfleme- den sonra cansız olan beden bir ruha kavuşarak yaşamını onunla devam et- tirmeye başlamıştır.

Allah’ın onu akıllı kılması84, ruhun bedende zuhur etmesi85, Allah’ın sı- fatvefiilinin varlıkta zuhuru86 gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir.

Âdem (AS)’in yaratılış sürecini bütün olarak değerlendirdiğimiz za- man, buradaki ruh üflemeden maksadın, onu canlı kılacak ruhun onda varedilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu ruhüflenmesi ile birlikte düşünen, idrak edebilen hayat sahibi bir varlık haline gelmişti.

     Ruhun Allah’tan Olması
Nefh” kavramı ve “ruh üflemek”ten maksadın ne olduğunu açıkladıktan sonra “ruhun Allah’a izafe edilmesi”nden maksadın ne olduğu meselesiniaçıklamaya çalışalım. Buradaki ruh Allah’tan bir cüz mü değil mi? Allah’a izafe edilmesindenmaksat nedir? Bu konu hakkındaki görüşleri şu şekildesıralayabiliriz:

1. Ruhun Allah’a izafe edilmesi ruhun Allah’tan bir cüz olduğu için değil, Beytullah ve Nakatullah (Allah’ın devesi) ifadelerinde olduğu gibi ruhu tazim, teşrif ve onun eşsiz bir yaratık olduğu içindir.87

2. Ruhun Allah’a izafe edilmesi, bir mülkün malikine veya yaratılmışın yaratıcısınaizafeti gibi bir şeydir. Yani o benim içindir ve benim yaratıkla- rımdan bir yaratıktır demektir.88

3. İnsanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki varlığının bedeni değil ruhu olduğunu ifade etmek içindir.89

4. Hayatiyetin devamı için Allah’ın, zatının nurunun parıltılarından bazılarını karşıya aksettirmesidir.90

5.  Buradaki ruhun Allah’a izafe edilmesiihtisas içindir. Sanki O şöylededi: “Ona bir şey üfledim ki, o üflenenşey Allah’a ve O’nun ilmine mahsus- tur.”91

6. İnsana verilen ruh, Allah’ta olan ruh gibi bir ruhtur. “Ruhumdan üfle- dim”den maksat da “kendimde olan ruhtan verdim demektir.”92 Allah’ın, İsa (AS)
için üflenen ruhtan bahsederken “biz” zamirini, insanın yaratılışından bahsederken de “ruhumdan”şeklinde “ben”zamirini kullanmış olması da, insana üflenen ruhun doğrudan doğruya Allah’tan olduğuna işaret eder. 93
İnsana üflenen ruhun Allah’ınruhun dan bir parça olduğu görüşüne katılmıyoruz. Çünkü bir şeyin Allah’a izafe edilmesi, onun Allah’tan bir parça olmasını veya Allah’ta olan bir özelliği taşımasını gerektirmez. Bunun örneklerini Kur’an’da değişik şekillerde görebilmekteyiz. Bu konu ile ilgili olaraken doyurucu bilgiyi ise İbni Kayyım el-Cevziye zikrettiğiiçin yukarıdaki id- dialara cevap olması açısından zikretmeyi uygun görüyoruz.

Ona göre, ruhların Allah’a izafe edilmesi ikikısımdır:

Birincisi; Sıfatlardır. Sıfatlar tekbaşlarına bulunmazlar. İlim, kudret, kelam, işitme ve görme gibi. Bunlar mevsufasıfatların izafesidir. Allah’ın ilmi,kelâmı, iradesi, kudreti ve hayatı O’nun sıfatlarındandır ve mahlûk da değil- lerdir.

İkincisi; Allah’a ilişmeyen bir takım eşyaların onunla birlikte zikredilmesi. Ev, deve, kul, resul ve ruhun izafeleri böyledir.Bu izafeler Hâlık’ı tara- fından yaratılmış, mucidi tarafından icat edilmiştir, ama bunlar izafetle be n- zerlerinden şereflendirilme ve özelleştirilmeile ayrılmışlardır.Mesela bütün evler Allah’ın olmakla birlikte Beytullah bu konumdadır.Yine bütün develerAllah’ın olmakla birlikte Nakatullah başkadır. Fakat bu gibi izafetlerin Al- lah’ın Ulûhiyetliğine yapılmasıO’nun bunları yarattığını, icât ettiğini gerekti-rir. Umumî izafetler yaratmayı,hususî izafetler ise seçmeyi ifade ederler. Allah dilediğini yaratır ve yarattıklarından da dilediğini seçer. Nitekim âyette:“Allah dilediğini yaratır ve dilediğini de seçer”94buyrulmaktadır.Ruhun Allah’aizafe edilmesi de hususi izafetlerdendir. Umumî izafetler ve sıfatların kendine izafe edilmesi babından değildir.95

Ruhun  Allah’a izafe  edilmesinin teşrif  için  olduğunu söyleyebiliriz.“Ruhundan üfledi” derken, ruhun Allah’ınbir cüzi olduğu anlamında olmayıp Allah yaratmış olduğu yaratıklarından bir yaratık olduğu anlaşılır. Bu mandaKur’an’da Allah’a izafe edilen, “Allah’ın kulları, Allah’ın evi” gibi birçok varlık-tanbahsedilmektedir. Nasıl ki, Allah’ın evi ifadesindenAllah’ın cüzi olan bir ev anlaşılmayacağıgibi, “O’nun ruhu” ifadesinden de O’nun cüzi olan ruh anlaşılmaz.

Kur’an, insanı sadece beden veya ruh olarak görmez, ruh ve bedenden müteşekkil bir bütün olarak görür. İnsanın fiziki yaratılış süreçlerini zikrettik-ten sonra, ona ruh üflenmesini ise: “sonra onu başka bir yaratılışla insan hali- ne getirdik”96 şeklinde ifade eder. Yine “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdanüflediğim zaman”97şeklindeönce bedeninin yaratılmasından ve akabinde de ruh verilmesinden bahsedilmektedir.98 Allah, bedeninyaratılmasını kendisineizafe ettiği gibi ruh verilmesini de kendisine izafe etmektedir. Bedenin Allahtarafından yaratılmışolması bedenin Allah’ın bir cüzi anlamına gelmeyeceğigibi, ruhundaAllah’a izafe edilmesi onun Allah’ın bir cüzi olduğu anlamına gelmez.

  Âdem (As)’A Eşi Hz. Havva’nın Yaratılması

Kur’an, Âdem (AS)’in yaratılışının bir bölümü olarak ta eşi Hz. Hav- va’nın yaratılışından bahseder. Âdem(AS)’in topraktan başlayan yaratılış sü-reciruh verilmesi ile birlikte tamamlandıktansonra, huzur bulup sükûneteermesi için de eşiyaratılmıştır. Bununla ilgili olarak şu ayetler zikredilir:

Ey insanlar!Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondandaeşini yaratan ve ikisin-den birçok erkekler ve kadınlarüretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’dan ve akrabalık haklarına riayetsizliktendesakının. Şüphesiz Allahsizin üzerinizde gözetleyicidir.”99

Sizi tek bir nefisten (Âdem’den)yaratan, (gönlü) onunla huzur bulsun diyeeşini de (onun özünden/cinsi)nden var eden O’dur.”100

İlk ayette,insanın bir tek nefisten ve ondan da eşinin yaratıldığı ve bu ikisinden ise insan neslinin var edildiğinden bahsedilirken,ikinci ayette ise insanın eşinin yaratılış gayesinden bahsedilmektedir.

Buradaki “nefis” den maksadın;  Âdem (AS)101, cins102, insanı meydana getiren sıvı103 ve Âdem (AS)’ınyaratılmış olduğu çamur104 olduğu söylense de en yakın anlamın “cins” olduğu söyleyebiliriz. Yani Allah sizi bir nefisten ve onun cinsindende onun eşini yaratarak bir aile haline getirdi. Sonrada bu iki cinsten doğum ve üreme yolu ile insan cinsi olan kadın ve erkekleri yaratı105 ve onları da değişik renk ve dillerde dünyanın değişik bölgelerine yaydı.106

Hz. Havvâ; Kur’an’ın ifadesi ile eşi Âdem (AS)’in kendisinde huzurbulması için yaratılmışveöylede olmuştu. Eşine son derece sadakat örneğisergilemiş, onunla birlikte dünyaya geldikten sonra yeryüzünün imar edilme- sinde, peygamberlikvazifesini ifa etmesinde, çocuklarının yetiştirilmesindekocasına en büyük desteği sağlamış ve annelik konusunda da en güzel örneğisergileyerek sonradan gelecek tüm kadınlara örnek olmuştur.

Kur’an, Hz. Âdem (AS)’in yaratılışı, yaratılmış olduğu madde, bu maddenin geçirmiş olduğu süreç, madde üzerinde yapılan müdahalelerve yaratılış gayesi hakkında detaylı bilgiler vermektedir.

Kur’an, “Muhakkakki Allah katında İsa’nın (babasız dünyaya gelişinin) durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra “ol” dedi, o da derhaloluverdi.”107  buyurmakla Âdem (AS)’in yaratılışının diğer insanlar gibi olma- dığına ve bunda olağan üst bir durumun olduğuna vurgu yapmıştır.

Diğer insanlar bir anne ve babadan meydana gelirlerkenÂdem(AS) anne ve baba olmaksızın, Allah’ın kudretini ifade eden “ol” emrininbir neti- cesinde topraktan meydana gelmiştir. Diğer insanların meydana gelmeleri vetekâmül süreçleri belli bir takım fiziki ve biyolojik kanunlara bağımlı olurken,Âdem(AS)’ı tamamen kendine münhasır kurallar içerisinde gerçekleşmiştir.

Allah,  Âdem (AS)’ı son derece önemsizbir varlık olan topraktan baş-layarak ruhîve bedenî anlamda mükemmelbir insan haline getirdi.Onuvar- lıklar içerisindenüstün bir konuma çıkartarak, meleklerin dahi secde edecek-leri bir mevkie ulaştırdı. En sonunda da onu peygamberlikleödüllendirerekdiğerinsanlar arasında seçip çıkardı.108

Kur’an’da anlatılan ve topraktan başlayanyaratılış süreci, suyun katıl- ması ile çamur haline gelmesi, belirli bir süre mayalandıktansonra yapışkan hal alması, şekil verilerek kurutulması, tesviye olarak nitelendirildiği şekilde
 bedenin ruhu kabullenecek hale gelmesi ve en son aşamada da kendisinde ruhunvar edilmesi gibi durumlar onun diğer insanlardan farklılığını ortayakoymaktadır. Diğer insanlara ruh üflenmeden önce de bedenlerinde biyolojikbir canlılık varken, Âdem (AS)’in önce bedeni yapısı şekillendi ve daha sonra ona ruh verildi.

Âdem (AS)’a üflenen ruhun direk olarak Allah’aizafe edilmesi de onaverilen ve onu diğer insanlardanayrı kılan diğer bir özelliktir. Diğer insanla- rın var olabilmeleri için biyolojik bir süreç gerekirken, Allah onu böyle bir sü-recetabi tutmadanruhvermiştir. Ona verilen değeri ve onun Allah katındaüstlüğünü ifade etmek içinde ona verilen ruh Allah’a izafe edilmiştir. Her ru-huAllah yaratırken, Âdem (AS)’in ruhunu ayrıca zikretmesi onu yüceltmek içindir.

Âdem (AS)’in yaratılışı diğer insanlardanfarklı olduğu gibi eşinin ya- ratılışı da farklı olmuştur. Âdem(AS)’in yaratılışı geniş geniş anlatılırken, eşinin yaratılışı çok kısa olarak bahsedilmişveayrıntıya girilmediği için demüphem olarak kalmıştır. Kur’an’ın ifadesine göre, eşinin kendisinde huzur bulması için ve Âdem (AS)’in kendi cinsinden yaratılmıştır. Bu şekilde hemilkailenin temeli atılmış hem de kendilerindensonra gelecek olan insan nes-linin aslını oluşturmuşlardı.




76  Mâide, 5/ 110
77  Kehf,18/ 96
78  Kehf,17/ 99
79  Mü’minun, 23/ 101
80  Yâsîn, 36/ 51
81  Zümer, 39/ 68
70  Sâd, 38/ 71-72
71  el-Isfahânî, a.g.e., s.500; İbn-i Manzûr, a.g.e., III, 64; Razi, a.g.e., XIX, 156; Beydâvî, a.g.e.,I, 531;Tabatabâî, a.g.e., XIV, 154; el-Mehdî, a.g.e., III, 396; eş- Şevkânî, a.g.e., s. 761; Alusî,a.g.e., XIV, 54
72  el-Isfahânî,a.g.e., s.500; İbn-i Manzûr, a.g.e.,III, 64
73  Enbiyâ, 21/ 91
74  Tahrîm, 66/ 12
75  Âl-i İmran, 3/ 49
82  Zemahşerî, a.g.e.,  II, 555; Kurtûbî, Ebu Abdullah Muhammed b.Ahmed,  el-Camı’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Daru’l-Fıkr, Beyrut, 1987, X, 24; Ebu Hayyan, a.g.e., V, 441; Ebu’s- Suûd, Muhammed  b. Muhammed, El-Ammâdî, Tefsîr’ü  Ebis’-Suûd (İrşâdü’l-Aklı’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur’anı’l-Kerîm, Daru İhyau’t-Turâsı’l- Arabiyye, Beyrut, 1990, VII,
236; Bursevî, a.g.e., IV, 485; Alusî, a.g.e., XIV, 54; Yazır, Elmalı Hamdi, Hak Dini Kur’an
Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, Tarihsiz, VI, 4109; Merağî, a.g.e. XXI, 106
83    Razi, a.g.e., XIX, 156; Beydâvî, a.g.e., I, 531; Suyûti, a.g.e., III, 64; Havva, a.g.e., VI, 2879; el-Mehdî, a.g.e., III, 396; eş- Şevkânî, a.g.e., s.761; Tabatabâî,c. XIV s. 154;Alusî, a.g.e.,XIV, 54; Salime Leyla Gürkan, a.g.m., IX, 15
84  İbni Kesîr, Ebul Fida İsmail, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, Mektebetu Darı’t-Turâs, Kahire,
Tarihsiz, III, 458; Yakut, Ahmet, a.g.m.,V,13
85  Aydın, Münire, Müslüman Düşünürlere Göre Ruh Kavramı, İstanbul, 1988, s.51
86  Giridî, a.g.e.,s.23
87  Razi, a.g.e., XXV, 155; Beydâvî, a.g.e., II, 824; Ebu Hayyan, a.g.e., V, 441; Kurtûbî, cX, s.24; el-Beğavî, Muhammed el-Hüseyin bin Mesûd el-Ferâ, Tefsirü’l-Beğavî, Daru’l-Ma’rife,Beyrut,1987, III, 49; et-Tabresî, a.g.e,, VI, 516; Tabatabâî, a.g.e., XIV, 155; Ebu’s-Suûd,a.g.e., VII, s.236; Ali ve SüleymanEfendi, Tefsîr-ü Zebedi’l-Âsâr, İstanbul, 1292 h., II,178; İbn-i Aşur, c.VII, s.144; HasanHan, Sıddîk, Fethu’l-Beyân fi Makâsıdı’l-Kur’an, kahire,Tarihsiz, V,182; Havva,a.g.e., VI, 2879;Bursevî, a.g.e., IV,487;eş-Şirbînî, a.g.e. II, 226;Konevî, a.g.e., XV, 255;el-Mehdî, a.g.e., VI, 232; Alusî, a.g.e., XII, 188; eş- Şevkânî, a.g.e., s.
761; es-Sâbûnî, a.g.e., II, 502; Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2008, IV, 350
88  Ebu Hayyan, a.g.e., VII, 194; el-Kelbî, a.g.e. I, 452; es-Seâlebî, Abdurrahman b. Muham- med b.Mahlûf Ebî Zîr, Tefsîrü’s-seâlebî (Bil Cevâhiri’l-Hısân fî Tefsîri’l-Kur’an), Dâr-u İhyâi’t-Turâsı’l-Arabiyyi, Beyrut, 1997, III,  400; el-Mehdî,  a.g.e.,  VI,  232; eş-  Şevkânî,a.g.e., s. 76; Zuheylî,a.g.e. II, 1219
89  Komisyon, Kur’an Yolu, III, 350
90  Geylânî, a.g.e.,II, 443
91  en-Nesefî, Ahmet Bin Mahmud, Tefsirü’n-Nesefi, Pamuk Yayınları, İstanbul, Tarihsiz, III,
287
92  Atay, Hüseyin, “Nefis, Ank. Ünv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXVII, 50-51
93  Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar,Kırkanbar yayınları, İstanbul, 1998, s. 20294  Kasas, 28/68
95  el-Cevziyye, İbni Kayyım, Kitabu’r-Ruh, Daru’l-Hadîs, Mısır, 1989, s.148
96  Mü’minun, 23/14;
97  Hicr, 15/29
98  Yakut, Ahmet,a.g.m., V,17
99       Nisâ, 4/1
100     A’râf, 7/189
101     Beğavî, a.g.e., I, 389;Kurtûbî, a.g.e., V, 2; Beydâvî, a.g.e., I, 203; Ebu Hayyân, a.g.e., III,
162; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 266; Salime Leyla Gürkan, a.g.m., IX, 43
102  en-Nahhâs, a.g.e., V, 251; Beğavî, a.g.e. III,480; İbni Atıyye, et-Tabresî, a.g.e., VIII, 41;Razî, a.g.e. III,140; İbn Aşûr, a.g.e., IV, 215; SalimeLeyla Gürkan, a.g.m., IX, 42
103     Yakut, Ahmet,a.g.m., V,11
104     Tabresî, a.g.e. III, 6; İbni Aşûr, a.g.e. IV, 215
105     et-Taberî,a.g.e., III, 566; Nahhâs, a.g.e. II, 7; Beğavî, a.g.e. I, 389; Zemahşerî, a.g.e. I, 451;
Tabresî, a.g.e. III, 6; İbni Atiyye, a.g.e. 397; Beydavî,a.g.e. I, 203
106     İbni Kesîr, a.g.e. I,44
107     Âl-i İmran, 3/59
108     Âl-i İmran, 3/33


Kemiyet ve Keyfiyet İtibariyle Müteşâbih bir İfade Olarak Kur’ân’da “Nefh-i Sûr”

April 30, 2016 in İlmi Makaleler
Öz
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde kıyamet koparken ve insanlar yeniden diriltilirken “sûra üfleneceğinden” bahsedilmektedir. Bu ifadenin hakiki mânada bir üfleme mi yoksa mecâzî mânaları olan bir tabir mi olduğu hususu tartışılmıştır. Aynı şekilde sûra kaç defa üfleneceği de ihtilaf konusu olmuştur. Sûra kimin üfleyeceği, o esnada umûmî ölümden istisna edilecek kişilerin kimler olduğu ve arada geçecek zaman konuları da açıkça haber verilmemiştir. Bu makalede müfessirlerin bu hususlardaki görüş ve tercihleri araştırılarak bir neticeye varılmaya çalışılmıştır.
Anahtar kelimeler: Kur’ân, Sûr, Nefh, Kıyamet, Baʻs.
 As of Quantity and Quality Blowing the Trumpet as a Mutashabih Statement in the Qur’an
Abstract
In many parts of the Qur’an, during the crack of doom and the resurrection of people the blowing the trumpet has been mentioned. Whether the true meaning of the expression is the genuine meaning of blowing or metaphorical sense of the term has been discussed. Likewise how many times the blowing the trumpet will take place also has been a subject of conflict. At the same time, issues like, who will blow the trumpet, who will be exempted from public deaths and the meanwhile the passing time have been not explained clearly. In this article we investigated the view and preferences of the commentators about this subject and tried to reach a conclusion.
Keywords. The Qur’an, Trumpet, Blowing, Doomsday, Resurrection
A. GİRİŞ
Kur’ân’daki bazı ifadeler muhkem, bazıları da müteşâbihtir. (Âl-i İmrân 3/7; Zümer 39/23). Kur’ân’ın müteşâbih ifadelerinden biri de kıyametin kopması ve insanların yeniden diriltilmesiyle alâkalı olarak sıkça kullanılan “Nefh-i Sûr” tabiridir. Sûr, var olması itibariyle muhkem olmakla birlikte nasıl ve ne kadar olacağı, kimin üfleyeceği, kimlere tesir etmeyeceği ve arada ne kadar zaman geçeceği gibi konular açısından müteşâbihtir. Bu makalede “Nefh-i Sûr” meselesini derinlemesine inceleyerek âlimlerimizin bu hususlardaki görüşlerinin ne olduğunu ortaya koymaya ve kendimiz de buradan bir sonuca varmaya gayret edeceğiz.
1. Kavramlar
Konumuzla ilgili bilinmesi gereken mühim ıstılahların başında muhkem, müteşabih, nefh ve sûr kavramları yer almaktadır:
a) Muhkem: Lügatte “sağlam kılınmış, dış tesirlere ve bozulmalara karşı korunmuş” gibi mânalara gelir. İlk müfessirlerden Mücâhid (v. 104), “Haram, helâl ve bunun dışındaki diğer konulardan içinde ne varsa sağlam kılınmış olan âyetler” diye tarif eder (1410: 248). Dil âlimlerimizden Ferrâ (v. 207), “Helâl ve haramı beyan edip nesh edilmeyen âyet” (t.y.: I, 190), Râgıb el-Isfahânî (v. 502) ise, “lâfız ve mâna yönüyle kendisine şüphe ârız olmayan şey” diye tarif etmiştir. (1412: 251) Tefsir ve hadis ilimlerindeki ıstılâhî mânası hakkında farklı görüşler bulunmakla birlikte genel kabule göre “anlam yönünden başka bir ihtimal taşımayan açık mânalı âyet ve hadisleri” ifade etmektedir (Başoğlu, 2006: XXXI, 42).
b) Müteşâbih: “Teşâbüh” masdarından türemiş olup, “benzeşen, ayırt edilmesi zor olacak şekilde birbirine benzeyen” demektir. Mücâhid, müteşâbihi, “birbirini tasdik eden” diye açıklamıştır (1410: 248). Ferrâ, müteşabihten kastedilenin hurûf-u mukattaa olduğunu ve bunların cümmel hesabıyla bu ümmetin ömrünü bulmaya çalışan yahudilere karışık geldiğini söylemiştir (t.y.: I, 190). Ma’mer b. Müsennâ (v. 209), “birbirine benzeyen âyetler” diye açıklarken (1381: I, 86), Râgıb el-Isfahânî, “lâfız veya mâna yönüyle başkasına benzediği için tefsiri müşkil olan şey” diye tarif etmiş ve kıyamet günüyle ilgili tavsiflerin mânası müteşâbih ifadelere dâhil olduğunu söylemiştir (1412: 443-444). Istılah olarak müteşabih, mâna yönünden birden fazla ihtimal taşıması sebebiyle anlaşılmasında güçlük bulunan lafız veya sözü ifade eder. Müteşâbih âyette yer alan bir lafız, konumuna göre başka âyetlerde farklı mânalara gelebilir, ancak her birinin kastedilebilir olması açısından anlamlar birbirine benzer, bundan dolayı hangi mânanın kastedildiği açıkça bilinemez (Yavuz, 2006: XXXI, 204).
c) Sembolik Din Dili: Sembol, iki yarım parçanın -gösteren ve gösterilenin- bir araya getirilmesi anlamına gelir. Bir şeyi diğer formda tasavvur etme, görünmez olan şeyi bir formda görme işidir (Çınar, 2006: 326. Krş. Tokat, 2009: 85). Sembolik düşünce biçimi, dilin sınırlarının tecrübenin nihai sınırı olmadığı gerçeğine dayanır. Bir başka ifadeyle lafzî dilin ulaşamadığı ya da ifade etmekte yetersiz kaldığı hakikatler, sembolik olarak anlaşılabilir ve kavranabilir (Çınar, 2006: 325). Şüphesiz Kur’ân’ın dili metafiziksel bir dil olmaktan çok sembolik ve mecâzî bir özellik taşır. Ama bu durum onun bütünüyle sembolik veya mecâzî bir dil kullandığı anlamına gelmez (Bkz. Koç, 1998: 124). Bu sebeple din dilinde aşırı sembolizme kaçma doğru değildir (Koç, 1998: 266). Ancak sembolik dilin dinin gerekli gördüğü teslimiyet ve değerler konusunda çok tesirli ve motive edici bir gücü vardır. Sembolik söylemin sağladığı imkânları görmezden gelir ve işe yaramaz diye atacak olursak tüm ibadetlerimiz ve Tanrı’ya yönelişlerimiz içi boş hâle gelir. Tanrı hakkındaki konuşmada sembolik ile sözlük anlamına dayalı dil arasında bir denge oluşturulması gereği ortaya çıkmaktadır. Sözlük anlamına hiç dayanmayan bir dil bir çeşit agnostisizme, hatta ateizme götürebilir. Öte yandan sembolik ve mecâzî söyleme hiç yer vermeyen, katı sözlük anlamına dayalı bir dil de kaba bir antropomorfizme yol açabilir. Analoji öğretisi bu iki aşırı kutup arasında nispeten orta bir yol olarak görünmektedir (Bkz. Koç, 1998: 269-270). Bir kelimenin insan için kullanıldığındaki anlamıyla Tanrı hakkında kullanıldığındaki anlamı arasında bir analoji (benzeşme) vardır (Tokat, 2009: 84).
Kur’ân’daki ifadelerin hangisinin sembolik, hangisinin lafzî olarak alınacağı husûsunda hep ihtilâf edilegelmiştir. İşte Nefh-i Sûr meselesi de bunlardan biridir.
d) Nefh: نفخ kelimesi, “Bir şeyin içine hava üflemek” diye tarif edilmiştir (Râgıb, 1412: 816). Bunun masdarı olan “Nefha”, “kıyametin kopması, ayrıca ölülerin yeniden diriltilmesi için sûra yapılacak üfleyiş” anlamında Kur’an’da geçen bir kavramdır (“Nefha” md., 2006: XXXII, 523).
e) Nefha-i Feza‘: فزع, korkmak, ürkmek, dehşete düşmek demektir (Halil b. Ahmed, t.y.: I, 360). Nefha-i Fezaʻ, sûra ilk üfürülüşe verilen isimdir. Son derece şiddetli sesiyle bütün canlıları korkutup dehşete düşürdüğü ve öldürdüğü için bu isim verilmiştir (Zemahşerî, 1407: III, 386).
f) Nefha-i Sa‘k: صعق, İnsanın çok şiddetli bir ses duyarak bayılması ve aklının gitmesi demektir (İbn Düreyd, 1987: II, 885). Kur’ân’da “ölmek” mânasına da kullanılmıştır (Ebû Hayyân, 1403: 201). Bu ölüm ya sesin şiddetinden veya yanmadan dolayı olur (Zemahşerî, 1407: I, 85, 142, 142). Nefha-i Saʻk da sûra ilk üfürülüşe verilen bir isimdir. Daha evvel ölümü tatmayan bütün canlılar bu sûr ile ölecektir. Daha önce ölmüş olanlar ile Allah’ın istisnâ ettiği ve kendilerine ölüm yazmadığı canlılar bunu hâricindedir (Sâlihî, 1417: II, 571. Bkz. Taberî, 1420: XXI, 329-330).
g) Nefha-i Kıyâm: قيام, kalkmak demektir (Halil b. Ahmed, t.y.: V, 232). Nefha-i Kıyâm, ölülerin yeniden dirilecekleri zaman vuku bulan ikinci üfleyişe verilen isimdir (Taberî, 1420: XXI, 333). Bu sûr ile birlikte yeniden dirilen ölüler ayağa kalkıp bakınmaya başlarlar. Zemahşerî Zümer 39/68’deki “kıyâm”ın, durmak, şaşkınlıktan yerinde donup kalmak mânasına da gelebileceğini ifade eder (1407: IV, 145).
h) Sûr: Lügatte “seslenmek, ses çıkarmak; eğmek” mânasındaki صور kökünden türeyen sûr “ses çıkaran eğri boynuz” demektir. Katâde (v. 117), Ebû Ubeyde (v. 209) ve bazı dilcilere göre sûr, “şekil” anlamına gelen “صورة: sûret”in çoğuludur ve onların içine ruhları üflenecektir (Bkz. Ma’mer b. Müsennâ, 1381: I, 196, 416; II, 162-163; İbn Kuteybe, t.y.: 29; Taberî, 1420: XI, 463; Mâtürîdî, 1426: VIII, 140; Râgıb, 1412: 498; İbn Manzûr, 1414: IV, 476). İbn Kuteybe (v. 276) bu mânayı naklettikten sonra bazılarına göre de Yemen ehlinden bir kavmin lügatinde “boynuz” mânasına geldiğini söyler ve bir şiirle istişhâd eder. Sonra da Rasûlullah (s.a.v)’in; “Vazifeli melek Sûr’u eline almış, üfleme emri gelir gelmez hemen üflemek üzere izin beklerken ben nasıl sevinç duyar ve nîmetlerden zevk alabilirim!” (Tirmizî, 1395: Kıyâmet, 8/2431. Krş. İbn Ebî Şeybe, 1409: VI, 76/29587; Ahmed, t.y.: I, 326; III, 7; IV, 374; Hâkim, 1411: IV, 603/8678; Ebû Nuaym, 1394: III, 189; Beyhakî, 1423: I, 532/346)[1] hadisi sebebiyle ikinci görüşün, birinciye göre daha çok hoşuna gittiğini ifade eder (İbn Kuteybe, t.y.: 29). Taberî başta olmak üzere diğer bazı müfessirler de hadis-i şerifleri dikkate alarak bu görüşü tercih ederler (Taberî, 1420: XI, 462-463; XVIII, 121-122; Beğavî, 1417: III, 157; İbn Kesîr, 1420: III, 281). Bu mânayı destekleyen diğer hadisinde Allah Rasûlü (s.a.v); “Sûr bir boynuzdur, ona üflenir” buyurmuştur (Ahmed, t.y.: II, 162, 192; Dârimî, 1992: Rikâk, 79/2801; Ebû Dâvûd, 1992: Sünnet, 24/4742; Tirmizî, 1395: Kıyamet, 8/2430; Tefsîr, 39/3244; Hâkim, 1411: II, 473/3632; Ebû Nuaym, 1394: VII, 243; Beyhakî, 1423: I, 529/344). Tirmizî bu hadisin “hasen sahih”, Zehebî ve Şuayb Arnaût “sahih” olduğunu söylemişlerdir. Râgıb el-Isfahânî, Allah Teâlâ’nın sûru, sûretlerin ve ruhların cisimlerine geri dönmesine sebep kıldığını ifade ederek (1412: 498) iki görüşü telif etmiş gibi görünmektedir. İbn Atıyye (v. 542), İbnü’l-Cevzî (v. 597), Fahreddin er-Râzî (v. 606) gibi müfessirler, bu görüşün cumhurun tercihi olduğunu söylerler (İbn Atıyye, 1422: IV, 63, 272; İbnü’l-Cevzî, 1422: II, 45; Râzî, 1420: XXIV, 574). Râzî, ehl-i İslâm katında Allah Teâlâ’nın boynuza benzer bir sûr yarattığında ve meleklerden birinin ona üfleyeceğinde hiç şüphe olmadığını, ancak En’âm Sûresi 73. âyette bahsedilen sûrun, sûretin çoğulu olup olmadığı konusunda ihtilaf edildiğini söyleyerek tartışmaya farklı bir boyut katar (1420: XIII, 28). Bu ifadeden, Râzî’ye göre Kur’ân’da geçen sûr kelimelerinin bir kısmının “sûret”in çoğulu olduğunu, diğer bir kısmının da “kendisine üflenen boynuz şeklindeki âlet” mânasına geldiğini anlamak mümkündür. Kurtubî (v. 671) sûrun “nurdan bir boynuz” olduğunu, İsrâfil (a.s)’ın ona üfleyeceğini söyler (1384: XIII, 239. Krş. İbn Atıyye, 1422: V, 358).
Sûr kelimesi on âyette, sözlük anlamı “üfürmek, üflemek” olan nefh kökünden türeyen fiillerle kullanılmakta, bunların üçünde göklerin ve yerin mevcut düzeninin bu üfleyişle bozulacağı (Zümer 39/68; Kâf 50/20; Hâkka 69/13), diğerlerinde ise insanların kabirlerinden kalkıp huzûr-i ilâhîye çıkacakları ifade edilmektedir (Enʻâm 6/73; Kehf 18/99; Tâhâ 20/102; Mü’minûn 23/101; Neml 27/87; Yâsîn 36/49-52; Nebe’ 78/18). Bir âyette sûr kelimesi açıkça ifade edildikten sonra “ona ikinci kez üflenir” denilerek kendisine iki kez işaret edilmiştir (Zümer 39/68). Bir âyette de “boru, borazan” mânasındaki nâkûr kelimesi, “ses çıkarmak” anlamına gelen nakr kökünden türemiş “نُقِرَ” fiiliyle kullanılarak ikinci nefhaya, yani yeniden diriliş hâdisesine temas edilmiştir (Müddessir 74/8). Bunların hâricinda başka âyetlerde de sûrun üflenişine işaret edilmektedir (Tâhâ 20/105-109; Yâsîn 36/49-52; Sâffât 37/19-21; Kâf 50/41-44; Kamer 54/6-8; Nâziât 79/6-9). Sûr konusu Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî gibi muhaddislerin rivayetlerinde de yer almıştır (Wensinck, 1992: “صور” md.; Bebek, 2009: XXXVII, 533).
Tefsir âlimleri genel olarak sûr’un, “kendisine üflenen boru gibi bir âlet” olduğunu kabul etmektedirler. Bu görüşü tercih etmelerindeki en büyük sebep, konuyla ilgili sahih haberlerdir (Meselâ bkz. İbn Atıyye, 1422: IV, 63, 272; Râzî, 1420: XXIII, 294). Kur’ân-ı Kerim’de “sûra üfürülme” ifadesinin çokça tekrar edilmesi de müfessirlerin bu görüşü benimsemesini kolaylaştırmıştır. Bunlara ilaveten Râzî, nassın zâhirinin buna delâlet ettiğini ve bu mânaya engel olacak herhangi bir mâninin olmadığını da söyler. (1420: XXIV, 574)
2. Diğer Dinlerde Nefh-i Sûr
Diğer dinlerde sûrdan açıkça bahsedilmemekle birlikte onu andıran ifadeler yer almaktadır. Dünya hayatının ebedîliğini kabul eden klasik Hindu kozmolojisine göre evrenin tarihi, yaratılışla başlayıp yok oluşla sona eren devrelerin sonsuza kadar birbirini takip etmesinden ibarettir. Her devrenin sonunda kâinat çeşitli felâketler neticesinde çözülüp bozulacak, ardından yeni bir kâinat doğacaktır (Topaloğlu, 2002: XXV, 516-517).
Hinduizm’den etkilenen Budizm’de de zaman, birbiri ardınca gelip sonsuza kadar devam eden ve kalpa adı verilen dönemlere bölünmüş olup her kalpa kendi içinde çözülme, kaos, yeniden teşekkül ve varlığını sürdürme safhalarına ayrılır (Topaloğlu, 2002: XXV, 517).
Yahudi inancında âhiret hayatının en mühim alâmetlerinden biri olan hüküm günü öncesinde seller, zelzeleler, güneşin ve ayın kararması, yıldızların dökülmesi gibi tabiatüstü olaylar, korkunç değişiklikler vuku bulacak, her yeri karanlık saracak, daha sonra ölüler dirilip hesaba çekilecek, kötüler cezaya çarptırılacak, iyiler de mükâfatlandırılacaktır (Kitâb-ı Mukaddes, İşaya, 13/6-16; Yoel, 2/2-11; Tsefanya, 1/14-18. Bkz. Topaloğlu, 2002: XXV, 517).
Hristiyanlıkta da dünya hayatı sonludur. Savaşlar, kıtlıklar, zelzeleler, fesadın çoğalması, yalancı peygamberlerin, mesîh iddiasında bulunanların ortaya çıkması gibi çeşitli alâmetler bu sonun işaretleridir. Bütün bunların ardından güneş kararacak, ay ışığını vermeyecek, yıldızlar gökten düşecek ve göklerin kudretleri sarsılacaktır. Gökler büyük gürültüyle zeval bulacak, maddî unsurlar yanarak yok olacak, yer ve yeryüzünde yapılmış her şey yanıp tükenecektir. O günü ve saati sadece Allah bilmektedir. Ardından insanlar dirilip mezarlarından çıkacak, hesaba çekilecek, kötüler ebedî azaba duçar olacak, iyiler de ebedî hayata kavuşacaktır (Kitâb-ı Mukaddes, Matta, 24/3-25/46; Markos, 13/5-35; Luka, 21/5-31; Yuhanna, 5/27-29; II. Petrus, 3/9-11. Bkz. Topaloğlu, 2002: XXV, 517; Yıldırım, 1996: 219-220).
Câhiliye Arapları ise âhirete inanmadıkları için, bu dünyanın yok oluşuyla ilgili bir düşünceleri yoktu. Onlar sadece ölüp yok olacaklarını düşünüyorlardı (Enʻâm 6/113; Aʻrâf 7/45; Hûd 11/19; Yûsuf 12/37; Nahl 16/22; Câsiye 45/24).
B. KEYFİYET İTİBARİYLE NEFH-İ SÛR
Sûrun ve ona üflemenin mâna ve mahiyeti konusunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür. Büyük çoğunluğu oluşturan gruba göre “sûr”, gerçek anlamda bir boynuz, boru veya borazan; “üfürme” ise ona üflenince korkunç, sarsıcı ve kulakları sağır edici bir ses çıkarmasıdır. Ancak Katâde’den nakledilen bir görüşe göre sûr, “sûret” kelimesinin çoğulu olup, üfürme de “can verme” demektir. Bu durumda “nefh-i sûr” “ruhların bedenlere (sûretler) iade edilmesi” anlamına gelir (Taberî, 1420: XIX, 504). Zemahşerî (v. 538), Râzî, Ebû Hayyân (v. 745) gibi müfessirler “suver” kıraatinin bu mânaya delalet ettiğini söylerler ancak Râzî diğer mânanın daha evlâ olduğunu, Ebû Hayyân da nassın zâhirinden hakiki mânada bir nefh’in anlaşıldığını ifade eder (Zemahşerî, 1407: III, 87; Râzî, 1420: XXII, 98; Ebû Hayyân, 1420: IV, 557). Sûrun, “sûret” kelimesinin çoğulu olduğu görüşü ve buna bina edilen yorum Zeccâc (v. 311) gibi dil âlimleri ve diğer müfessirler tarafından da kabul edilmemiştir. Zira sûret kelimesinin çoğulu sûr değil Kur’an’da da geçtiği gibi “suver”dir (Mü’min 40/64; Tegābün 64/3. Mâtürîdî, 1426: VIII, 140, 706; X, 174; Râzî, 1420: XIII, 28; İbn Manzûr, 1414: IV, 473). Ayrıca çeşitli hadis rivayetlerinde sûrun boynuz veya borazandan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Râzî de ikinci görüşün dil açısından tutarsızlığına temas ettikten sonra ilgili âyetlerde yer alan nefh-i sûrdan maksadın ruhların cesetlere iadesi olsaydı Cenâb-ı Hakk’ın bunu doğrudan doğruya kendi zâtına nispet edeceğine dikkat çeker. Nitekim Kur’ân’da Hz. Âdem’in yaratılışı anlatılırken “ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman …” buyrulmuştur. (Hicr 15/29) Benzer ifade Hz. Meryem’in Îsâ’ya hamile kalması hususunda da kullanılmıştır (Tahrîm 66/12. Râzî, 1420: XIII, 28-29; Bebek, 2009: XXXVII, 533).
Ebû Hüreyre’den (v. 58) gelen bir rivayette sûrun yerle gök arası genişliğinde çok büyük bir şey olduğu nakledilmiştir (İbn Ebî Hâtim, 1419: IX, 2928; Kurtubî, 1384: XIII, 239-240). Ancak bu rivayet “mürsel”dir. Ebû Saîd (r.a)’den (v. 74) gelen bir rivayete göre sûr o kadar ağırdır ki hac için toplanan Mina ehli onu yerden kaldırmak için toplansalar kaldıramazlar (İbn Ebî Hâtim, 1419: IX, 2928). Sûrun nurdan veya kristal saflığında beyaz inciden yapılmış, ruhlar adedince deliği bulunan bir tür boru olduğunu ileri sürenler de vardır (İbn Atıyye, 1422: V, 358; VI, 160; Kurtubî, 1384: VII, 20; XIII, 239; Kurtubî, 1425: 478; Süyûtî, 1416: 85; Âlûsî, 1415: X, 240). Bazı haberlerde sûrun, içinde ruhları barındıran ve onların sayısınca delikleri bulunan bir boru olduğu nakledilmiştir (Râzî, 1420: XXX, 702; Lekânî, 1955: 214; Bebek, 2009: XXXVII, 533-534). Râgıb el-Isfahânî, “Sûrun içinde bütün insanların sûretleri vardır” diye bir habere yer verir (1412: 498). Râzî ise Cenâb-ı Hakk’ın, âhirete dâir halleri, insanların dünyada şâhit oldukları şeyleri misal vererek anlattığını ifade eder. Ona göre insanlar seferlerde ve ordularda boru çalmayı âdet edinmişlerdir, bu sebeple de kâinatın harap olmasının ve ölülerin yeniden diriltilmesinin alameti olan şey, insanların meseleyi kavrayabilmesi için boruya benzetilmiştir (1420: XXII, 98; Nu’mânî, 1419: XIII, 383; Neysâbûrî, 1416: IV, 570). Bu konudaki rivayetlerin zayıf olduğunu ve Râzî’nin yerinde hatırlatmasını düşündüğümüzde sûrun şeklî yapısıyla ilgili hususları fazla irdelememek gerektiği anlaşılmaktadır.
Mâtürîdî (v. 333), “nefh” konusundaki ihtilafa da temas ederek şu görüşleri sıralar:
1. Bazıları, “Bu hakiki mânada bir üfleme değildir, kıyameti koparmanın Allah Teâlâ’ya ne kadar hafif geleceğini haber vermek için kullanılmış bir ifadedir. Çünkü insanlara en hafif ve en kolay gelen şey üflemedir” demiş ve şu âyeti delil getirmişlerdir: “Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir” (Nahl 16/77). Cenâb-ı Hak kıyametin kopmasını göz açıp kapamaya benzetmiştir. Çünkü insana bundan daha kolay gelen bir şey yoktur. Kıyamet esnasındaki nefh da aynı mânada kullanılmıştır. Zira üflemek de insanlara çok kolay gelir.
2. Âyetlerde “nefh”in zikredilmesi, kıyametin kopmasının ne kadar süratli olduğunu ifade etmek içindir. Çünkü insan için “üflemek” kadar hızlı yapılan başka bir iş yoktur. Âyetlerdeki “Tek bir sayha” (Yâs-sîn 36/49, 53; Sâd 38/15. Krş. Kamer 54/50), “tek bir sarsıntı” (Sâffât 37/19; Nâziât 79/13) ifadeleri de aynı şekilde sürati ifade eder.
3. Hakiki mânasıyla üflemedir. Bu görüşleri zikreden Mâtürîdî, “Eğer bu üçüncü görüş doğru ise o zaman Cenâb-ı Hak, sûru üfleyen meleği imtihan etmektedir. Çünkü ona ihtiyacı yoktur. Tıpkı Kirâmen Kâtibîn’e ihtiyacı olmadığı halde kullarının amellerini yazdırması, ölüm meleğine ihtiyacı olmadığı hâlde tayin edilen vakitte ruhları alıp almayacağı hususunda onu imtihan etmesi gibi” der (VIII, 139-140, 706; X, 406).
Hasan Basrî (v. 110), “Sûr boynuzdur” demiştir. Bazıları onun bu sözünü şöyle tevil etmişlerdir: “Ruhlar boynuzun içinde toplanır, sonra ona üflenince ruhlar cesetlerine gider ve bedenler canlanır” (Beğavî, 1417: VI, 181).
Kurtubî “nefh”in, mahlûkatı mükâfat ve ceza meydanına toplamak için boru sesine benzer bir şey olduğunu Katâde’den nakleder (1384: XIII, 240).
Ebû Hayyân, nefhin hakiki mânada olduğunu ve bunun çoğunluğun görüşü olduğunu söyler ama meseleye farklı bir açılım getirerek bu hakiki mânanın ya boynuz gibi olan âlete veya sûretlere üflemek şeklinde olacağını ifade eder (1420: VIII, 272).
4. Ebû Hayyân nefhin mahiyeti konusunda bir görüşe daha yer verir. Temrîz sîgasıyla zayıf olduğuna işaret ettiği bu görüşe göre “nefh-i sûr”, kıyametin kopacağını ve dünyanın sona ereceğini ifade etmek için kullanılan bir tabirdir ve burada istiare yapılmıştır (1420: IV, 557. Krş. Râzî, 1420: XXIII, 294).
5. Yine Ebû Hayyân, nefhin ölüleri çağırmayı ifade eden bir temsil olabileceği görüşünü de nakleder. Bu durumda ölülerin kabirlerinden çıkışı, mecazen askerlerin boru sesini işitince yerlerinden çıkışına benzetilmiştir. Bu görüşleri nakleden Ebû Hayyân, Kur’ân’da ve sahih hadislerde sûra üfürmenin çok geçmesi sebebiyle çoğunluğun kabul ettiği hakiki mamadaki nefhin doğru olduğunu söyler (1420: VIII, 272).
Müfessirler umumiyetle, sûr ile alâkalı sahih hadislere itimat ederek “nefh”in hakiki mânasını kabul etmişler, meleğin boruya benzer bir âlete üfleyeceğini ve bunun kıyametin kopmasına bir alâmet (Mâtürîdî, 1426: X, 405; Râzî, 1420: XXVI, 326) olacağını söylemişlerdir.
C. KEMİYET İTİBARİYLE NEFH-İ SÛR
Sûra kaç defa üfleneceği konusunda da çeşitli görüşler vardır:
1. Sadece Mâtürîdî’nin, sahibini zikretmeden yer verdiği, Kur’ân’da bir tek sesten söz edilmesine (Yâ-sîn 36/49, 53) dayanan görüş sûra yalnızca bir defa üfleneceği şeklindedir (1426: VIII, 140).
2. Dahhâk (v. 105), Hasan Basrî, Katâde, Taberî, Âlûsî (v. 1270) gibi âlimler sûra iki defa üfleneceğini söylemişlerdir. Bu, cumhurun görüşüdür (Taberî, 1420: XIX, 71; XXIV, 191-192; Zemahşerî, 1407: IV, 601; Kurtubî, 1384: XIII, 240; XV, 39; Ebû Hayyân, 1420: IX, 221; Âlûsî, 1415: X, 242). İbnü’l-Cevzî, “Kur’ân’ın zâhiri, sûra iki defa üfleneceğine şâhitlik eder” der (1422: II, 45). Kurtubî’ye göre sahih olan nefh-i sûrun iki defa gerçekleşeceğidir. O, üflemenin üç defa olmayacağını, üzerine basa basa ve tekrar tekrar ifade eder. Nefhatü’l-Feza‘ın Nefhatü’s-Sa‘k’a râcî olduğunu, çünkü ikisi için ayrı ayrı zamanın olmadığını, insanların sûrun üflenişiyle şiddetli bir korkuya kapılacaklarını ve bu sebeple hemen öleceklerini söyler (1384: XIII, 240; XV, 279. Bkz. İbn Atıyye, 1422: IV, 272; Ebû Hayyân, 1420: VII, 382; VIII, 271; IX, 221). Sûra iki defa üfleneceğini kabul edenlere göre ilk sûrda canlıların üzerine müthiş bir korku atılır, buna tabiatları dayanamaz ve korkudan bayılır, sonra da ölürler (Beğavî, 1417: VI, 181; Râzî, 1420: XXIV, 574). Bu görüşte olanlara göre, Nefha-i Feza‘ ile Nefha-i Sa‘k’tan bahseden ayetlerdeki istisnanın aynı olması da bu iki nefhanın aynı olduğunu göstermektedir (Neml 27/87; Zümer 39/68. Kurtubî, 1425: 491; Süyûtî, 1416: 90; Âlûsî, 1415: X, 241). Kurtubî, Kuşeyrî (v. 465) ve benzerlerinin kabul ettiği gibi Nefhatü’l-Feza‘ın, Nefhatü’l-Baʻs’e de râcî olabileceğini ifade eder. Buna göre insanlar ikinci sûr ile büyük bir dehşet ve korku içinde dirilirler (1384: XIII, 240). Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nde “Kıyamet” maddesini yazan Bekir Topaloğlu da sûra üflenişin iki defa olacağı görüşünü tercih etmiştir. (XXV, 518-519).
Sûra iki defa üfleneceğini söyleyen âlimlerin çoğunluğu, Yâsîn Sûresi’nde önce kıyametin kopmasını ifade eden korkunç bir sesten, ardından yeniden diriltme ve inşâ için sûra üflenmesinden (36/49, 51), Zümer Sûresi’nde sûra üflenmesiyle bazı istisnalar hariç bütün canlıların öleceğinden, ardından yeniden dirilişi sağlayacak ikinci bir üfürmeden bahsedilmiş olması (39/68. Taberî, 1420: XI, 462) ve Nâziât Sûresi’nde kâinatı sarsan bir şeyi ikincinin takip edeceğinden söz edilmesiyle (79/6-7) istidlâl etmiş, ayrıca muteber hadis kaynaklarında iki üflemeden bahsedilmiş olmasını da göz önünde bulundurmuştur (Buhârî, 1992: Tefsîr, 39/4; 78/1; Müslim, 1992: Fiten, 116, 141; Fedâil, 159).
3. Sûra üç defa üfleneceğini iddia edenler çeşitli sûrelerde yer alan nefh-i sûr âyetlerini birleştirmişler ve Ebû Hüreyre’den rivayet edilen uzun bir hadiste üç üfleyişten söz edilmesine (İbn Râheveyh, 1412: I, 84; Beyhakî, 1406: 336) dayanmışlardır (Taberî, 1420: XVIII, 122, 558; İbn Atıyye, 1422: III, 544; Kurtubî, 1384: XIII, 240; İbn Kesîr, 1420: III, 282; V, 389). Ancak Ukaylî, çok uzun olan bu hadisin “mürsel” olduğunu, sahih olmadığını söylemiştir (1404: IV, 146-147). Ebû Bekir b. Arabî, Kurtubî ve Moğoltay bu hadisin sahih olduğunu söylerken Beyhakî ve Abdülhak (v. 582) zayıf olduğunu söylemiş, İbn Hacer (v. 852) de bu ikisini doğrulamıştır (Süyûtî, 1416: 71-72). Bu görüşü benimseyenlere göre birincisi kulları korkutan Nefhatü’l-Feza‘, ikincisi bütün canlıların öldüğü Nefhatü’s-Sa‘k, üçüncüsü de ölülerin yeniden dirildiği Nefhatü’l-Kıyâm li-Rabbi’l-Âlemîn veya Nefhatü’l-Baʻs’tir. Diğer bir anlayışa göre bunların üçü de ölümden sonra olacaktır. Birincisi kabirde olacak, ikinci sûr ile kabirdekiler dirilecek, üçüncüsüyle ölüler kabirlerinden çıkıp mahşere toplanacaklardır. Bu durumda kabir azabı ikinci ile üçüncü sûr arasında olacaktır. Bu konuda rivayetlerin nakledildiğini söyleyen Mâtürîdî, “Eğer rivayetler sabitse böyle olacaktır, değilse tevakkuf ederiz” der (1426: VIII, 140, 706; X, 406. Bkz. İbnü’l-Cevzî, 1422: II, 45-46).
Taberî ve İbn Kesîr (v. 774), Yâ-sîn 36/51 âyetinin üçüncü sûrdan bahsediyor olabileceğine işaret ederler (1420: XX, 533; 1420: VI, 581). İbn Atıyye, Neml 27/87 âyetinin tefsirinde sûra üç defa üfleneceğini söyleyenlerin görüşünün daha sahih olduğunu ifade eder (1422: IV, 272). Gaznevî (v. 593) iki ile üçü zikreder, sonra üç defa olduğunu söyleyenlerin görüşünün daha sahih olduğunu söyler (1419: 220-221). Râzî ise, Zümer 39/68’deki “صعق” kelimesinin “bayılma” mânasına geldiğini kabul edenlere göre nefh-i sûrun ancak iki defa olabileceğini, “ölüm” mânasını verenlere göre de üç defa olacağını söyler. Bunlara göre canlılar Nefha-i Feza‘da sesin şiddetinden ölürler. Kabirlerinde tekrar dirilip Berzah hayatını yaşadıktan sonra Nefha-i Sa‘ka ile tekrar ölürler. Sonunda Nefha-i Kıyâm ile baʻsolunurlar. Nefha-i Feza‘ Neml 27/87’de, diğer ikisi de Zümer 39/68’de zikredilmektedir (1420: XXVII, 476).
Sefârînî (v. 1188) de sûra üç defa üfleneceğini söyleyenler arasındadır. O Nefha-i Fezaʻı, âlemin nizamının bozulması ve canlıların dehşetli bir korkuya kapılması olarak anlar. Nefha-i Saʻk ise her şeyin helâk olmasıdır (1402: II, 161-166).
Bu görüşte olanlar Hac Sûresi’nin başında haber verilen “Kıyâmet Zelzelesi”nin kıyametten önce olacağını, kıyamete çok yakın olduğu için “Kıyâmet Zelzelesi” diye isimlendirildiğini, bunun kıyamet alâmetlerinden biri olacağını ve birinci sûrun akabinde meydana geleceğini söylerler. Sûra iki defa üfleneceğini kabul edenler ise bu zelzelenin kıyamet günü ölüler kabirlerinden kalktıktan sonra Arasât’ta olacağını ifade ederler. Taberî de bunu tercih etmiş, önceki görüşe mesnet teşkil eden hadisin zayıf olduğunu söyleyerek ikinci görüşü destekleyen pek çok sahih hadis zikretmiştir (1420: XVIII, 557-562. Krş. İbn Kesîr, 1420: V, 389-390).
4. İbn Hazm (v. 456) ile Kadı İyâz’a (v. 544) nisbet edilen ve sûra dört defa üfürüleceğini ileri süren görüşün, Kur’ân ve Sünnet’te böyle bir beyan bulunmamakla birlikte aksine de işaret edilmediği, kıyametin kopmasından itibaren huzur-ı ilâhîye varacak zamana kadar birçok kozmik olayın vuku bulabileceği şeklinde bir akıl yürütmeye dayandığı söylenebilir (Süyûtî, 1416: 90; Âlûsî, 1415: X, 241; Bebek, 2009: XXXVII, 534). Onlara göre birinci nefhada bütün canlılar ölür, Cenâb-ı Hak, “Bugün mülk kimindir?” (Mü’min 40/16) buyurur ama kimse cevap vermez. Yine “O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır” (Kasas 28/88) diye nidâ eder. İkincisi Nefha-i Baʻs’tir ki “Nihayet Sûr’a üflenecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler!” (Yâsîn 36/51) âyetinde buna işaret edilir. Üçüncüsü Nefha-i Sa‘k’tır ki bu Nefha-i Feza‘ ile aynıdır. Bunda bütün canlılar bayılır. Şu âyetlerde buna işaret edilir; “Sûra üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi çarpılıp yıkılmıştır.” (Zümer 39/68), “Sûra üfürüldüğü gün -Allah’ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O’na gelirler” (Neml 27/87, 89. Krş. Enbiyâ 21/103; Sebe’ 34/51). Dördüncü nefha, ifâka yani baygınlıktan ayılmak içindir. Buna da Cenâb-ı Hak Nefha-i Sa‘k’ı zikrettikten sonra şöyle temas eder; “Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar!” (Zümer 39/68) Bu görüş, Nefha-i Sa‘k’ı, Nefha-i Baʻs’tan sonra göstermesi sebebiyle tenkit edilmiş, bunun naslara uymadığı söylenmiştir (Âlûsî, 1415: X, 241-242).
Bu ihtilafları zikreden Mâtürîdî, “Nefh ve sûrun şöyle veya böyle olduğuna dâir herhangi bir tefsir yapmayız, herhangi bir işarette bulunmayız. Ancak Rasûlullah (s.a.v)’den bu hususta bir açıklama sâbit olursa o kabul edilir. Bu konu ameli gerektiren bir şey değildir ki yapılan tefsirlerin doğru veya yanlış olduğunu ortaya koymak için tekellüfe girilsin! Bunları sadece tasdik etmek gerekir. Biz de nefh ve sûr’u bize geldiği şekilde tasdik ederiz, tefsirine girmeyiz” der (1426: VIII, 140-141). Mâtürîdî tevakkuf etmiş ancak âlimlerin çoğunluğu sûra iki defa üfleneceğini kabul etmiştir.

1. İki Üfleyiş Arasında Ne Kadar Zaman Vardır?
Ebû Hüreyre (r.a) Allah Rasûlü’ne (s.a.v) sûra iki üfleniş arasında ne kadar zaman geçeceğini sormuş, o da “kırk” diye cevap vermiştir. Râvi Ebû Hüreyre’ye bu rakamla yıl mı, ay mı yoksa gün mü kastedildiği tek tek sorulduğunda her birine ısrarla “Bir şey diyemem” diye cevap vermiştir (Buhârî, 1992: Tefsîr, 39/3, 78/1; Müslim, 1992: Fiten, 28; Beyhakî, 1423: I, 539/348). Onun bu sözü iki şekilde yorumlanmıştır:
– Rasûlullah (s.a.v)’den bir bilgi aldığı halde soranlara açıklama yapmamıştır.
– Rasûlullah (s.a.v)’e neyi kastettiğini sormamış, bu sebeple kendisi de bilmemektedir (Süyûtî, 1416: 87-88). İlme çok meraklı olan Ebû Hüreyre’nin böyle bir meseleyi Allah Rasûlü’ne sormamış olması düşünülemez. İlk zamanlar bunu rivayet ederken daha sonra yaşlılık sebebiyle bu kelimede tereddüt etmiş ve hadis naklindeki titizliği sebebiyle sükût ederek ısrarla cevap vermemiş olması muhtemeldir. Zira yine ondan ve İbn Abbâs’tan (v. 68) gelen diğer rivayetlerde bu sürenin kırk sene olduğu açıkça ifade edilmiş (İbn Mende, 1406: II, 794; Beyhakî, 1423: I, 541) ve bu genel kabul görmüştür (Gazâlî, 1409: 118; Beğavî, 1417: VII, 132; Kurtubî, 1425: 287; Süyûtî, 1416: 86-88; Bebek, 2009: XXXVII, 534).
Ferrâ, “denilir ki” diye zayıf olduğuna işaret ederek bir görüşe yer verir. Buna göre; insanlar ve bütün mahlûkat ilk sûr ile ölürler. Bununla diğer sûr arasında kırk sene vardır. Bu esnâda Allah (c.c) bir yağmur gönderir. Kırk gün erkeklerin menileri kıvamında yağar. Annelerinin karnında yetiştikleri gibi kabirlerinde inbât ederler. Şu âyet-i kerime bu yetişmeden bahsetmektedir: “İşte ölüleri de böyle çıkaracağız” (Aʻrâf 7/57). Yani ölü yerden yağmurla meyveleri çıkardığımız gibi ölüleri de kabirlerinden çıkarırız (t.y.: I, 382). Taberî de aynı rivayeti senetsiz olarak zikreder. Onun rivayetinde bu yağmura “Mâu Hayevân” denildiği zikredilir (1420: XII, 493-494). Taberî başka bir yerde bu sudan “Mataru’l-hayât” diye bahseder (1420: XXI, 334. Krş. İbn Ebî Hâtim, 1419: VIII, 2784; Beyhakî, 1423: I, 541; Ebû Hayyân, 1420: V, 79). Allah Teâlâ’nın semadan su indireceği ve ölülerin bununla yeşilliklerin büyüdüğü gibi yeniden yaratılacağı sahih rivayetle haber verilmiştir (Buhârî, 1992: Tefsîr, 78/1). Bu suyun kemiyet ve keyfiyetine dair rivayetler ise zayıftır. Sahih rivayetlere göre toprak, insanın bütün cesedini yiyip tüketecek, ama Allah Rasûlü (s.a.v)’in teşbihiyle bir hardal tanesi gibi olan (Ahmed, t.y.: III, 28) ve insan bedeninin çekirdeği sayılan “Acbü’z-zeneb: Kuyruk sokumu kemiği” çürümeyecektir. İnsan Acbü’z-Zeneb’den yaratılmıştır, tekrar ondan diriltilip hayat bulacaktır (Müslim, 1992: Fiten 142-143). Ferrâ iki üfleme arasında kırk sene geçeceğini başka bir yerde de tekrarlar (t.y.: II, 170). Diğer müfessirler de genellikle bu rivayetleri nakletmişlerdir.
2. Sûra Üflendiğinde Ölümden İstisna Edilenler Kimlerdir?
Kıyametin kopuşu esnasında ölmeyeceği bildirilenlerin (Neml 27/87; Zümer 39/68) kimler olduğu hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ma’mer b. Müsennâ “O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır” (Kasas 28/88) âyetini tefsir ederken, sadece O’nun ve genelden istisna edilen varlıkların kalacağını söyler ama bir tayinde bulunmaz. Bunun da iki nefha arasında olacağını bildirir. Ona göre Cennet, Cehennem, melek, semâ, arz, ölüm meleği gibi bütün her şey yok olduğunda ve tek başına Allah kaldığında sûra son üfleyiş üflenir Cennet, Cehennem, melek ve Allah’ın dilediği her şey tekrar yaratılır. Bundan sonra Cennet ehli Cennet’te, Cehennem ehli Cehennem’de ebedî kalırlar (1381: II, 112).
Mâtürîdî, bunların Allah’ın arşını taşıyan sekiz melekle Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil, Azrâil, şehitler ve peygamberler olabileceğini, ancak Rasûl-i Ekrem’den bu hususta bir beyan gelmedikçe kesin bir hüküm verilemeyeceğini söyledikten sonra sûrenin son âyetinde: “Kim iyilikle (ilâhî huzura) gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar o gün korkudan emin kalırlar” (Neml 27/89) şeklinde bahsedilenlerin olabileceğini ifade etmiştir (1426: VIII, 141, 707; X, 177. Krş. Taberî, 1420: XXI, 330-332; Zemahşerî, 1407: III, 386). Câbir b. Abdullah (v. 78), Hz. Musa’nın Allah’ın istisna ettiği kişilerden olduğunu nakletmiştir (Beyhakî, 1423: I, 532-533/346). Lekânî (v. 1078) ise bunların dört büyük melek, hûriler ve Musa (a.s) olduğunu söylemiştir (1955: 214-215; Bebek, 2009: XXXVII, 534. Krş. İbn Kayyım, t.y.: 35). Bazıları da Cehennem’in vazifelileri olan Mâlik ve zebâniler ile Cehennem’in akrep ve yılanlarını bunlara ilave etmiştir (Beğavî, 1417: VI, 181-183; Âlûsî, 1415: X, 243; Süyûtî, 1416: 81).
Ebû Hüreyre ve Saîd b. Cübeyr’den (v. 94 [?]) bunların “şehitler” olduğu rivayet edilmiştir. Mütekaddimîn devri Eş‘ariyye kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Halîmî (v. 403) de bunu tercih etmiştir. Gerekçe olarak da meleklerin yeryüzü sâkini olmadıklarını, Arş’ın ve Cennet’in semâların üzerinde olduğunu, Cennet ve içindekilerin bekâ için yaratıldığını, dolayısıyla meleklerin, vildân ve hurilerin bu âyetin hükmüne dâhil olmadığını söylemiştir (Beyhakî, 1423: I, 533-536/346. Bkz. Taberî, 1420: XIX, 504; İbn Ebî Hâtim, 1419: IX, 2930; X, 3257; Beğavî, 1417: VI, 181-183; Ebû Hayyân, 1420: VIII, 272; İbn Kesîr, 1420: V, 390; Süyûtî, 1416: 79-81).
Bazı âlimler âyetlerde istisnâ edilen kişilerin kimler olduğunu tayin eden sahih bir haber gelmediği için bu söylenenlerin hepsinin muhtemel olduğunu söylerken Kurtubî, bunların şehitler olduğunu ifade eden Ebû Hüreyre hadisinin onlara gizli kaldığını, hâlbuki Kadı Ebû Bekir b. Arabî’nin bu hadisin sahih olduğunu söylediğini, tayin hususunda bu rivayete itimat edilmesi gerektiğini, çünkü tayin konusunda nas olduğunu, diğer görüşlerin ise içtihat olduğunu söyler (1384: XIII, 241, XV, 279-281. Krş. Ebû Hayyân, 1420: VIII, 272).
Taberî ve Kurtubî’nin nakline göre Hasan Basrî, “İstisnâ edilen, Vâhid ve Kahhâr olan Allah Teâlâ’nın kendisidir, semâ ve arz ehlinden hiç kimseyi bırakmadan herkese ölümü tattıracaktır” demiştir. Bazıları da nefha-i ûlâ’dan önce ölenlerin istisnâ edildiğini söylemiştir (1420: XXI, 332; 1384: XV, 280. Krş. Beğavî, 1417: VII, 131).
Kuşeyrî’ye (v. 465) göre Musa (a.s)’ın ve şehitlerin istisna edildiği söylendiğinde Zümer 39/68’de bahsedilen “sa‘ka”yı hayatın değil de aklın gitmesi olarak anlamak gerekir. Çünkü onlar ölmüşlerdir ancak Allah katında hayattadırlar. Bununla birlikte “sa‘ka”nın ölümü ifade etmesi de mümkündür. Bu meseleyi çözmek için sahih bir habere ihtiyaç vardır. Kuşeyrî’nin bu düşüncelerini nakleden Kurtubî, Hz. Musa ile ilgili sahih bir hadis nakleder (Buhârî, 1992: Husûmât, 1; Müslim, 1992: Fedâil, 160). Hadiste geçen “ifâkat”ın baygınlıktan ve aklın gitmesinden sonra olacağını, ölümden sonra hayatın geri verilmesi şeklinde olmadığını ifade eder (1384: XV, 281).
Bu zikredilenler içinde en kuvvetli görünen şehitler ile Hz. Musa’nın istisna edilecek olmasıdır. Hz. Musa ile ilgili hadislerde ihtimalli bir ifade kullanıldığı, kesin bir bilgi verilmediği için ilk sûr ile ölmekten istisna edilenlerin şehitler olması kuvvet kazanmaktadır. Müfessirlerin çoğu da bu görüşe meyillidir.

D. SÛR’A KİM ÜFLEYECEK?
Kur’ân-ı Kerim’de sûra üfleneceği hep meçhul sığa ile haber verilmiş, kimin üfleyeceği tasrih edilmemiştir. Taberî, En’âm Sûresi’nin 73. âyetinde İbn Abbâs’tan “Sûra, gayb ve şehadet âlemlerini bilen yani Allah Teâlâ üfleyecektir” şeklinde bir görüş nakleder, ancak onu tercih etmez (1420: XI, 464).
İslâm âlimleri, sûra üfleyecek ve insanları hesap meydanına çağıracak olan davetçinin (Tâ-hâ 20/108; Rûm 30/25; Kāf 50/41; Kamer 54/6-8) bir melek olduğu ve kendisine “İsrâfil” (Cebeci, 2001: XXIII, 180) ismi verildiği hususunda ittifak etmişlerdir (Taberî, 1420: XI, 463; XVIII, 369; İbn Ebî Hâtim, 1419: IX, 2928; Beğavî, 1417: V, 295; VI, 181; Zemahşerî, 1407: III, 87, 88; IV, 393; İbn Atıyye, 1422: IV, 63; Râzî, 1420: XXII, 98; Kurtubî, 1384: XV, 279; 1425: 488; İbn Kesîr, 1420: I, 342; III, 281; V, 200, 315; VI, 216; VIII, 314; Süyûtî, 1416: 84).
Bazı rivayetlerde bu iş için iki meleğin hazır beklediğinden bahsedilir (İbn Mâce, 1992: Zühd, 33; Süyûtî, 1416: 84). Bunlardan birinin İsrâfil (a.s), yanındakinin de Cebrâil (a.s) olduğu söylenmiştir (Kurtubî, 1384: XV, 279). Ancak Muhammed Fuad Abdülbâki bu rivayetin “zayıf”, Elbânî ise “münker” olduğunu söylemiştir. Muhaddisler, doğrusunun “sâhibu’s-sûr” şeklinde tek melekten bahseden Tirmizî rivayeti olduğunu söylemişlerdir.
Bazı rivayetlerde ise İsrâfil’in sağında Cebrâil’in, solunda Mîkâil’in bulunduğundan söz edilmektedir (Ahmed, t.y.: III, 9; Ebû Dâvûd, 1992: Hurûf, 1/3999; Hâkim, 1411: II, 291/3048; Bebek, 2009: XXXVII, 534). Şuayb Arnaût ve Elbânî bu rivayetin “zayıf” olduğunu söylemişler, Zehebî ise sükût etmiştir. Dolayısıyla son iki görüş zayıf görülmüştür.
Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâfil ismi geçmez, ancak “sûr” ve “nâkûr”dan bahsedilen her âyette zımnen bunları üflemekle vazifeli olan İsrâfil’den de söz edildiği söylenebilir (Cebeci, 2001: XXIII, 181). Hadislerde ise İsrâfil ismi açıkça zikredilmektedir (Müslim, 1992: Müsâfirîn, 200; İbn Mâce, 1992: İķâme, 180; Tirmizî, 1395: Deavât, 31; Nesâî, 1992: Sehiv, 88, Ķıyâmü’l-Leyl, 12, İstiâze, 56). Bu rivayetlerde kıyamet gününde yapacağı vazife açısından tanımlanarak “melekü’s-sûr” (Süyûtî, 1405: 33-35), “sâhibü’s-sûr” (Ahmed, t.y.: III, 9; İbn Mâce, 1992: Zühd, 33; Ebû Dâvûd, 1992: Hurûf, 1/3999; Hâkim, 1411: II, 291/3048) ve “sâhibü’l-karn” diye tavsif edilmiştir (İbn Ebî Şeybe, 1409: VI, 76/29587; Ahmed, t.y.: I, 326; III, 7; IV, 374; Tirmizî, 1395: Kıyâmet, 8/2431; Hâkim, 1411: IV, 603/8678; Ebû Nuaym, 1394: III, 189; Beyhakî, 1423: I, 532/346). Bu rivayetlere göre İsrâfil (a.s), Allah’ın “üfle!” emrini beklemektedir (Ahmed, t.y.: III, 73; Hâkim, 1411: IV, 603/8677; Ebû Nuaym, 1394: III, 189; Beyhakî, 1423: I, 532/346). İsrâfil’in levh-i mahfûzla ilgili vazifeleri bulunduğunu söyleyenler de olmuştur (Beyhakî, 1423: I, 529; İbn Kesîr, 1420: VIII, 373; Süyûtî, 1405: 34). Hz. İbrâhim’i ziyaret edip bir çocuğunun olacağını müjdeleyen (Zâriyât 51/24-30), Lût peygambere insan sûretinde görünüp kavminin cezalandırılacağını bildiren (Hûd 11/69-82) melek grubu içinde İsrâfil’in de yer aldığı (Taberî, 1420: XV, 381; Beğavî, 1417: IV, 187, 190; Yazır, t.y.: IV, 2800; VI, 4536; VIII, 5326), ayrıca onun Arş’ı taşıyan meleklerden biri olduğu da kaydedilmektedir (Beyhakî, 1423: I, 529; Zemahşerî, 1407: IV, 151; Süyûtî, 1405: 34; Cebeci, 2001: XXIII, 181).
Kaynaklarda “İsrâfil” kelimesinin menşeine dair kesin bilgi bulunmamakla birlikte İbrânîce’den Arapça’ya girdiği kabul edilir. İsrâfîl’in “Allah’ın kulu” (abdullah) veya “Rahmân’ın kulu” (abdurrahman) mânalarına geldiğini bildiren bazı rivayetler bulunmaktadır (Buhârî, 1992: Tefsîr, 2/6. Krş. Süyûtî, 1405: 33) Bundan hareketle İsrâfil’in İbrânîce’de “kul” anlamındaki isrâf (serâf) ile “tanrı” anlamındaki îl (el) kelimelerinden oluşan bir isim olabileceği düşünülmüştür (Cevherî, 1373: IV, 1373; İbn Manzûr, 1414: IX, 151; Cebeci, 2001: XXIII, 180).
E. SONUÇ
Kur’ân-ı Kerim’de sıkça bahsedilen sûrun ve ona üflemenin ne mânaya geldiği ve kaç defa olacağı tartışılmış, âlimlerin çoğunluğu usûl gereği öncelikle âyetlerin zâhir mânasına bakarak ve bu husustaki sahih hadisleri dikkate alarak sûrun boynuz şeklinde kendisine üflenen bir âlet olduğu görüşüne varmışlardır. Bazı müfessirlerin “sûr, «sûret (şekil)» kelimesinin çoğuludur, ona üflemek de cesetlere ruh vermektir” şeklinde özetlenebilecek olan görüşleri pek itibar görmemiştir. Genel kabule göre sûr ismi verilen âlete bildiğimiz mânada üflenecek ve o da korkunç bir ses çıkaracaktır. Bu ses Allah Teâlâ’nın kıyameti kopardığına, kâinatın nizamını değiştirdiğine, bütün canlıları o esnada öldürdüğüne bir alamet olacaktır.
Sûra kaç defa üfleneceği de tartışma konusu olmuş, birden dörde kadar olacağını ifade eden görüşler serdedilmiştir. Bunların en kuvvetlileri iki ve üç defa üfleneceğini söyleyenlerin görüşleridir. Âlimler daha çok ikisi arasında tereddütte kalmışlardır. Âyetlerdeki ifadelerden kesin bir hükme varamayan müfessirler hadislere bakmışlar, onlarda da sahih bir rivayete ulaşamayanlar tevakkuf etmişlerdir. Bir kısmı iki de üç de olabileceğini, sayıları az da olsa bir kısmı ise üç defa olduğunu söylemiştir. Kur’ân’daki ifadelerin verdiği ağırlıklı kanaatlerine sahih kabul ettikleri rivayetleri de ilave eden müfessirlerin ekseriyeti ise sûra iki defa üfleneceğini, biriyle bütün canlıların öleceğini, ikincisiyle de bütün ölülerin dirilip mahşer meydanına toplanacağını ifade etmişlerdir.
Bazı rivayetlerden hareketle iki sûrun arasından kırk sene geçeceği genel kabul görmüş, ilk sûrda ölmeyecek olan, umumdan istisna edilenlerin “şehitler” olduğu çoğunluğun birleştiği kanaat hâline gelmiştir.
Sûra bir meleğin üfleyeceği âyetlerden anlaşılabilmekle birlikte bu meleğin isminin “İsrâfil (a.s)” olduğu ancak hadislerden öğrenilebilmiştir.
Kaynaklar
Abdurrezzâk b. Hemmam (1403). Musannef (I-XI), thk. Habîburrahmân el-A’zamî, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî.
Lekânî, A. (1955). Şerhu Cevhereti’t-tevhid (İthâfü’l-mürîd), Kahire: el-Mektebetü’t-Ticareti’l-Kübra.
Ahmed b. Hanbel (t.y.). Müsned (I-VI), Kâhire: Müessesetü Kurtuba, t.y. (Şuayb Arnaût’un değerlendirmeleri Şâmile programından alınmıştır.)
Âlûsî, Ş. (1415). Rûhu’l-me‘ânî fî tefsîri’l-Kur’âni’l-azîm ve’s-seb’i’l-mesânî (I-XVI), thk. Ali Abdülbârî Atıyye, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Başoğlu, T. (2006). “Muhkem” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXXI, 42.
Beğavî, Muhyi’s-Sünne (1417). Meâlimü’t-Tenzîl fî tefsiri’l-Kur’ân (I-VIII), thk. Muhammed Abdullah en-Nemr – Osman Cum’a Dumeyriyye – Süleyman Müslim el-Harş, Dâru’t-Taybe.
Beydâvî, N. (1418). Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl (I-V), thk. Muhammed Abdurrahman el-Mer’aşlî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
Beyhakî, Ahmed b. Huseyn (1406). el-Baʻs ve’n-nüşûr, thk. Şeyh Âmir Ahmed Haydar, Beyrut: Merkezü’l-Hıdemât ve’l-Ebhâsi’s-Sekâfiyye.
Beyhakî, Ahmed b. Huseyn (1423). Şuabu’l-iman (I-XIV), thk. Abdülalî Abdülhamid Hâmid – Muhtâr Ahmed en-Nedvî, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd.
Buhârî, Muhammed b. İsmail (1992). es-Sahîh (I-VIII), İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.
Cebeci, Lütfullah (2001). “İsrâfil” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXIII, 180.
Cevherî, Ebü’n-Nasr (1407). es-Sıhâh tâcü’l-lüğa ve sıhâhu’l-arabiyye, thk. Ahmed Abdülğafûr Attâr, Beyrut: Dâru’l-İlm li’l-melâyîn.
Çınar, A. (2006). “Din Dili: Dinî Sembol ve Ritüel”, Dindarlık Olgusu (Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri), Bursa: Kurav Yayınları.
Dârimî, Ebû Muhammed (1992). Sünenü’d-Dârimî (I-II), İstanbul: Çağrı Yayınları. (Eseri tahkik eden Huseyn Selîm Esed ed-Dârânî’nin değerlendirmeleri Şâmile programından alınmıştır.)
Ebû Dâvûd, Süleyman bin Eş’as (1992). Sünenü Ebî Dâvud (I-V), İstanbul: Çağrı Yayınları.
Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf (1403). Tuhfetü’l-erîb bi-mâ fi’l-Kur’âni mine’l-ğarîb, thk. Semîr el-Meczûb, el-Mektebetü’l-İslâmî.
Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf (1420). el-Bahru’l-muhît fi’t-tefsîr (I-X), thk. Sıdkî Muhammed Cemîl, Beyrût: Dâru’l-Fikr.
Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillah (1394). Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ (I-X), Mısır: es-Saâde.
Ebü’s-Suûd, M. (t.y.). İrşâdü’l-akli’s-selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm (I-IX), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
Ferrâ, Ebû Zekeriyya (t.y.). Meâni’l-Kur’ân (I-III) thk. Ahmed Yûsuf en-Necâtî – Muhammed Ali en-Neccâr – Abdü’l-Fettâh İsmail eş-Şelebî, Mısır: Dâru’l-Mısrıyye.
Gazâlî, Ebû Hâmid (1409). ed-Dürretü’l-fâhire fî keşfi ulûmi’l-âhire (Mecmuatü resâili’l-İmâm el-Gazâlî içinde), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Gaznevî, C. (1419). Kitabu Usûli’d-dîn, thk. Ömer Vefîk ed-Dâûk, Beyrut: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiye.
Hâkim en-Neysâbûrî (1411). el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn (I-IV), thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî (t.y.). Kitâbu’l-Ayn (I-VIII), thk. Dr. Mehdî el-Mahzûmî – Dr. İbrahim es-Sâmirrâî, Dâru ve Mektebetü’l-Hilâl.
Heysemî, N. (1414). Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid (I-X), thk. Hüsâmüddîn el-Kudsî, Kâhire: Mektebetü’l-Kudsî.
İbn Atiyye el-Endelüsî (1422). el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz (I-VI), thk. Abdüsselam Abdüşşâfî Muhammed, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
İbn Ebî Hâtim er-Râzî (1419). Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (I-XIII), thk. Es’ad Muhammed et-Tîb, Memleketü’l-Arabiyyeti’s-Suûdiyye: Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz.
İbn Ebî Şeybe (1409). Kitâbü’l-Musannef fi’l-ehâdîsi ve’l-âsâr, thk. Kemâl Yûsuf el-Hût, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd.
İbn Kayyım el-Cevziyye (t.y.). er-Rûh fi’l-kelâmi alâ ervâhi’l-emvât ve’l-ahyâ bi’d-delâili mine’l-Kitâbi ve’s-Sünneti, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
İbn Kesîr (1420). Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (I-VIII), thk. Sâmî b. Muhammed Selâme, Dâru’t-Taybe.
İbn Kuteybe ed-Dineverî (t.y.). Ğarîbu’l-Kur’ân, thk. Saîd Lahhâm, y.y.
İbn Mâce (1992). es-Sünen (I-II), nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, İstanbul: Çağrı Yayınları.
İbn Manzûr, M. (1414). Lisânü’l-Arab (I-XV), Beyrut: Dâru Sâdır.
İbn Mende (1406). el-Îmân (I-II), thk. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle.
İbn Râheveyh (1412). Müsnedü İshâk b. Râheveyh (I-V), thk. Abdülğafûr b. Abdilhak el-Belûşî, el-Medînetü’l-Münevvera: Mektebetü’l-İman.
İbnü’l-Cevzî (1422). Zâdü’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr (I-IV), thk. Abdürrazzâk el-Mehdî, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî.
Koç, T. (1998). Din Dili, İstanbul: İz Yayıncılık.
Kurtubî (1384). el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân (I-XX), thk. Ahmed el-Berdûnî – İbrahim Itfeyyiş, Kâhire: Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye.
Kurtubî (1425). et-Tezkira bi-ahvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âhira, thk. es-Sâdık b. Muhammed b. İbrahim, Riyad: Mektebetü’l-Minhâc.
Malik bin Enes (1992). el-Muvatta’ (I-II), nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, İstanbul: Çağrı Yayınları.
Ma’mer b. Müsennâ, Ebû Ubeyde (1381). Mecâzü’l-Kur’ân (I-II), thk. Muhammed Fuad Sezgin, Kâhire: Mektebetü Hancî.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr (1426). Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne (I-X), thk. Mecdî Baslûm, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Mücâhid b. Cebr (1410). Tefsîru Mücâhid, thk. Dr. Muhammed Abdüsselâm Ebu’n-Nîl, Mısır: Dâru’l-Fikri’l-İslâmi’l-Hadîs.
Müslim b. Haccâc (1992). es-Sahîh (I-III), İstanbul: Çağrı Yayınları.
“Nefha” md. (2006). Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 523.
Nesâî (1992). Sünenü’n-Nesâî (I-VIII) İstanbul: Çağrı Yayınları.
Neysâbûrî, N. (1416). Ğarâibu’l-Kur’ân ve reğâibu’l-Furkân (I-VI), thk. Zekeriyya Umeyrât, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Nu’mânî, S. (1419). el-Lübâb fî ulûmi’l-Kitâb (I-XX), thk. eş-Şeyh Âdil Ahmed Abdülmevcûd – eş-Şeyh Ali Muhammed Muavviz, Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Râgıp el-Isfahânî (1412). el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnân ed-Dâvudî, Dımeşk: Dâru’l-Kalem.
Râzî, F. (1420). et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-ğayb) (I-XXXII), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
Sâlihî ed-Dımeşkî (1417). Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (I-II), thk. Şuayb Arnaût – Abdullah b. Muhsin et-Türkî, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle.
Sefârînî (1402). Levâmiü’l-envâri’l-behiyye ve sevatıu’l-esrâri’l-eseriyye li-şerhi’d-Dürrati’l-mudıyye fî akdi’l-firkati’l-merdıyye (I-II), Dımeşk: Müessesetü’l-Hâfıkayn.
Semerkandî, Ebü’l-Leys (t.y.), Bahru’l-ulûm (I-III), y.y.
Süyûtî, C. (1405). el-Habâik fî ahbâri’l-melâik, thk. Muhammed Saîd b. Besyûnî Zağlûl, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Süyûtî, C. (1416). el-Büdûrü’s-sâfire fî ahvâli’l-âhire, thk. Ebû Abdullah Muhammed Hasan, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Taberî, Muhammed b. Cerîr (1420). Câmiu’l-beyân fî te’vîli’l-Kur’ân (I-XXIV), thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-Risâle.
Tirmizî (1395). es-Sünen (I-V), thk. Ahmed Muhammed Şâkir – M. Fuad Abdülbâkî – İbrahim Atve Ivaz, Mısır: Mektebetü Mustafa el-Bâbî.
Tirmizî (1992). es-Sünen (I-V), İstanbul: Çağrı Yayınları. (Elbânî’nin değerlendirmeleri Şâmile programından alınmıştır.)
Tokat, L. (2009). “Dinin Sembolik Dili”, Milel ve Nihal, cilt: 6, sayı: 1, Ocak-Nisan.
Topaloğlu, B. (2002). “Kıyamet” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), XXV, 516-517.
Ukaylî, Ebû Ca’fer (1404). ed-Duafâü’l-kebîr (I-IV), thk. Abdülmu’tî Emîn Kal’acî, Beyrut: Dâru’l-Mektebeti’l-İlmiyye.
Yavuz, Y. Ş. (2006). “Müteşâbih” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXXI, 204.
Wensinck, A. J. (1992). el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâzi’l-hadîsi’n-Nebevî (I-VIII), Leiden.
Yazır, E. M. H. (t.t.). Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul: Eser Kitapevi.
Yıldırım, S. (1996). Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, İzmir: Işık Yayınları.
Zemahşerî (1407). el-Keşşâf an hakâiki’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl (I-VI), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî.

[1] Tirmizî bu hadisin “hasen”, Elbânî ise, “sahîh” olduğunu söylemiştir.

16 Ağustos 2017 Çarşamba

Elektomanyetik Enerji Ve Ruh


           Ve her kim muhsin olduğu halde yüzünü Allah'a teslim ederse muhakkak ki, en sağlam kulpa sarılmıştır. Bütün işlerin akibeti Allah'a dönecektir.


 

"Diğeri yoktur sadece BİRi vardır! Diğerine baktığınız zaman, gerçekte kendinizin bir başka versiyonunu görürsünüz."
"Sevgi iki bendende yaşayan tekbir ruhtan oluşur."
"Önemli karşılaşmalar, vucütlar birbirini görmeden uzun süre önce ruhlar tarafından tasarlanır."
"İki kişinin karşılaşması iki kimyasal madenin birbirine dokunmasına benzer. Ruhsal reaksiyon (duygusal etkileşim) başlarsa iki kişilik birden değişir."

 
Ruh Nedir?
Modern tıbbın kurucusu olarak bilinen Patolog Rudolf Wirchof, ‘Hayatımda binlerce ceset kestim, ruh denen bir şeye rastlamadım’ demişti. Fakat amacı insanı anlamak olan pek çok bilim adamı, bu yargının ötesine geçerek insandaki bedenin dışında psikolojik terimle ‘self’ şeklinde ifade edebileceğimiz, geleneksel terminolojimizde ise ‘nefs’ diye bilinen ‘kendilik’ yani ‘öz’ün farkına varmıştır. ‘Nefs’ ya da ‘öz’ diye tanımlanan kavramla, spritüel olarak tartışılan ‘ruh’ arasında nasıl bir bağlantı olduğu ve bu kavramların sınırlarının neye dayanarak belirleneceği önemlidir.
Materyalist pozitivizme göre, nasıl karaciğerin salgısı safra ise, beynin salgısı da davranışlardır ve bunlar adeta beynin birer sonucudur. Buna göre beyin, davranış, duygu ve düşüncelerimizin kaynağıdır; Bunun üzerinde bir güç ve varlık yoktur. Ancak bu görüş tartışmaya açıktır. Zira bütün duygu, düşünce ve davranışlar insan beyninin ürünü olarak düşünüldüğünde, ‘açıklanamayan bilgiler’in kaynağının ne olduğu sorusuna cevap veremeyiz. ‘Sembolik, soyut ya da sanatsal düşünce nasıl ortaya çıkmaktadır?’ ‘Beyin bu kadar mükemmel bir düşünce grubunu nasıl bir araya getirmekte ve tek başına hiçbir aklı olmayan hücreler buluşup, akıllı bir hücreyi nasıl ortaya çıkarmaktadır?’ Bu sorulara pozitif bilimin bilinç kavramıyla açıklama getirmesi, konuyu yeterince aydınlatamamaktadır.
Ruh Nasıl Bir Programdır?
İnsanın doğumuyla beraber varlığını gösteren ve yaşanan gerçekler karşısında gelişebilen ruh programı; yaratıcı iradenin insanoğluna ikramıdır. Bilindiği üzere insan dışındaki hiçbir varlık yaratılışına ve sonrasındaki sürece dair sorgulama, hatta itiraz etme özelliklerine sahip değildir. İnsanlık alemi, Hz. Adem’den beri, bu yönüyle Yaratıcıya muhatap olmuştur.
Ruhu somut olarak bilgisayar programlarına benzetebiliriz; bilgisayar programları, bilgisayara içi boş olarak yüklenir ve biz ona kendi ilgi alanlarımız, zevklerimiz, yeteneklerimiz doğrultusunda programlar kaydedip; yine bunlara uygun dosyaları arşivleyerek genişletiriz. Programı ne kadar çok kullanırsak, o kadar zenginleşip geliştiğini de bu sayede fark ederiz. İnsan da ruhunu ne ölçüde geliştirirse, ona bu ruhu yazanla arasında o kadar güçlü bir ilişki kurulacaktır. Şuuru yerinde olan bütün insanların ruh programı genetik olarak aynı olmasına rağmen, az sayıdaki insan bu programa bilgi yükleyip gerektiği gibi kullanabilmektedir.

Radyoya İlham Veren Ruh Programı
Bilgisayarın yazılım ve donanım özelliklerinin yanı sıra üçüncü bir özelliği de ‘bağlanabilir’ olmasıdır. Hesap makinesiyle internete girme imkanı yoktur ancak bir bilgisayar, bağlantı kurduğunda, internete girerek pek çok bilgi kaynağına ulaşabilir. İnsandaki ruh programının da ‘bağlanabilirlik’ özelliği vardır. Bu vasıf, belli bir salınım ve titreşim gerektirir. İnsanda titreşimi sağlayan unsur, duyguların gerektiği şekilde yaşanması ve bu yolla ruhun inceliklerinin keşfedilmesidir. Yapılan araştırmalar, insanda üç çeşit temel duyunun olduğunu tespit etmiştir. Bunlardan birincisi dokunmak, fiziksel temas, ışık gibi mekanik duyular; ikincisi, tat, koku gibi kimyasal duyular; üçüncüsü ise, manyetik duyulardır. ‘Manyetik duyu’ hayvanlarda da vardır. ‘Altıncı his’ gibi ifadelerle anlatmaya çalıştığımız bu duyu, olacakları hissedebilme yetisinin hayvanlarda da olduğunu göstermektedir. Bu arada şu soru da akıllardan uzak tutulamaz: Manyetik duyuların insandaki yüksek duyguların kapısı, onların algılama kısmı olup olamayacağına dair sorulması muhtemel soruyu bir duyumuzu modelleyerek cevaplandırabiliriz: Ses titreşimini mekanik kulakta algılarız; iç kulağımızda ‘quartz kristalleri’ vardır. Titreşimler, ‘piezo-elektrik’ denilen bir olayla, kulağımızdaki ses enerjisini elektrik enerjisine dönüştürür. İşitme duyusu olarak kulak, işitme enerjisini elektrik enerjisine dönüştürmekle görevlidir. İşte insanda da sevgi, nefret, öfke gibi duygular mevcuttur. Bu duygular, beyindeki elektrik enerjisini radyo enerjisine çevirir. Yahut da çevreden gelen sevgi gibi manyetik enerjiyi beynimizin bir bölgesi elektrik enerjisi haline getirerek, beynin algılamasını sağlar. Manyetik duyguyu, duyu ve enerjiye çeviren beyin, onu kimyasal ve elektriksel olarak ‘proses’ eder ve biz de bu yolla algılamaya başlarız. Bu durum, henüz kanıtlanmış olmasa da aklî veriler ışığında beynimizdeki manyetik enerjiyi elektrik enerjisine dönüştüren mekanizmanın varlığını ve kablosuz bağlantılarımızın gerçekleşme halini göstermektedir.

Sevgi, Foton Enerjisi Gibidir
İnsanı kendi içinde bir radyo istasyonuna benzetirsek, elektrik enerjisinde saklı olan egosunu görebiliriz. Bu radyo istasyonunun içinde teybe kaydedilmiş olanlara benzer bilgiler yer almakta ve bu da insana yetmektedir. Ancak bağlanabilirlik özelliğinin aktif olması için, üzerindeki ‘açma’ tuşunun anahtarıyla oynanması gerekir. Aksi halde insan, içindeki mevcut bilgilerle yaşadığında bir hesap makinesinin sınırlarında yaşamış olacaktır. Fakat içinde televizyon kartı da bulunan bir bilgisayarımız olduğunda; internete bağlanmak bir yana dünyadaki diğer kanalları da izleyeceğimiz bir güce kavuşuruz.
Hayvanlar insanlardan farklı olarak tıpkı bir radyo ya da teyp gibi, elektrik olduğu sürece çalışan ve içine kaydedilmiş bilgileri kullanan bir yapıdadır; yiyip içerler, cinselliklerini yaşarlar ve temel ihtiyaçlarını karşılarlar. Ama evrendeki bilgiyi alabilecek bir FM bantları yoktur. Oysa insan, megahertz üzerinden gelen titreşimle RF, Radyo Frekansı dalgaları ile ilahi radyoya bağlanır. Bu bağı oluşturan sevgidir. Sevgi gönlün enerjisi, kalbin özüdür. Buradaki kalpten kasıt, bir uzuvdan öte gönül boyutudur. Tıpkı foton ışınları gibi…
Elektronlar, kütlesi olan ışınlardır ve elektrik bu ışınlardan üretilir. Fotonlar da ışık benzeri her tarafa yayılabilen kütlesiz ışınlardır. Sevgi, foton enerjisinden oluşmuş gibidir. Hatta son yıllarda ışık hızından daha hızlı bir enerji parçacığından söz edilmekte ve ismine ‘psikon’ denilmektedir. Vücudumuzdaki elektrik devrelerini çalıştıran elektron özellikli bir enerjiyken; sevgi, foton özellikli kütlesiz bir enerjidir. Kalp ise bir ‘baz istasyonu’ gibi vericilerle bağlantı kurar. İçindeki duyguları ve fikirleri gönderir; yahut dışarıdan gelen bilgileri alır. Bu özelliği ile uyduya çıkma imkanı doğar. Hayvanlar sadece elektronik bir alete benzerken; insan bilinçli belleği olan, elektromanyetik bir cihaz gibidir. Çünkü hayvanlar içlerindeki programa birebir uysalar da, onlarla ‘online’ bağlantı kuramazlar. Zira onların yaratılışları ancak bu kadarına izin vermiştir. Yaratılışın sınırlı tutulduğu yerde, gelişim de yavaştır. Oysa imkanlar verildiği ölçüde, programın içi doldurulur, geliştirilir ve iyi yolda kullanılırsa, sistemin iyi tarafları ön plana çıkar.
İnsanda biri sabit biri değişken olmak üzere iki program vardır. Hayvanlarda ve diğer canlılarda geliştirilme özelliği bulunan ikinci bir programdan söz edilemez. İnsanın ayrıcalığı, beyninde doğuştan var olan işletim sistemindeki bu programın, yüklenebilir halde bulunmasıdır. Bu durum diğer canlıların yoksun oldukları, kabiliyetleri ve sınırları çok geniş bir işletim sisteminin, insan beyninde mevcut olduğuna işarettir.
İnsanın yeteneklerini keşfederek kendini geliştirmeye çalışması, onu yaratanın dikkatini çeker ve kişi Yaratıcı ile muhatap olma melekesini ilerletir. Zaten insanı insan yapan özelliklerin başında; kendisini, hayatı, yaratılanları sorgulayabilme ve cevaba ulaşma özelliği vardır. Mesela, psikiyatri alanında çalışan hekimler olarak beyindeki hücreleri birbirine bağlayan elektronik devreleri inceleyip, bu devrelerdeki arızaları düzeltmeye uğraşırken; insandaki sabit programın varlığı ve buna yeni programlar ekleme özelliğimizin olduğu gerçeğiyle tekrar tekrar karşılaşmamız söz konusudur. ‘İnsan bilgisayarına neden ruh programı yüklenmiştir ve daha da önemlisi ruhu yükleyen dış güç kimdir?’ sorusu, İlahiyat alanının cevaplayacağı bir sorudur. Pozitif bilimler ise, ‘mevcut işleyişin nasıl vücuda geldiğini ve ne şekilde çalıştığını’ izlemeye yoğunlaşır.

Ruh ve Güneş İlişkisi
Ruh insanda bir özellik olarak görülen, kütlesiz bir enerjidir. Güneş, söndükten ancak sekiz dakika sonra kaybolur. Işığı dünyaya, saniyede 300.000 km hızla gelir. Onun dışındaki farklı bir enerji türü de ruhtur. Ruh, zaman ve mekan kavramından uzaktır. Güneş bu anlamda yarı nurani diyebileceğimiz bir özelliğe sahipken ruh, tam anlamıyla nuranidir; hiçbir maddesel kayda -zaman kaydı da dahil- tabii değildir. Oysa foton enerjisi, kütlesi olmasa da ve çok minimal düzeyde kalsa da, güneş zaman ve mekandan kopuk değildir.
İnsan beynindeki bir bölge, evrendeki dalgalarla etkileşen bir özellik göstermektedir. Her enstrümanın bağımsız olduğu bir orkestrada orkestra şefinin bulunması halinde bütün enstrümanlar, şefin komutlarıyla çalar. Mesela, ayrı üç gitar çalınıp, üçü de aynı sesi verdiğinde bu üçünün osülasyonu birbiriyle örtüşür ve büyük bir ses ortaya çıkar. Ama gitarlardan birisi farklı bir ses verdiği zaman orkestradaki ahenge uymadığı için onun sesi, diğerlerinin arasında sırıtacaktır. İnsan beyninde de evrendeki salınım ve titreşim vardır. O titreşimle buluştuğumuzda, beynimiz adeta Yaratıcıya ulaşır. Hayatın anlamını kavramaya çalışan insanın beyinde Yaratıcının beklentisine uygun olan osilasyon üretimini başarmak için, evrendeki akılla ortak bir etkileşime girmesi gerekir. Dindar insanlar, bunu başarmışlardır. Beyinde evrendeki dalgalarla etkileşen bölge, aslında ruh denilen akıllı bir enerjinin, evrendeki akılla etkileşime girmesi sonucunda, bir anlamda otonom yani kendi başına çalışan, yemek içmek, üremek ve korunmak için yaşayan bir varlığın ötesine geçerek, bir bütünün parçasına dönüştüğünü gösterir. Bu, insanın kendisini güvende ve rahat hissetmesine yardımcı olur.
İnsan, yaratıcıyla etkileşime girmediği ve beyin bölgesi onu hissedemediği takdirde kendisini yalnız hisseder. Yalnız bu noktada şu soru bir tartışma konusu olmuştur: İnsandaki bu güven duygusu mu beyindeki o bölgeyi aktif hale getirmektedir, yoksa evrendeki enerji ile etkileşime girdiği zaman mı beyin bu duyguyu aktif kılar? Bu bilimsel tartışma konusu, ne derece sebep sonuç ilişkisiyle değerlendirilir bilinmez ama insan beyninin bir bölgesi harekete geçtiği zaman, kişinin kendisini mutlu ve güvende hissettiği açık bir gerçektir. Bunu başarabilmek için akıl, duygu ve ruh arasındaki tanımlamaları iyi bilmek gerekir. Ruh, insandaki iç gerçeği araştırırken, akıl daha çok dış gerçeklerle uğraşır. Ruh, insanın içinden gelen duygu ve heyecanlara karşı daha duyarlıdır. Sonuçta insana yaşama sevinci veren şey, bu üç melekenin ortak sonucudur.

RUH AKIL KALB HİYERARŞİSİ
Mevlana kalb akla, akıl ruha esirdir diyor. Bu bilgi yeni psikoloji teorisine tam uyuyor. Hatta ruh için beynimize paralel bir kuantum paralel beyin var mı? Bu beyine psikon beyni diyebilirmiyiz? sorusuna cevap aranıyor.
İnsan evrende okyanusun ortasındaki bir gemi gibidir. İçindeki duygusal enerji, onu ayakta tutar; akıl enerjisi ne yapacağını planlar ve ruhsal enerjisi karayla bağlantısını sağlar. Kimi zaman mutlu olduğu halde, okyanusun ortasında nereye gideceğini bilemez bir halde bulunabilir. Ya da denizde ilerlerken geçici bir mutluluk yaşasa da, aklını kullanmadığı takdirde nereye gideceğini bilemeyeceğinden mutluluğu geçici bir mutluluk haline gelebilir.
Ruh karadaki radyo istasyonuyla bağlantı kuran bir telsiz gibidir. İnsan kendini yalnız hissetse de ‘benim evrende bir Yaratıcım var’ düşüncesi ona kainatta yalnız olmadığı hatırlatacaktır. Ruhsal gerçeklik, insanın bütün evrenle bağlantı kurmasını sağladığı gibi, kişiye evrendeki bütünün bir parçası olduğunu da hissettirir.
Ruhun dışında akıl, insanın rotasını belirleyen bir başka öğedir; duygu ise onu ayakta tutar ve ona enerji verir. Üçü bir arada olmadığı zaman, o kişi mutlu olamaz. Eğer bir kimse duygusal enerjisinin yardımıyla kendisini motive edebiliyor ve aynı zamanda aklını da kullanarak problemlere karşı çözüm üretebiliyorsa, ruhu da ona yardım edecek ve ondan gelen sinyallerle hayatta, olması gerektiği gibi ilerleyecektir. Kişinin duygu ve aklında bir problem olmadığı halde, ruhuyla bağlantısı yoksa hayat rotasını şaşırma ihtimali yüksektir. Bu sebeple diyebiliriz ki; semavi dinlerle bağlantısı olan kişiler daha az hata yapmaktadırlar. Ruh bağlantısını kurmamış olanlar da doğru yolu bulurlar; ancak onlar yollarında tamamen deneme yanımla yöntemi ile ilerlerler. Semavi kaynaklardan ilham almayı ancak ruh başardığı için ruhsal bağlantısı güçlü olanlar, büyük yerle alışveriş yaparlar. Akıl ise, ancak kendi kaynaklarıyla yetinir.

Ruh Hastalanır mı?
Psikiyatrik hastalıklar uzun süre ‘ruh hastalığı’ şeklinde tarif edilmiştir. Bunun sebebi, bilgisayardaki devrelerde sorun olduğu zaman işlevinin kaybolması ve görüntülerin karışması gibi; insanda da sevgi, nefret, öfke ya da diğer duyguların gizli kalması veya gereğinin üzerinde varlık göstermesiyle, beyindeki elektronik ve kimyasal devrelerin bozularak ruhun varlığını gizlemesi sonucu bir nevi şizofrenik, akıl sağlığı bozuk davranışların ortaya çıkmasıdır. Burada ruhun kendisinden öte, ruh programı bozulmuştur. Yazılımda hata olmadığı halde elektronik devrelerdeki hata, ruh hastalığı şeklinde algılanmaktadır. Hekimlerin tavsiyesiyle alınan ilaçlar, beyindeki elektronik devreleri düzelttiğinde, program yeniden çalışır hale gelir.
Tıpkı bilgisayarların zaman zaman ‘reset’lenmesi gibi, insanın da kimi zaman yeniden yapılanması gerekmektedir. Bu yenilenme, kişinin evrendeki kozmik enerjiyle devamlı bağlantı kurması ve bağlantı sırasında, programda oluşacak virüsleri temizlemesiyle mümkün olur. Virüslerin bilgisayardaki programları sabote etmesi gibi, insanın ruh programını da sabote eden virüsler vardır. Yalan söylemek, hile yapmak, haksızlıkta bulunmak, saldırganlık gibi çevreye zarar veren her şey, bir virüstür. Virüslerin en kötü özelliği, amaca giden yolda insanı geri planda bırakmasıdır. Belli bir hedefe yönelik olarak gerçekleşen hayat yolculuğunda, şeytani virüsler bir engelleyici niteliği taşır ve hatta hayatı bloke eder. Virütik düşünceler, kişiyi zevk tuzaklarına düşürür. Bitmez tükenmez arzular ve bencil bir yaşam tarzı olarak özetlenebilecek virüsler, ana programın düzgün çalışmasını engellediğinden, temizlenmesine ihtiyaç vardır. Fakat temizlik bir defaya mahsus değildir. Tek defalık temizlik, insanın bütünüyle kurtulması anlamına gelmez. Doğru olan, koruma programları ve antikorlar geliştirerek bundan sonraki süreçte gelebilecek saldırılara karşı da tedbir almaktır. Dinamik bir varlık olan insan bu çabasını devam ettirebilirse, kendisine ve yaratıcısına karşı görevini yapmış ve insan olmanın gereğini yerine getirmiş olur. Aynı zamanda bu durum, ‘Büyük İrade’ tarafından da ödüllendirilir.
BİLİNÇ VE YAYILAN ENERJİ
Bilinç, insanın varoluşunun farkında olma özelliği şeklinde açıklanabilir. Kuantum fiziğinin tartıştığı bir alan olarak bilinç konusu, son yıllarda temel bilinç kavramıyla birlikte değerlendirilmektedir. Kuantum fiziği ile sinir bilimi arasındaki ilişkiyi araştıran bu bilim dalı; evrenin enerji bantlarından oluşan bir sistem olduğunu, bilinçli olma halinin ise ayrı bir frekans olarak insana verilmiş bir özellik olarak ortaya çıktığını belirtmektedir. Bu özellik, beyindeki metakognisyon genleriyle ifade edilen kişinin kendisinin ve zamanın farkına varmasını sağlar.
Evrende yayılan bir enerji vardır ve bunun dışındaki sabit enerjiler madde şeklinde özetlenebilecek ısı, ışık, radyo frekansı ve ruh gibi yayılan enerjilerdir. İnsanda ise diğer canlılarda olmayan bazı ruhsal yetenekler vardır. Bu yetenekler insanı diğer canlılardan ayırmaktadır. Böylelikle soyut mücerret diye adlandırdığımız kavramların yayılan ve kuşatan bir enerjinin uzantısı olduğunu görebiliriz.
Bilgisayarın elektrik fişinin çekilmesi ne ise, ruhun bedenden ayrılması da odur. Kalp ölümü ile beyin ölümü arasındaki fark işte bu noktada ortaya çıkar. İnsanda kalp ölümü olmamasına rağmen beyin ölümünün gerçekleşmesi, bitkisel, otonomik hayat diye tarif ettiğimiz durumdur. Yiyen, içen ama hareketsiz şekilde yaşayan bu insan, hareket edebilirse; hayvansal türde yaşamış olacaktır. Çünkü harekette bir irade vardır; beynin orta kısımlarının çalışması hayvansal hayatın devam ettiğini göstermektedir.
Evreni kuşatan enerjinin ruhsal enerji kısmını dönüştüremeyen otistik çocuklarda da sınırlı bir yaşam söz konusudur. Bu çocukların beyindeki dönüştürücüler çalışmadığı için enerjilerinin gereken bölümünü aktif hale getirmeleri zordur. İnsanın zaman, mekân kavramı, varoluşu ile ilgili soruları, neşe, sevinç gibi duyguları yaşadığı alan beyindir ve kişi bu bilinci sağlanamadığı takdirde yalnızca yiyen, içen ve boşaltan bir varlığa dönüşür. Yaşadığımız hayat tarzının devam etmesi için, beyin kabuğu ve beyindeki limbik sistemin çalışması gerekmektedir.
Beyin kabuğunun dışında ve beyinde duygu süreçlerini yöneten alanlar vardır. Bunlar, duygu boyutu olan soyut bilgilerin kaydedildiği bölgelerdir. Anlam ve duygu boyutu olan kararlar vermek, sözcük üretmek, sözcüklere anlam katmak ve anlam katılan sözcükleri dillendirmek; limbik sistemde beynin yerine getirdiği fonksiyonlardandır. Beyindeki bu bölümlerde eksiklik meydana geldiği takdirde, ‘ruh hastalığı’ dediğimiz hastalıklar ortaya çıkar.
Esasında ruh hastalığı, evreni kuşatan enerjinin beyinde bir enerjiye dönüşememesiyle ilgilidir. Beyinde bu konuya ilişkin bağlantı ve devreler çalışmadığı takdirde; onun ürettiği sinyallerin, evrensel ilişkiye bağlanabilirliği bozulmakta ve hastalık ortaya çıkmaktadır. Bu sebeple evrendeki çekim kanunu ve enerji bağlanabilirliği oluşmakta ve sonuçta ruh ile beden ilişkisi arasında fark ortaya çıkmaktadır.

Rahmanın Nefesi Olarak Ruh 
İnsanın yaratılışına baktığımızda, soyut anlamda dinler aracılığıyla gelen “ideal insan” modeli vardır. Bu modele uygun olmaya çalışmak önemlidir. Evrendeki dengeyi incelediğimizde evreni yaratanın bir amacı olduğu görülmektedir. Bize tevhidi öneren dinler, bu tezle hareket etmektedirler.
İbrahimî dinlerin orijinal tezlerine baktığımızda, insanın “nefes” olduğunu söylediklerini görürüz. İnsan ruhunu ilahi nefes olarak adlandıran tasavvufi bakış, İslam Peygamberinin varlık, ‘nefha-i rahmandır’ diye adlandırdığı ruhun ifadesidir. Allah tarafından insana üflendiği söylenen ruh da, insana aktarılan bir enerji transferinden bahsetmek mümkündür. İnsan üfürdüğü zaman bile içindeki bir şeyi karşısındakine aktarmaktadır. Hz. Muhammed, kendisine peygamberliğin geldiği ilk yıllarda, bir damla su da milyonlarca canlı olduğunu söylese, ruhun evrendeki salınım ve titreşimlerle münasebetini dile getirse buna kimse inanmazdı. Allah maddî bir varlık olmadığı ve ciğerleri de olmadığı için, ‘üfürme’ denildiğinde Allah’ın bazı özelliklerini kullarına aktardığı anlaşılmaktadır. Üfürme kavramını, bilgi ve özelde de vahiy olarak düşünebiliriz.

Vahiy, Bilgi Transferidir
Evren aslında bilgi ve bilginin çeşitli şekillere bürünmesi demektir. Mesela, bilginin madde şekli olduğu gibi enerji şekli de vardır ve bu dijital format biçiminde kendini gösterir. Evrende bilginin elektromanyetik biçimi, yüksek frekans boyu ve görme bandındaki şekilleri, kızılötesi dediğimiz ısıları okuyan biçimi ya da mikrodalga şekli, radyo frekansı şekli ve en sonunda da ruh enerjisi şekilleri vardır. Bütün bu bilgiler, evren eşittir bilgi, tezini doğurmaktadır.
Allah’ın kendi bilgisinden evrene ilettiği bilginin somut örneğini bilgisayar gibi düşünebiliriz. Bilgisayar, bilgiyi işleyen bir makinedir. Dijital formata çevrilebilen her bilgi, nakledilebilir ve bilgisayarda görünür hale dönüşerek okunabilir. Hayata dair bilgi de, “var” ve “yok” noktalardan ibarettir. Bu şifrelerdeki varlık ve yokluk, pozitif ile negatif olanın aynı yerde bulunduğunu gösteren bir dualite gerçeğidir.
Evrenin bilgisi otuz katlı bir inşaat yapacak olan mimarın, inşaata başlamadan önce iki sene proje çizmeye uğraşmasına benzer. Projenin uygulanması için sırasıyla ilim, irade, para ve zamanın olması gerekir. İlim tek başına yetmeyeceğinden buna eşlik eden, uygun yerde, uygun zamanda ve uygun şekilde yapma manasını ifade eden; hikmet gerekir.
Evrendeki bilginin yaratılışa dair bir dili vardır. Buradaki enerji bandı da bir dalga fonksiyonudur. Titreşimler hızlı olduğundan ve dalga boylarının bizim algılayamayacağımız süratte ilerlemesinden dolayı, ‘var-yok’ şeklinde gözüken dalga boylarını algılamak, insan için zordur. Bu şekliyle evrenin noktalardan ibaret olduğunu söyleyebiliriz.
Gama röntgen ışınları, çok yoğun ışınlardır. Madde de bir titreşimdir ama gama ışınları gibi ışınlar maddeyi geçmektedirler. Görünen ışınlar yedi renk aralığındaki ışınlardır. Biz diğerlerini göremediğimiz için; etrafımızdan ses, görüntü ve renk geçmiş olmasına rağmen onları ‘yok’ olarak kabul ederiz. Röntgen ışınları, ultraviyole adını verdiğimiz morötesi ışınlardır.
Varoluşun gerçekleşmesi için varlığa devamlılık ve sonsuzluk katılması gerekir. İnsanın mutluluk arayışı bile bu sebeple sonsuzluk arzusu.

Ruh ve Ölüm
Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi isteyen okuyuculara ‘İnanç Psikolojisi’ kitabımı hatırlatarak ruh ve ölüm konusuyla yazıya son vermek istiyorum. Evren, kuşatan, büyük bir enerji; varlıklar ise bu enerji içerisinde birer sinyaldir. Oksijen, karbon, kedi, köpek ya da insan; yani varlığını devam ettiren her şey, birer sinyaldir. Sinyallerin parmak izi gibi iyon yükleri ve birer tanımlaması vardır.
Ruh ise iyon yükünün dışında, radyo frekansı şeklinde bir sinyaldir. Ölüm dediğimiz şey, ruh ile bedenin ortak olarak çalıştığı sürenin sonlanması demektir.
Ruh, yetenekler kümesidir ve bu kümedeki kimi yetenekler, kişinin kendisi tarafından geliştirilmekte ya da yarım kalmaktadır. İnsanın kendisine bahşedilmiş nimetleri hakkıyla kullanması önemlidir.
Sonsuzluğa inanan kişi, dünyanın ezelden gelip ebede giden hayat çizgisinde bir dilim olduğuna inanır. Bu dilimde kendisine sorular sorulur; o, bu sorulara verdiği cevaplara göre değerlendirilir.
İnsandaki bütün bilgiler, bir bilgisayarın harddiski gibi, uzun bellekte mevcuttur. Bu konuda literatüre girmiş şöyle bir vakıa vardır; Trafik kazası geçiren bir insanın başında bulunan meraklı bir nörolog, hasta koma halindeyken onunla uzun uzun konuşup, bütün konuştuklarını kaydetmiş; hastası komadan çıktıktan sonra ona konuşmalarının kaydını dinletmiştir. Kayıtlarda İtalyanca konuştuğunu duyan hasta, İtalyanca bilmediğini söylemiştir. Bu bilgiye, ilk önce kendi düşüncelerine delil oluşturacağını düşünen reenkarnasyoncular sahip çıkmışlardır. Ancak hastanın geçmişi araştırıldığında; babasının diplomat olduğu ve İtalya’da kaldıkları çocukluk yıllarında kendisiyle İtalyan bir bakıcının ilgilendiği, bakıcının kimi zaman çocukla İtalyanca konuştuğu ortaya çıkmıştır.
Hayatın ilk yıllarında öğrenilenler, belleğin alt katmanlarında, ileride öğrenilenler ise daha üst kademelerde yer bulurlar. Edindiği bilgileri muhafaza eden insan öldüğünde, sadece enerji bandını değiştirmiş olur. İnsan için enerji bandının önceliği hayat devam ettiği sürece maddî boyutta, öldüğünde ise anlam boyutunda seyreder.
Evreni kuşatan sonsuz enerji, sinyal üreten bu varlığa yani yaratılmışa; dünyadaki dolaşımını bitirdikten sonra başka bir yaşamda varlığını devam ettirmesi için izin vermektedir. Bu sebeple hiçbir canlı, sinyali sönmedikçe yok olmayacaktır. Bu duruma en iyi örnek son yılların icatlarından GPRS sistemidir. Arabalara yerleştirilen bu cihazla frekans kodundan o arabanın nereye gittiğinin bulunması mümkün olmaktadır; teknolojinin bu imkanı insan için de geçerlidir.
İnsanın sinyali, parmak izi gibidir ve onu evrendeki enerjiden bağımsız düşünmek mümkün değildir. Bu sebeple, her bilim dalı ve her disiplin birbirini tamamlamaktadır. Evren bir bilgi kümesidir ve bu bilgi tüm evrene yayılmaktadır. Maddenin yaratılışı da matematik ifadeyle programlanmıştır; kişi bunları çözdükçe evrenin nasıl yaratıldığını da çözmüş olacaktır.
Prof. Dr. Nevzat Tarhan  









İkiz Ruhlar - Eş Ruhlar



Tanrısal kaynağa geri yükselmekteyken hayatımıza giren pek çok eş ruh ile karşılaşacağız. Bunlar aile üyeleri, samimi olduğumuz insanlar olabilir. Ya da tam aksine anlaşamadığınız kişiler olabilirler. Her biri yüzleşmeniz gereken bir parçanızı size göstereceklerdir. Her biri sizin tanrısallığınızın yansımasıdır ve size genişleme ve büyüme imkânı yaratacaklardır. Bazıları ömür boyu sizinle kalacaklar veya işleri bitince gideceklerdir. Her eş ruh ruhsallık yolunda ruhunuzun yönünü tayin edici etki yapacaktır.



Benzer titreşimdeki bir grup ruha ruhsal grup denir. Bunlar birlikte enkarne olurlar ve aynı karmalar üstünde birlikte çalışırlar. Ruh grupları birbiriyle karışabilir ve son çözümde tüm insanlık bir ruh grubudur. Aile ruh grupları, kültürel gruplar ve ırklara, cinsiyetlere vs. dayalı gruplar olabilir. Enkarnasyonunuzla ilgili her şey üyesi olduğunuz gruba göre belirlenir.



Enkarnasyonlar boyu tekâmül ederken ruh grubunun üyeleri, eş ruhlarla yer değiştirmeye başlar ki her yeni gelenin titreşimi bir öncekinden daha çok size benzeyecektir. Bu eş ruhların en sonuncusu kendi ruhunuzun bir parçası olacak sonsuz barış ve neşeyi fiziki dünyaya getirecektir. Bu aidiyetin ve güvenin derinden hissedildiği bir ilişki olacaktır. Bu sadece kişi kendi içinde denge ve barışı kurduğunda gerçekleşecektir. Kişi pek çok karmik dengesizliğini çözdükten sonra ancak enkarnasyonlarının sonuna doğru kendi ruh parçası ile karşılaşır. Bu “her şeyi” içeren bir ilişkidir; eş, en iyi arkadaş, sevgili, en güvenilir dost, vs. Çünkü enkarne olmuş iki ruh arasındaki en mükemmel dengelenme sonucu oluşur.



Ruhun son enkarnasyonunda kişi, ikiz ruhu ile karşılaşır. Bu kişinin kendi içindeki kutupluluğu bütünlemesi, ortadan kaldırması için bir fırsattır. Bütünlüğe dönüşe bir fırsat sağlamak üzere iki ruhsal enerji mıknatıs gibi birbirine çekilecektir. Her ikiz ruh çifti ilk karşılaşmalarında bütüne dönmeyi başaramayabilirler. Pek çok faktörün etkisinin yanı sıra kalan tüm karmaların aşılması ve temizlenmesi gerekir. Aslında bu temizlik ve diğer hususların başarılması tamamen, bütünlüklerine uyanmakta olan ikiz ruhların mevcut enkarnasyonlarını feda edecek kadar tanrısallıklarına ulaşmayı isteyip istemediklerine bağlıdır. Yapılan seçimlere bağlı olarak, ikiz ruhlardan birisi büyümeye ve yolunda ilerlemeye devam ederken diğeri buluştukları noktada kalabilir. Fiziki ortamda birlikte olsalar da olmasalar da ikizlerden birinin büyümesi her zaman diğerinin tekamülünü hızlandıracaktır.



İkiz ruhlar:



Fiziki bedenlerimizi almadan önce enerji boyutunda androjen (hem erkek hem dişi) varlıklardık. Bütünlüğü ve dengeyi kendi içimizde deneyimliyorduk. Fiziki boyuta maddeyi deneyimlemek üzere gelirken burada var olmak için kutuplaşmaya ihtiyaç duyuldu. Bu bölünme bizim içsellik ve dışsallık yönlerimizde de gerçekleşti. İçsel yönümüz dişi yarıyı ve dışsal yanımız eril yarıyı oluşturdu. Fiziksele indiğimizde iki karşıt enerji olarak var olduk, erkek ve dişi olarak. Diğer yarımız ikiz alevimiz ya da ikiz ruhumuz olarak adlandırılır. İkiz ruhunuz sizinle benzer titreşime sahiptir, görünüş olarak sadece madalyonun öbür yüzüdür.



İkiz ruhların karşılaşması çok nadiren gerçekleşir çünkü ancak fiziki enkarnasyonlarının sonuna gelen ikiz ruhlar karşılaşırlar. Dünyanın artan titreşimi her şeyi hızlandırmaktadır ve sonuç olarak şimdi eskiden hiç olmadığı kadar çok ikiz ruh karşılaşmaktadır. Aynı zamanda kişinin ikiz ruhuna Kundalini yükselişi esnasında rastlaması da mümkündür. Bu durumda, ikiz ruhların karşılaşması kundalini enerjisini güçlendirecek ve erkek ve dişi enerjilerin içsel olarak birleşmesi dışsal deneyim olarak yaşanacaktır. Bu ikiz ruhların karşılaşmasının mutlaka kundalini yükselişi ile bağlantılı olması anlamına gelmez. İkiz ruhların karşılaşması tanrısal bir karardır. Her ruh yaşaması gerektiğinde yaşayacaktır. Eğer ikiz ruhunuzun ve sizin fiziki ortamın yasakladığı bir şeyi enerji boyutunda yaşamanız gerekiyorsa, Tanrı bir yolunu bulacak ve yaşanması gereken yaşanacaktır. İkiz ruhların fiziki boyutta gerçekten karşılaşmalarından yıllar önce etherde karşılaşmaları çok rastlanan bir olaydır.



Pek çok insan eş ruh ve ikiz ruhu birbirine karıştırır. İkiz ruhun karşılaşması yarattığı çekim nedeniyle kuşku götürmez. Kişinin kalmış karmik tortuları temizlenmek üzere, tam kutupsal karşıtı tarafından yaratılan büyük enerji vakumu ile yüzeye çekilince vücutta hissedilen çok yoğun enerji akışı nedeniyle hatırlama-tanıma çok kuvvetle meydana çıkacaktır. Kişi ikiz ruha hayal edilenin ötesinde bir kuvvetle çekilir ki bu daha önce hissedilmiş hiçbir çekime benzemez. İkiz ruhların karşılaşması somon balıklarının akıntı yukarı yüzmelerine benzer bir içsel bilişi uyandırır; her şeye rağmen mutlaka yapılması gereken bir yolculuktur. İkiz ruhların karşılaşmasından doğan güç her ruhun kendi içindeki eril-dişil dengelenmesini başlatır; bu ikiz ruhların karşılaştırılmalarındaki ana sebeptir.



İkiz ruhların karşılaşması için kullanılacak en hafif sözcük “Yoğun”dur. Söz konusu olan filmlerdeki gibi bir romantizm değildir. Kişinin ikiz ruhu ile karşılaşmasının kafalardaki “Sonsuza kadar mutlu yaşadılar” senaryosu ile ilgisi yoktur. İkiz ruhların karşılaşmalarındaki ana sebep; yeniden androjen (tam ve bütün) olmak üzere yükselirken içinizdeki karşıt kutupları enerji olarak kaynaştırmaya yardımcı olmaktır.



İkiz ruh ilişkileri Evrendeki her şey ile aynı enerjik ritme sahiptir. Yani, genişler ve büzülür. İlişki içinde bu cezbedilme ve geri püskürtülme (çekim ve tiksinme) olarak deneyimlenir. Genellikle enerjiler kaynaşırken ikiz ruhlar çok yoğun bir çekim hissederler daha sonra kaynaşan enerjileri tanır ve dengelerken ise uzaklaşırlar. Bu ritim pek çok kere tekrarlanır ve her defasında büyük ruhsal kargaşalara ve hasarlara yol açar.



İkiz ruhlar genellikle benzer fiziki özellikler taşırlar, iki tutkulu aşıktan çok kardeşlere benzerler. Bağları çok derin ve fiziksel âlemin ötesindedir. İkiz ruhlar karşılaşarak enerjik bütünleşmelerini yaşamak üzere enkarne olduklarında, karşıt kutuplaşmayı bütünleyebilmek için birbirlerine karşıt enerjiyi yansıtabilmek üzere mutlaka erkek ve kadın olarak enkarne olurlar. Aslında bu tüm kadın-erkek birlikteliklerinde böyledir ama ikiz ruhların ilişkileri kıyaslanmayacak ölçüde yoğun yaşanır.



İkiz ruhların fiziksel ortamda birlikte olmalarını engelleyecek bir durum olması çok yaygındır (Örneğin birisi evlidir). Bu zorluk kazara yaratılmamıştır. İkiz ruh karşılaşması kişinin tüm enerji blokajlarının kırılarak, kişinin bilincinde ilahi ve dünyevi olanın kaynaşmasına imkân sağlamak niyetiyle olur. Sonuçta kendi içinde tamamlanmış, enerji düzeyinde androjen (tam ve dengeli) kişi ortaya çıkacaktır. Bu sonuca giderken kişi inanılmaz zorluklarla karşılaşır, yoğun ve acılı teslimiyetler yaşar ve her bilgisi, inancı ve kalıbı sarsılır, yıkılır. Kaynağımıza dönüş; ne güçsüz yürekler ne de dışsal sevinçler ve dünyevi mutluluklar arayanlar için değildir.



Eğer ikiz ruhunuzla karşılaştıysanız veya karşılaştığınızı sanıyorsanız unutmamanız gereken şudur; Tanrı sizi onunla dünyevi bir “Mutlu aşk hikâyesi” yaşamanız için karşılaştırmadı. Siz onunla; kendi içinizdeki bütünlüğünüzü keşfederken içsel dengenizi kurmak ve sürdürmek için karşılaştınız. Eğer ikiz ruhunuzla ilişkinizde veya diğer ilişkilerinizde zorluk yaşıyorsanız acıları ve zorlukları kabul edip tanrıya teslim olmaya devam edin. Gerçeğin ışığının içinizde parlaması için yardım isteyin, durumu ruhsal tekâmülünüz için ve kendinizi tanımak için bir fırsat olarak görün. Her şey olması gerektiği zamanda, ilahi plana uygun olarak hallolacaktır. Odağınızı Tanrı’dan ayırmayın.



Ruh ikizinizin sizde çok derin duygular ve sevgi uyandırması doğaldır, ikiziniz sizin içinizde olduğunu bilmediğiniz noktalara dokunacak ve onları harekete geçirecektir. Bu çok karmaşık ve acı dolu olabilir, özellikle eğer ikiz ruh ilişkisine günün birinde “Mutlu aşk hikayesi”ne dönüşecek romantik bir anlam yüklemek niyetindeyseniz. Öyle değildir. Basitçe açıklamak gerekirse bu sadece tanrıya yürürken atılan bir diğer adımdır.



Eş ruhlar:



İkiz ruhlar bölündükten sonra her bir ayrılmış parça kendisini enerji olarak tamamlayacak başka bir ruhla eşleşir. Bu yeni ruh, ruh ikizleri gibi tam zıt değildir, karşı cinsin kutupsallığına sahiptir ama benzer titreşimdedir. Bunlar fiziksele gelen esas eş ruhlardır. Eş ruhlar birbirlerini dengelerler ve birbirlerine eksik olan fiziksel deneyimleri getirirler. Eş ruhlar, ikiz ruhlar gibi karşıt kutupların kaynaşması için katalizör olarak çalışmazlar tam aksine sizin kendi enerjinizi dışarıdan dengeleyen ve dinginleştiren bir oyun arkadaşıdırlar.



İşte bu, bizim insan gözüyle “mutlu aşk hikayesi” tarifimize en çok uyan ilişki modelidir. Kolayca kurulmuş, dışsal temellere dayanmayan derin bir bağdır. Esas eş ruh çifti birbirini enerji olarak onurlandırır ve dengeler. Birisi dünyevi ve dışa dönük iken diğeri daha içsel ve ruhsaldır.



Sonuç:



Tanrısallığımıza geri yükselirken, ondan uzaklaşırken yaratılmış yolu geri yürürüz ve yolda pek çok formdaki benzer enerjiyi kendimize çekeriz. Geri dönerken, nihai olarak ikiz ruhumuzla ve esas eş ruhumuzla karşılaşmadan önce pek çok eş ruh (oyun arkadaşı) ile rastlaşırız. Her kişi sonunda ruhsal büyümenin bir parçası olarak bu deneyimi yaşayacaktır.



Muhtelif seviyelerdeki eş ruhlarınızla deneyimleyerek bütüne doğru tekâmül ederken pek çok ilişkinin sona ermesi doğaldır. Bunlar arkadaşlar ve hatta artık enerjisi uygun olmayan aile üyeleri olabilir. Tekâmül etmiş bir ruhun karakteristik özelliklerinden biri tüm ilişkilerinde barışı yaşıyor olması ve bu barışa katkı sağlamayacak ruhlarla ilişkilerde yer almamasıdır. Bütün ilişkiler, devam eden ruhsal büyüme esnasında, tanrıya odaklanmış ve sürekli genişleyen teslimiyet içinde geçip giderler. Kişi sonuçta ruhsal (benzer enerjili ruhlarla) ilişkilerde huzur bulur. İsa bu sebeple pek çok kereler ruhsal ailenin fiziksel aileden daha önemli olduğunu vurgulamıştır.



Sizin bir kişiyi eş ruh ya da ruh ikizi diye etiketlendirmeniz önemli değildir. Önemli olan, karşınıza çıkan her ilişkiyi, mümkün olan en yüksek kapasitenizle sevme ve tanrıya adanma fırsatı olarak değerlendirmenizdir. Dünyevi ilişkilere fazla odaklanarak yan yollara sapmayın. Arzu ettiğiniz ilişki sadece siz kendi içinizde mutlu ve doygun olduğunuzda size gelecektir. Bütün eş ruhlar ve ikiz ruhlar bir tek sebep için vardırlar ve o tek sebep de her şeyin Bir olduğu, gerisinin illüzyon olduğunu size öğretmektir. Bu Birlik realitesine tekâmül ettiğinizde tüm ilişkileriniz tanrının gerçek barış ve sevgisini yansıtacaktır.




Spiritüel (farkındalığı olan) insanların neden her an huzurlu ve mutlu yaşadığını açıklamadan önce, hep birlikte ruhsal bilinç edinmeye çalışalım.
"BAŞKA BİRİLERİNİN DENEYİMLERİNE (ANLATTIKLARINA) İNANARAK DİNDAR OLURSUNUZ. KENDİNİZ DENEYİMLEYEREK SPİRİTÜEL (FARKINDALIĞA SAHİP) İNSAN OLURSUNUZ."

Ruhsal bilinç (spiritüel farkındalık) sahibi insanların 12 yetisi listesini okuduğunuz zaman, spiritüel insanların neden her an huzurlu ve mutlu yaşadığını anlamış olacaksınız. Her an huzurlu ve mutlu yaşamanın yolu spiritüel insan yetileri kazanmaktan geçmektedir.

UYARI: Aşağıda açıkladığım spiritüel insan yetilerini (özelliklerini), gençlerin fazla kafaya takmamaları ve yaşam mühendisliği topluluğunda paylaşmış olduğum yayınlarda belirtildiği şekilde; "başarılı ve mutlu bir yaşam için emekli olana kadar mücadele etmeye ve kendi yaşam süreçlerini kendilerinin yönetmeye" çalışmaları gerekmektedir.
Ruhsal bilinç (spiritüel farkındalık) sahibi insanların özellikleri, orta yaş ve ileri yaş grubu insanların kalan yaşamını sakin, huzurlu ve mutlu geçirmesi için faydalar sağlar. Çünkü yaşlı insanların sakin ve huzurlu bir yaşama gereksinimi vardır, bu nedenle spiritüel insanların sahip olduğu 12 yetiyi kazanmaları gerekmektedir.

Hz. MUHAMMED "Dünyayı isteyen bilime, ahireti isteyen bilime, hem dünyayı hem ahireti isteyen yine bilime sarılsın."

Mustafa Kemal ATATÜRK "GELECEK BİLGİYİ ÜRETENLERİNDİR."

Necdet KAYNAK "Bilinç enerjidir, bilinç ruhtur, bilinç candır, bilinç sonsuza dek yaşar; bu nedenle bilinçli (bilge) insanlar ölümsüzdür." 
Bu sözümü destekleyen kanıtları öğrenmek için ve RUHSAL BİLİNÇ edinmek için okumaya devam ediniz.

A-RUHSAL BİLİNÇ (Spiritüel Farkındalık):
"Siz bir ruha sahip değilsiniz. Siz bir ruhsunuz. Siz bir bedene sahipsiniz."
İnsanoğlu bir ruha sahip değildir. İnsanoğlu bir bedene sahip olan bir ruhtur.

Ruh ne demektir? Bize neleri ifade etmektedir. Ruh deyince yandaki resimde görüldüğü gibi hayalet görüntüsünde ve kendi bedeninizden başka  ayrı bir yaratık gelmesin aklınıza! 

"Ruh candır, ruh yaşam enerjisi (biyoenerji)'dir veya ruh beynimizde enerji olarak kodlanmış bilinçtir." 

Ruh nasıl olurda beyin hücrelerimizde enerji formunda tutulan (saklanan) kodlanmış bilgi, yani bilinç olabilir? sorusu ile birlikte, Ruh nasıl olurda sonsuza kadar yaşar? sorusunun yanıtını birlikte irdeleyelim.

Yaşamın ve evrenin gizemleri Enerji ve Frekans içinde yatar. Bu konu ile ilgili ayrıntılı bilgi edinmek için; YAŞAMIN ve EVRENİN SIRLARI ve YAŞAMIN ANLAMI bağlantılarını tıklayınız.

Evrende var olan görünen ve görünmeyen her şey madde ve/veya enerji formunda bulunmaktadır. Evrende var olan madde ve enerji hiç bir zaman yok olmaz; bir başka maddeye veya enerji formuna dönüşür. 
Örneğin; TV veya cep telefonu ekranında görebildiğimiz resimler ve duyduğumuz sesler havada elektromanyetik dalga (enerji) olarak sürekli var olduğu halde, insanoğlu  bu enerjiyi  görme ve duyma yetisine sahip değildir. 

Maddeleri görebiliriz, ama enerjiyi göremeyiz. Enerjiyi ancak bazı elektronik cihazlar kullanarak tespit edebilir, ölçebilir veya ekranda görüntüye dönüştürerek izleyebilir veya hoparlörde sese dönüştürerek duyabiliriz. Görüntü ve ses elektromanyetik enerji formuna (şekline) dönüştürülerek vericiler vasıtasıyla kullandığımız cep telefonu, TV (uydu) veya radyo alıcılarına havadan iletilmektedir. Kısacası dünyamızda hayalet veya ruh gibi görünmeyen başka yaratıklar kesin olarak yoktur, eğer olsaydı çıplak gözle veya elektronik cihazlar kullanarak bunları görebilmemiz gerekirdi.

İnsan yaşamının görünen üç boyutu ve varsayılan bir boyutunu (3+1), Fiziksel-Zihinsel-Duygusal ve RUHSAL olarak tanımlayabiliriz.

Ruhsal boyutumuzun alt boyutlarından biri duygularımız ile ilintilidir, diğer bir alt boyutu ise canımız, yaşam enerjimiz, yani bilincimiz ile ilintilidir.

(1) Ruhsuz adam! deyimi duyguları ile hareket etmeyen, soğukkanlı-mantıklı veya duygusuz-hissiz adam anlamına gelir; öyleyse ruhsuz adam deyimi duygusu olmayan veya duygularını yönetebilen adamı ifade eder. Ruhsal olmak ise duygusal olmayı ifade eder. Böylece ruhsal boyutumuzun alt boyutlarından biri duygularımız ile ilintilidir diyebiliriz.
Kıskançlık, Endişe ve Üzüntü, Kızgınlık ve Öfke duygularının yönetimi konusunda bilgi edinmek için; DUYGULARIN YÖNETİMİ bağlantısını tıklayınız.

Ruhumuz duygularımızın deposudur ve duygular ruhumuzun şifreli mesajlarıdır! Düşünceler gibi duygular da bilincimizde (beynimizde) hissedildiğine göre ve geri bildirim (mesaj) olarak duyguları bilincimizde algıladığımıza göre, ruhumuz bilincimizdir diyebiliriz.

(2) Ruhsuz! Kelimesi bize ne ifade eder? Bir manzara resmi düşünün! Resim çok ruhsuz olmuş derler: Bu cümlede ruh, resmin soluk ve renksiz, yani gerçek manzara ile karşılaştırıldığı zaman onun gibi canlı olmadığını ifade eder; öyleyse ruh CAN anlamına gelmektedir. Böylece insanın ruhsal boyutuna ait alt boyutlardan diğeri can veya yaşam enerjisi (biyoenerji)'dir diyebiliriz. 
Biyoenerji ve kozmik bilinç konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için; YAŞAM ENERJİSİ ile KOZMİK ve RUHSAL BİLİNÇ bağlantılarını tıklayınız.

Enerji formunda kodlanmış olan bilgiler (yani bilincimiz) beyin hücrelerinde saklanmaktadır. Bu enerji kodları (komutları) beyin hücrelerine bağlı sinirler vasıtasıyla diğer organlara iletilerek, bedenimizi oluşturan bütün organların işlevini yerine getirmesi sağlanmaktadır. Örneğin; açık beyin ameliyatlarında beyin hücrelerine bağlı sinir uçlarına elektrik enerjisi (çok düşük voltaj) uygulanarak o sinirin diğer ucuna bağlı olan organın hareket etmesi sağlanabilmektedir. Bu nedenle, ruhumuz, yani canımız, yani yaşam enerjimiz, bilincimizdir diyebiliriz.

(3) Ruh nasıl olurda sonsuza kadar yaşar? Bilinç insan beyninde enerji (kodlanmış bilgi) olarak saklanmaktadır; enerji hiçbir zaman kaybolmaz, sonsuza kadar varlığını sürdürür. Bilinç kaybedildiği zaman beden bitkisel yaşama geçer; bilinç olmadan beden sadece maddeden ibarettir. Bilinç enerjidir, bilinç ruhtur, bilinç candır, bilinç sonsuza dek yaşar; bu nedenle bilinçli (bilge) insanlar ölümsüzdür. Sevgi bilinci ile birlikte insan yaşamı ile ilgili diğer bilinç boyutlarının farkında olan insanlar ölümsüzdür, sonsuza dek yaşarlar. Bilincin olmadığı bendende yaşam yoktur; bu nedenle yaşamın farkında olmayan insanlar için ne bu dünyada ne de öteki dünyada yaşama olasılığı yoktur! 
KADER BİLİNCİ ve ÖLÜM BİLİNCİ edinmek için bağlantıları tıklayınız. 

Görünen görünmeyen bütün boyutları ile insan da madde (beden) ve enerji (ruh)'dan oluşan bir bütündür. Görünen boyutumuz olan bedenimiz ile birlikte beynimizin ürettiği düşünceler, hissettiği olumlu veya olumsuz duygular ve olumlu veya olumsuz kişisel özellikler görünmeyen boyutlarımızdır. İnsanı oluşturan boyutlar da insan yaşamının doğal döngüsünün (sürecinin) devam etmesi için gereklidir.

Dünyadaki bütün canlı yaşamının bir bütün olarak şimdiye kadar sürdüğünü göz önüne alırsanız, ister ruh, ister can, ister yaşam enerjisi, ister bilinç deyiniz ne önemi var! Önemli olan öldükten sonra insan bedenin çürüyerek toprağa (maddeye) dönüştüğünü ve insan ruhunun, canının, yaşam enerjisinin veya bilincinin ise bir başka formda ve/veya boyutta yaşamaya devam ettiğini söyleyebiliriz...
Bu ve öbür dünyada yaşamanın şifrelerini öğrenmek için; DOYA DOYA ve SONSUZA KADAR YAŞAMAK bağlantısını tıklayınız. 

B- RUHSAL BİLİNÇ (Spiritüel Farkındalık) SAHİBİ İNSANLARIN 12 YETİSİ

1-Olayları (planlayarak) olmaya zorlamak yerine, kendiliğinden olmasına izin verme eğilimi göstermek.
2-Olaylara gülümseyerek bakmak.
3-Diğer insanlar ve doğa (evren) ile bağlantılı olumlu duygular hissetmek.
4-Maddi şeylerin değil, yaşamla ilgili sahip olduğumuz şeylerin değerini bilmek.
5-Geçmişte yaşanan deneyimler ile (önlem almak için) değil, kendiliğinden (spontane) düşünme ve eyleme geçme eğilimi göstermek.
6-Her andan zevk alma yetisi kazanmak.
7-Endişe ve üzüntü hissini kaybetmek.
8-Anlaşmazlığa ve çatışmaya karşı ilgi kaybetmek.
9-Başkalarının eylemlerini yorumlamaya ve eleştirmeye karşı ilgi kaybetmek.
10-Diğerlerini yargılamaya karşı ilgi kaybetmek.
11-Kendini yargılamaya karşı ilgi kaybetmek.
12-Hiçbir şey beklemeden karşılıksız sevme yetisi kazanmak.

C- RUHSAL BİLİNCİ AÇIKLAYAN ÖZLÜ SÖZLER
Sipirütüel farkındalık; daha büyük bir bütünün (kozmik bir bütünün) parçası ve evrene ait olma anlayışıdır. Fritjof Capra
http://dye-necdetkaynak.blogspot.com/2014/01/ruhsal-bilinc-spirituel-insanlar-her.html











.













.