9 Ağustos 2017 Çarşamba

BASİRET MERTEBESİ

 BASİRET MERTEBESİ

Salikin gafletten uyanışı gerçekleştikten sonra düşünce uyanışını gerçekleştirmesi gerekir. Bu da kalbin önce özet olarak kendisine ulaşmaya hazırladığı maksadına yönelmesidir, maksadının ayrıntısı ve O’na götürecek yolu bilmesi daha sonra gelir.

Salikin fikri sahih olunca, basiret gerekir. Basiret Allah’ın dostları ve düşmanları için hazırladığı cennet ve cehennemi, va’d ve vaidini görmesini sağlayan kalbdeki bir nurdur. Basiret sahibi bir kimse insanların Allah’ın çağrısı üzerine korkarak kabirlerinden çıktıklarını, göklerden meleklerin inip onları çepe çevre sarmalarını, hüküm için, Allah’ın huzurunda hazırlandığını Allah’ın nuruyla yeryüzünü aydınlattığını, kitabın ortaya konup nebiler ve şehidlerin getirildiğini, mizanın kurulup, sahifelerin uçuştuğunu, hasımların toplandığını, borçlunun alacaklının boğazına yapıştığını, havz ve şeffaf kadehlerin parıltılarını, susuzluğun artıp, gelen - gidenin azaldığını, geçmek için köprü kurulup, insanların O’na doğru sevkedildiğini, köprünün aydınlatıldığını, altında katmer katmer ateş tutuşturulduğunu, ateşe düşenler, kurtulanlardan kat kat fazla olduğunu bütün bunları görür ve düşünür.

Onun kalbinde bütün bunları gören bir göz açılır. Onun kalbinde ahiret ahvaline açılan bir pencere olur, ona ahireti ve ahiretin devamlılığını; dünyayı ve dünyanın süratle gelip - geçici olduğunu gösterir.

Dolayısıyla “Basiret”; Allah’ın kalbe koyduğu bir nurdur, bu nurla rasüllerin, haber verdiği şeylerin hakikati bilinir. Salik gören bir gözle ahireti müşahade ediyor gibi olur.

Bununla birlikte bunun faydası ancak rasüllerin davet ettiği şeylere uymakla hasıl olur, rasüllerin getirdiği hususlara muhalafet etmek bu nura zarar verir. Ariflerden birinin “Basiret öyle bir şeydir ki faydası bir hususla hasıl olur ve zarar da yine onunla gerçekleşir” sözünün manası da budur.

Ariflerden bir diğeri “basiret, seni şüpheden iman ya da görmekle kurtaran şeydir” der.

Basiretin üç derecesi vardır, bu üç dereceyi tamamlayan basiretini kemale erdirmiş olur.

1 - Allah’ın isim ve sıfatlarındaki basiret,

2 - Emir ve nehyindeki basiret,

3 - Vad ve vaiddeki basirettir.



İsim ve sıfatlardaki basiret;

Allah’ın kendisini nitelediği ve Rasülünün bildirdiği sıfatlar hakkında ortaya çıkan bir şüphenin imanını etkilememesidir. Dahası bu yüzden sende beliren şüphe, Allah’ın varlığı konusunda duyulan şüphe ve şekk gibi olur. Basiret sahiplerince şiddet itibariyle hem zattaki ve hem de sıfattaki şüphe birdir.
Bu basiret şöyle gerçekleşir:

Kalbin;

- Allah Teala’nın arşına istiva ettiğini,

- Emir ve nehiyleri konuştuğunu,

- Ulvi - süfli alemin bütün hareketlerini şahıslarını ve zatlarını gördüğünü,

- Onların bütün seslerini işitip sırlarına, gönüllerine vakıf olduğunu,

- Bütün ülkelerin kendi idaresi altında bulunduğunu,

- Herşeyin O’ndan gelip,yine O’na döneceğini,

- Allah’ın kudretindeki meleklerin, O’nun emirlerini hükmünün ulaştığı her yerde uyguladıklarını,

- O’nun kemal ve celal sıfatlarıyla muttasıf olduğunu,

- Bütün ayıp ve noksan sıfatlardan ve benzeri bulunmaktan münezzeh olduğunu; kabul ve ikrar etmesi, bunlara şehadet etmesidir.

Allah Teala kitabında kendini vasfettiği gibidir ve mahlukatının kendini nitelediği sıfatların ötesinde ve münezzehtir.

O,ölmeyen, Hayy (diri) uyumayan Kayyum, göklerde ve yerlerde zerrece hiç bir-şey O’na gizli kalmayan Alim, karanlık gecelerde kara kayanın içinde kara karıncanın devinmesini görecek kadar haşirdir. Farklı dillerin farklı ihtiyaçlarına göre bütün sesleri işitendir, semidir. O’nun bütün kelimeleri doğruluk ve adaletçe kemale ermiştir.

Allah’ın sıfatları; benzerlik ve misli itibariyle yaratıklarının sıfatlarına kıyaslanmaktan yücedir. Varlığına hiç birşeyin varlığı benzememek bakımından da varlığı yücedir.

Allah’ın fiilleri; adalet, hikmet, rahmet, ihsan, lütuf bakımından yaratıkları kuşatmıştır.

Yaratmak ve emretmek nimet ve lütuf, hükümranlık ve hamd, övgü ve yücelik sadece ve sadece Allah’a aittir.

Allah kendinden önce hiçbirşey olmayan Evvel, kendinden sonra hiçbirşey bulunmayan Ahir’dir. Kendinden öte birşey bulunmayan Zahir, kendinden içre bir şey bulunmayan Batın’dır.

O’nun bütün isimleri medhdir, hamddır, senadır ve yüceliktir. Bundan dolayı da:

- O’nun isimleri güzeldir,

- Sıfatlarının hepsi kemal, hepsi celal,

- Fiillerinin hepsi hikmet, rahmet, maslahat ve adalettir.

Bütün yaratıkları O’nun alametidir, gören göze ayettir. Gökleri ve yeri boş yere yaratmamış insanı başıboş bırakmamıştır.

Mahlukatı tevhidi ve kendine ibadeti yerine getirmek için yaratmış, nimetleriyle yaratıklarını bezemiş, nimetleri arttırmak için şükrünü vesile yapmış, kendisini çeşitli şekillerde kullarına tanıtmış, onları ayetlerine yöneltmiş, türlü şekillerde kendisini sevmeye davet etmiştir. Kulları ile kendisi arasında ahdi olarak en güçlü sebebleri koymuştur. Kullarına olan nimetlerini tamamlamış, onlara karşı hüccetini ortaya koymuş, onlara bol bol nimetler akıtmış, kendi üzerine rahmeti yazmış, yazdığını “rahmetim gazabımdan üstün geldi” şeklinde Kur’an’ın muhtevasına koymuştur.

İnsanlar, nebevi nasları bilmeleri ve anlamaları oranında, ve nasların hakikatlerine muhalif olan müfsid şüpheleri bilmeleri nisbetinde bu basirette farklılık arzederler.

Basireti en zayıf kimseler olarak selefin yerdiği batıl kelamcıları bulursun, çünkü bunlar nassları ve manalarını bilemezler, kalblerinde batıl şüpheler yerleşir. Bu kelamcılarıın çoğuna göre mümin bile olmayan halkın halini düşünürsen, bunların basiretinin onlarınkinden daha tam, imanlarının daha güçlü, hakka inkiyadlarının ve vahye teslimiyetlerinin onlardan daha fazla olduğunu görürsün.

Basiretin İkinci Derecesi

Bu Allah’ın emir ve yasakları hususundaki basirettir ki tevil,taklid ve heva gibi şeylerle nasslara ters düşmekten kurtulmak demektir. Basiret sahibi bir kulun kalbinde:

- Allah’ın emir ve yasaklarının bilgisine aykırı bir şüphe,

- Emir ve yasakları uygulamaya ve onlara sarılmaya mani olacak bir şehvet ve

- Nassların nurundan hükümleri alma konusunda gayret sarfetmekten alıkoyacak bir taklid asla yerleşemez.

Basiret sahibi alimler,basiret sahibi olmayanlardan bu şekilde ayrılırlar.

Basiretin Üçüncü Derecesi: Va’d ve vaidle ilgilidir

Bu basiret, dünyada ve ahirette, amel ve karşılık yurdunda Allah’ın her nefsi, hayır ve şerr olarak kazandığıyla hesaba çekeceğine, bazılarına mühlet verip bazılarına da hemen ceza vereceğine, bunun Allah’ın İlahlığının, Rabblığının, adalet ve hikmetinin gereği olduğuna şehadet etmendir.

Dolayısıyla bu konuda her hangi bir şüphe Allah’ın Rabb ve ilah oluşundan, dahası Allah’ın varlığından şüphe duymak demektir. Allah için bunların aksi düşünülemez. Allah’a mahluklarını atıl yaratmış ve onları başı boş bırakmış olduğunu nisbet etmek yaraşmaz. Allah bu nevi zanların çok ötesinde ve yücedir.

Aklın ceza gününe şehadeti, Allah’ın vahdaniyetine şahadetiyle birdir. Bu bakımdan ahiret günü akılla bilinir demek doğrudur. Ahiretin ayrıntıları ise ancak vahyle bilinir. Bu yüzden, Allah Teala ahiretin inkarı ile kendisinin inkarını bir tutmuştur. Çünkü ahiretin inkarı O’nun kudretinin ve ilahlığının inkarı demektir. Bunların inkarı ise, kendisin inkar etme neticesini doğurur. Allah buyurur ki:

“Eğer (onların seni yalanlamalarına) şaşıyorsan, doğrusu asıl ‘biz toprak olmuşken mi yeniden yaratılacağız?’ sözleri şaşılacak şeydir, îşte onlar rabblerini inkar edenlerdir, onların boyunlarında zincirler vardır, onlar cehennem ehlidirler ve orada ebediyyen kalacaklardır”. (Rad, 5)

Bu ayet hakkında iki görüş vardır.

Birincisi: Eğer sen onların “biz toprak iken mi yeniden yaratılacağız” sözlerine hayret ediyorsan, onların bu sözüne şaşmakta haklısın! Hayret ki, onlar bunu nasıl inkar ediyorlar. Oysa hiç birşey değilken topraktan yaratılmışlardı.

İkincisi: Eğer sen onların Allah’a şirk koşmalarına, Allah’ın tevhidine ve O’na hiç bir şeyi ortak koşmadan ibadet etmeye yanaşmamalarına şaşıyorsan onların dirilişi inkarları ve “biz toprak iken mi yeniden yaratılacağız” sözleri daha çok şaşılacak bir şeydir.

Her iki değerlendirmeye göre de ahiretin inkarı insanı şaşırtan, hayrete düşüren birşeydir.

Ahireti inkar etmek, RabbTeala’yı inkar ve reddetmektir. O’nun ilahlığının, kudretinin, hikmetinin, adlının ve hükümranlığının inkarı demektir.

Menazil yazarının ise basiret konusunda başka bir izah tarzı vardır. O’na göre:

“Basiret seni şaşkınlıktan, hayretten kurtaran şeydir. Üç derecesi vardır.

Birincisi: “safiyetinden endişe edilmeyen bir kaynaktan gelen ve şeriatça bildirilen haberi bilmektir. Bu bilginin hakkını vermek onu yakinen tatbik etmen, kızdığında da O’nun için gayrete gelip kızmandır.”

Sözün manası şudur: Rasülullah (sav)’in haber verdiği şeyler sadık bir kaynaktan sadır olmuştur, O’na uyan hoşa gitmeyen şeylerden korkmaz, bilakis bu kaynağa uyanlar, O’nun neticesinden emin olurlar, zira bu kaynak hakktır, Hakka uyanın, asla bir korkusu yoktur. Bu haberin senin üzerindeki hakkı da şudur:

O kaynaktan gelen emrolunduğun şeyi seksiz ve şüphesiz eda edersin. Onu en iyi şekilde yerine getirirsin. Bu öyle bir haktır ki ancak O’nun emirlerine imtisal etmeye çalışmakla vebalinden kurtulursun ki, o tasdik edilmiş ve şüphe karışmamış haktan sadır olmuştur. O’na muhalefet edene, hakkın zayi olması hakk tarafının ihmal edilmesi endişesiyle gayretinden dolayı kızarsın.

Menazil yazarı Şeyhü’l- İslam’a göre dini gayret basiretin kemalindendir. Çünkü kulun hakkı bilmesi O’na sevgisi, hakkını vermesi ve yüceltmesi ölçüsünde gayreti ve hakkı zayi edenlere öfkesi bulunur. İşte bu gayret ve endişe kulun hakk sahibini sevmesinin, onu yüceltmesi ve hürmet göstermesinin bir alametidir. Bu basiret gözüdür. Nasıl, Hakk’ın emirlerine gereği gibi sarılmada şüphe göstermek basiret gözünü köreltirse, aynı şekilde Allah’ın hakkı zayi olup, haramları çiğnendiğinde, Allah için gazablanıp gayret duymamak da, basiret gözünü köreltir.

Menazil yazarı devamla şöyle der:

İkinci derecesi: “Hakkın hidayet vermesi ve saptırması konusunda adaletin gerçekleştiğine, varlıkların muhtelif çeşitte olmalarında iyiliğe riayet ettiğine, doğruyu ortaya koymada kendine ulaştıracak kopmaz ipi gösterdiğine şehadet etmendir”.

O, Allah’ın hidayete erdirdiğinin hidayetinde, sapıttığının dalalinde adalet olduğuna şehadetle iki şeyi demek istiyor:

1 - Yaratmada, hidayet verme veya sapıtmada Allah’ın tek olduğuna işaret etmek istiyor.

2 - Hidayet ve dalaletin Allah’dan, hikmet ve adaletle sadır olduğunu söylemek istiyor. Buna göre O’nun hidayeti herşeyi yerli yerine koymaktan uzak sırf bir dileme ile değil, bilakis, hidayetin kendisini temizleyeceğini, onu kabul edip, şükredeceğini, fayda vereceğini bildiği kimselere vermesini gerektiren bir hikmetle gerçekleşir. AllahTeala asaletinin asi ve miras (esas ve tabi) itibariyle kime vereceğini en iyi bilendir. Allah Teala şöyle buyurur:

“Böylece biz onları birbirleriyle sınadık da onlar’ Allah aramızdan bula bula şunlara mı lütufda bulundu?’dediler. Allah Teala şükredenleri en iyi bilenlerdir.” (Enam, 53)

Şükredenler Allah’ın verdiği hidayet nimetinin kıymetini bilendir. Onlar Allah’a hidayetinden dolayı şükrederler, onları kendi ehlinden kılmasından dolayı Allah’ı severler ve Allah’a hamd ederler.

Allah Teala hidayet verdiğine hidayet, sapıttığına dalalet verme hususunda adalet ve ihsanının gereğini yerine getirmiştir. İkram ve hidayete ve kendine yaklaştırmaya layık olanı kapısından kovmamış ve kendi canibinden uzak tutmamıştır. Bilakis, Allah ancak uzaklaşma ve kovulmaya layık olanı kendi canibinden uzak tutmuştur. Allah’ın hikmeti ve adaleti, layık olmayan birisine ikram etmeye, kendisine yaklaştırmaya, onu kendi ehlinden, dost ve has kullarından kılmaya aykırıdır.

Geriye şöyle bir itiraz kalır: Öyle ise Allah bu durumda olan kişiyi niçin yarattı?

Bu soru, cahaletinde, zulmünde ve dalaletinde ileri giden cahilce, sapıkça ve zalimce bir sorudur.

Her şeyi karşılıklı ve zıd şekilde yaratmak,O’nun Rabblığının kemalindedir, gece-gündüz, sıcak-soğuk, tatlı- acı, hayır-şer ve cennet- cehennem gibi.

“Varlıkları çeşitlendirmesinde iyiliği gözetmiştir” sözüyle mallar, kuvvetler, ilimler ameller, sanatlar vb. şeylerin cins, miktar ve nitelikçe farklılıklarını kasdetmektedir. Allah bunları iyilik ve maslahata göre kısımlara ayırmış, her birine kendisi için en uygun ve faydalı olanı lütuf ve ihsanı olarak vermiştir.

Allah’ın gerçeği ortaya koymada, kendine ulaştıran ipi göstermesi sözüyle şunu demek istiyor.

Allah sana itaati ihsan etmek ve nefsinden çekip kurtarmakla seni kendisine yaklaştırmak istiyor. Burada nefsinden çekip kurtarmayı tevfikten, kendisine ulaşmayı yaklaştırmaktan istiare yapmıştır. İple de seni Allah’a ulaştıracak sebebi kasdetmiştir.

Böylece yazar, bununla, Allah’ın sana başarı verdiğini, nefsine sahib ve kendince yaklaştırmak üzere, seni kendi ipini tutunmaya muvaffak kıldığını göstermeni ister. Seninde bu duruma şükür etmen ve muhabbetin daha güçlü olması için çalışman, kullukta samimiyetini arttırman gerekir. Bütün bunlar basiretin tam olması için gereken şeylerdir.

Öyle ise kim basiretsizse o, bütün bunlardan uzaktır.

Menazil yazarı devamla şöyle der:

“Üçüncü, marifeti fışkırtan, işareti tesbit eden, firaseti bitiren bir basirettir.”

Burada keşf ve müşahede basiretiyle kalbden bilgi kaynaklananın fışkırmasını kasdetmektedir. Burada “ilim fışkırır” demedi, çünkü onlarca marifet ilimden daha hususidir ve marifetin ilme nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir ve marifet ilmin ruhu ve özüdür.

Allah rahmet eylesin yazar doğru söylüyor. Bu basiret sayesinde, sahibinin kalbinden marifet pınarları fışkırır, bunlar eğitim ve öğretimle elde edilmezler. Bu, kalbindeki basiret derecesine göre, Allah’ın din ve kitabı konusunda kuluna vermiş olduğu anlayıştır.

“İşareti tesbit eder” sözüne gelince işaretle, (Tasavvuf ehlinin) işaret ettikleri haller, menziller ve sülük ehli olmayanın yadırgayacağı, basiret ehlinin kabul ettikleri zevkleri kasdetmektedir. Bu hal, zevk ve menzillerin pekçoğu saliklere varid olur. Dolayısıyla eğer salikin basireti varsa, basireti bu halleri tesbit eder, onda bu halleri gerçekleştirir ve bu zevkin ayrıntılarını ona öğretir, eğer salikin basireti yok da tam tersine cahilse kendisine varid olan şeylerin ayrıntılarını bilip onları tesbit edemez.

Şeyhin “Firaset bitirir” sözüne gelince.

Demek istiyor ki basiret kalbin toprağında gerçek ve doğru firaseti bitirir,yeşertir, bu firaset Allah’ın kalbe koyduğu bir nurdur, ki si bununla hakkı batıldan, doğruyu yanlıştan ayırır.

Allah Teala buyurur ki:

“Doğrusu bunda mütevessimler için deliller vardır” (Hicr, 75)

Mücahid, buradaki mütevessimleri firaset sahihleri olarak tefsir etmiştir. Tirmizi’nin Ebu said el- Hudri’den rivayet ettiği bir hadiste Nebi (s.a.v) şöyle der:

“Mü'minin fırasetinden sakınınız, şüphesiz o, Allah Azze ve Cellenin nuruyla bakar” sonra Rasulullah (s.a.v):

“Şüphesiz bunda mütevessimler için ayetler vardır” ayetini okudu. (Tirmizi, Tefsiru’l- Kur’an, 16)

“Tevessüm” sima kelimesinden gelir, bu da alamet ve işaret demektir. Bu sebeple firaset sahibine mütevessim denmiştir. Çünkü o gayb aleminden şahid olduğu şeylerle istidlalde bulunur. Müşahede ettikleriyle imana ulaşır. Bu sebeple Allah, kevni ayetlerini ve bunlardan istifade etmeyi bu kullarına has kılmıştır. Çünkü onlar müşahade ettikleri ayetlerle rasullerin haber verdikleri emr, nehiy, sevab ve ikab gibi şeylerin hakikatlerine istidlalde bulunurlar.

Şüphesiz Allah Teala bu bilgiyi Adem’e (a.s) ilham etti, her şeyin ismini ona öğretirken bunu da öğretti, Adem’in çocukları ise ondan türeyen benzerleri ve halifeleridir.

Dolayısıyla kalbde bir kuvve vardır, hüccet bu yetenekle kaimdir, ibret bununla hasıl olur, delalet bununla doğru ve muteber olur. Allah, peygamberlerini vahy ve iman nuruyla bu istidadı hatırlatıcı, uyandırıcı ve kemale erdirici olarak gönderdi. Bu vahy ve iman nuru firaset ve istidad nuruna eklenince, nur üstüne nur olur, basiret güçlenir, nur büyür, nur maddesinin artması ve devamlı olması dolayısıyla nur da devamlı olur. Bu nur artmada öyle bir dereceye gelirki, yüzde, duyularda, konuşmada ve amellerde görünün hale gelir.

Kim Allah’ın hidayetini kabul edip baştacı yapmazsa kalbi bir kılıf ve kutu içine girer, dolayısıyla da kapkaranlık kesilip basireti de körelir. Böylece de o kalb iman hakikatlerine karşı perdelenmiş olur. Netice itibariyle de hakkı batıl, batılı hakk, rüşdü azgınlık, azgınlığı da rüşd olarak görür.

Nitekim Allah Teala da:

“Hayır hayır!  Onların kalplerini kazanmış oldukları şeyler kararttı, örttü” (Mutaffıfın, 14) buyurur.

Bu ayetteki “reyn” ve “ran” kelimeleri kalbi, hakikati görüp, hakikate uymaktan alıkoyan kalın perde manasına gelmektedir.

Basiretin zayıf ve güçlü oluşuna göre firaset iki kısma ayrılır.

Yüce şerefli ve iman ehline hass olan firaset, düşük değersiz ve müminle kafir arasında müşterek olan firasettir. Bu firaset, açlık, şehvet ve halvet ehlinin kalplerini meşgalelerden tecrid edenlerin firasetidir. Bu grup firaset sahiplerinin firaseti, keşfi ve ihbarı kendileri için herhangi bir kemal, arınma, iman ya da marifet ifade etmeyen, değersiz bazı gaybi şeyleri bildirmekle bazı şekilleri keşfetmekten ibarettir. Onların bu firasetleri bu süfli ve dünyevi şeylerin ötesine geçmez, çünkü onlar hakka karşı perdelidirler. Dolayısıyla onların firaseti Allah’ın düşmanları ile dostlarını, bunların yollarını birbirinden ayırmaya yeten bir firaset değildir.



Allah’ı ve Allah’ın emrini bilen sadıkların, ariflerin firasetine gelince: Onların bütün himmetleri, Allah sevgisi, marifeti, O’na kulluk ve insanları basiret üzere Allah’a çağırmaktan ibarettir. Onların firaseti sürekli Allah’la irtibat halinde, iman nuruyla birlikte vahyin nuruna bağlıdır.

Dolayısıyla sadıklar ve arifler, Allah’ın sevip sevmediği varlık, söz ve amelleri birbirinden ayırd edebilirler, pisle temizi,hakk olanla batıl olanı, doğru ile yanlışı birbirinden ayırırlar. Bununla Allah yolunda suluk edenlerin istidadlarının ölçüsü bilinir ve her insana ilim, irade ve amelce ve istidadı ölçüsünde sorumluluk yüklenir.

Bunların firaseti daima peygamberin yolunu keşfetme onu tanıma ve diğer yollar arasından O’nun yolunu bulup çıkarma, nefsin kusurlarını görme, peygamberlerin yoluna girmeye engel olan amellerin afetlerini bulma etrafında dolaşıp durur. İşte bu, firaset ve basiret nevilerinin en şereflisi, kula dünya ve ahirrette en faydalı olanıdır.

“Kalp, içinde rubûbiyet sırrına dair hazineleri barındıran bir evdir. Kalp, Rabb’in evi; basîret de onun bekçisidir. Şeytan, ordusuyla birlikte kalbe girmek istediğinde basîret onu kovar ve zikrinin nurlarıyla onu yakar. Eğer şeytan, basîreti uykudayken yakalarsa ve basîret de hafif bir uykudaysa şeytan ona sinsice yaklaşır; fakat basîret de hemen şeytanın farkına varır. Şâyet basîret, gafletin etkisiyle ağır bir uykudaysa onun haberi bile olmadan şeytan eve girip orayı darmadağın eder ve ordusuyla birlikte oraya yerleşir.” -İbn Acîbe











Allah, göklerin ve yerin nurudur. Meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâhun ..


 اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ ﴿٣٥﴾  


Diyanet İşleri: Allah, göklerin ve yerin nurudur. O’nun nurunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fânûs içinde. Fânûs sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Mübarek bir ağaçtan, ne doğuya, ne de batıya ait olan zeytin ağacından tutuşturulur. Bu ağacın yağı, ateş dokunmasa bile neredeyse aydınlatacak (kadar berrak)tır. Nur üstüne nur. Allah, dilediği kimseyi nuruna iletir. Allah, insanlar için misaller verir. Allah, her şeyi hakkıyla bilendir.










Allah, göklerin ve yerin nurudur. Meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâhun ..

Meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâhun, el mısbâhu fî zucâcet ..
MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da, batıya da nisbet edilemez.
Allah, göklerin ve yerin nurudur. Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasaydı, hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.
    Âlemde görünen âyetlerin en belirgini, duygu ve idrakimizi en çok kapsayanı, görüşümüzde bir etken olan ışık olayıdır. Işığın gözümüze teması anında dışımızdakiler ile özümüzdekilerin birbirine ulaşıp birleşmesi halinde parlayan ve genişlettiği cisimlerin dış yüzeylerini açığa çıkaran saydam ve güzel tecellisine de nur denilir ki, ışığın bir özel görünüşü olmak üzere, ışıktan farklı ve bazen ona karşıt olarak kullanılır. Şu halde nur, güzel tecellî âyeti olan hoş bir ışık tecellisidir. Ve bundan dolayı, her zaman övme yerinde kullanılır.
    Bununla beraber aslı, görüşle ilgili karanlığın zıddı olan nur kavramı, Ragıb'ın Müfredat'ında dediği gibi ışık kavramından daha geneldir. Işığa ve ışığın gösterişli kırılmasına ve ışığın yansımasına da söylenildiği gibi, gerek duyguya ait ve gerekse akıl ve idrake ait her çeşit karanlıkların zıddı olan vicdan ve sezgide ortaya çıkan dış ve iç tecellî ve doğuşların hepsine de nur denilir. Hatta Allah Teâlâ'ya mecazen de olsa ışık demek caiz olmadığı halde, bu âyette Nur ism-i şerîfi geçmiştir. Halbuki En'am Sûresi'nin başında; "Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a mahsustur." (En'âm, 5/1) âyeti, Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi ve zıddı olan her çeşit karanlık ile nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri olduğunu bildirmişti ve nuru Allah'a denk tutanları "Sonra kâfir olanlar, kendilerini yaratan, besleyip büyüten Rableri ile bir tutuyorlar" (En'am, 5/1) azarlaması ile sakındırmıştı. Bundan dolayı Allah'a nur denilirken, bu noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih bir mânâ olduğunu bilmek gerekir.
    İlk önce bu iki âyetin karşılaştırılmasında ilk akla gelen mânâ "Allah, göklerin ve yerin nurunun var edicisidir." meâlinde olmasıdır. Onun için tefsircilerin birkısmı bunu ismi fâil sigası ile, yani "gökleri ve yeri nurlandıran, aydınlatan; gerek cisme ve gerekse ruha ait nurlar ile nurlandıran" diye ifade etmişlerdir. Çünkü nur, aydınlatıcıdır. Bu ifade âyetteki nurun olay mânâsına değil, fâil mânâsına; göklere ve yere izafetinin de, mef'ûlüne izafet olduğunu göstermesi itibarıyla bir anlam ifade ediyorsa da münevvirin, nurun yapıcısı olması gerekmeyeceğinden eksiktir. Halbuki Allah'ın, nurun yaratıcısı olduğu Kur'ân'da açıkça belirlenmiştir. Bundan dolayı, müfessirler burada daha birçok açıklamalarda bulunmuşlardır. Felsefeciler ve sofiler de işrakıyye (sûfistâiyye) nazariyesine temas eder gibi gördükleri bu âyet hakkında uzun bahisler yapmışlar. Hatta Gazalî, bu âyetin tefsiri için adında bir eser yazmıştır ki, bazı noktalarını özetleyelim; şöyle ki:
    Nur ismi, lügatte güneşten, aydan, ateşten şu uzayda yer tutan şu cisimlerin dış yüzlerine vuran hale konulmuş bir isimdir. Ve bilinmektedir ki, bu halin şeref ve faziletine özelleştirilmesi, gözle görülen şeylerin bu sebeple ortaya çıkıp görülmesi itibariyledir. Sonra şu da bilinmektedir ki, bütün bu görülen şeyleri idrak etmek, onların ışık almalarına bağlı olduğu gibi görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülen şeyler, ışık aldıktan sonra dahi körlere gözükmez. O halde gören ruh, ortaya çıkma ve görünmede vazgeçilmez bir rükün olmakta, görünen ışığa denktir, eşittir. Sonra şu yönden ona tercih de edilir. Çünkü gören ruh, idrak edici, yani anlayıcıdır; idrak onunla mümkündür. Dışardaki ışık ise idrak edici değildir. Kendisiyle idrak olunan yani idrake sebep olan değil, belki idrak anında bulunandır. Ve o halde gösterme vasfı, görülen nurdan fazla gören nurun hakkıdır.
    Bunun için nur ismini, gören göz nuruna, tereddüt etmeden, kullandılar da "nur-ı aynım" (gözümün nuru), "falanın nûr-ı basarı zayıflad" (Filan kimsenin görmesi zayıfladı) ve gözleri görmeyen kimse hakkında "nûr-i basarını kaybetti" (gözünün görme özelliğini kaybetti) dediler. Bu böyle olunca şunu da söyleyelim ki, insanın bir basarı, yani gözü; bir de basireti, yani idraki vardır.
    Basar, yani göz; ışığı ve renkleri algılayan gözdür. Basiret de idrak ve akıl kuvvetidir. Bu iki idrakten ikisi de idrak edilenin görülmesini gerektirir. Bundan dolayı ikisi de nurdur. Fakat göz nurunda bazı kusurlar saymışlardır ki, bu kusurlar akıl nurunda yoktur. Netice olarak görme duygu ve gücü, kendisini ve idrakini ve diğer gözle görülen parçalar ile akılla bilinen parçaları ve her şeyi, geçmişi ve geleceği göremediği halde; akıl duygu ve gücü, hem kendini, hem idrakini, hem âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve göz idrak ve duygusundan çok ilerilere ve derinliklere gider.
    Bu sebepten, nur isminin gözün algılamasından çok, akıl algılamasına daha uygun olduğu ortaya çıkar. Bununla beraber aklî nurlar da kusur ve hatadan tamamen kurtulmuş değildir. Önce hallerin tam olarak bilinmesinde, bulunması gerekli olan ve yaratılıştan gelen düşünceler, insan cevherinin gereklerinden değildir, beraber doğmaz; bebek bunları elbette bilemez. "Siz, hiçbir şey bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı" (Nahl, 16/78) Bu fıtrî nurlar sonradan ortaya çıkmaktadır. Buna isabette bir sebep gerekir. Bütün sebepler de netice olarak Allah'a dayanır.
    Nazarî düşüncelere gelince, bunda da insanın yaratılışına çoğunlukla hata isabet ettiği muhakkaktır. Dolayısıyla akıl, bir yol göstericiye, bir mürşide muhtaçdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmıyla peygamberlerin irşadıdır. Ve gerçekte akıl ve basiret gözünde Kur'ân âyetleri, madde gözünde güneş ışığı yerindedir. Güneşin ışığına nur denildiği gibi Kur'ân'a da nur denilmesi daha önceliklidir. Ve işte bununla "Allah'a Peygamberine ve indirdiğimiz, o nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8), "Şüphesiz size Rabbinizden kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 4/174) âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.
    Bu bakımdan, Peygamberin açıklamasının, güneşin ışığından daha kuvvetli olduğu ortaya çıkınca, onun kutsal nefsinin, nurlulukta güneşten daha yüksek olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ "Onların içinde bir çerağ (güneş) ve nurlu bir ay yarattı." (Furkan, 25/61) diye güneşi yalnızca bir çerağ (kandil) olmakla vasıflandırdığı halde, Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil" (Ahzab, 33/46) diye sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden güneşin diğer bir cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği, peygamberde daha kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî şahıslardan istifade etmeksizin diğerlerine nur verir. Fakat güneşin gökyüzündeki diğer kuvvetlerle alakası yok olmadığı gibi, şu da aklî ve naklî delillerle bilinmektedir ki, peygamberlerin ruhlarında meydana gelen nurlar dahi meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar ile ilgilidir. Nitekim: "Allah melekleri ruh ile, kullarından istediği kimseye kendinden bir vahiy ile gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu, Ruhu'l-Emin, senin kalbine indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin katından hak ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail öğretti." (Necm, 52/4-5) buyurulmuştur.
    Yani gerçek olarak bilinmektedir ki, gökyüzü cisimleri çeşitli olduğu gibi semavî ruhlar da çeşitlidir. Bazısı faydalı, bazısı faydalanandır. Nitekim Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'in vasfında "Kendisine uyulan emin'dir" (Tekvir, 81/21) buyurmuştur. O meleklerin itaat olunanı, boyun eğileni olunca şüphe yoktur ki, itaat edip boyun eğenler onun emri altındadır. "Bizden herbirimiz için belli bir makam vardır" (Sâffât, 37/164) âyetince her birinin bilinen bir yeri vardır. Şu halde aynı sebeble bunlarda da faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur" ismine hak kazanmıştır. Ve bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine, cisimler âleminde de bir misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya varıp oradan bir evin içine girerek duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse, sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa, bunların en büyüğü kaynak olan güneşteki nur, ikinci olarak aydaki, üçüncü olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak sudaki, altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında da derece derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden daha kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük nurda sona erer ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle ruhların en büyüğü olan ruhtur ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı ve gerek yukardaki güneş ve ay ve yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun, bütün bu duygularla elde edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki peygamberler ve velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun bütün bu aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir. Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak kazanmış olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk zulmet ve karanlık, varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan başka her şey O'ndan sebep karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur, O'nun var kılmasıyla vardır. Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin hepsi de Allah'ın varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları varlık ile ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.
    Özet olarak, her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması ve bildirmesiyledir. Nur'un özelliği de ortaya çıkma, parlama ve bulunmadır. O halde açıkça ortaya çıkar ki, gerçekte mutlak nur, Allah Sübhânehû ve Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına nur demek mecazdır. Fakat Allah gerçekten nur ise ispatında delile neden ihtiyaç duyuluyor? Bunun cevabını önce göze ait görünen nura göre anlamak kolaydır. Bir gündüz ışığında baharın yeşilliğini gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin ki, sen renkleri görüyorsun ve çok defa sen renkler ile birlikte başka bir şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin yanında yeşillikten başka bir şey görmedim dersin, ışığı farketmezsin. Fakat güneş batarken o rengin üzerine ışığın düştüğü hal ile düşmediği halde mecburen fark edersin de şüphesiz tanırsın ki nur, renkten başka bir mânâyadır. Renkler ile beraber algılanır ve idrak olunur. Kuvvetli birleşiminden dolayı farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı gizli kalır. Açıklık, böyle bazan gizli kalmaya neden olur.
    Bu bilinmiş olunca şimdi şunu da bilmek gerekir ki, her şey, göze açık ışık ile göründüğü gibi, yine batınî basirete de her şey Allah ile gözükür. Allah'ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark edilmez. Ancak bunda diğerinden bir farklılık vardır: Görünen nurun güneşin batması ile kaybolup gizlendiği düşünülür. Fakat her şeyin kendisi ile ortaya çıktığı ilâhî nurun batması veya kaybolması düşünülemez ve değişmesi imkansız olduğundan eşya ile daima beraber kalır. Ayırmakla delil getirmek yolu, kesilmiş olur. Onun kaybolmasını düşünsen gökler ve yerler yıkılır, kendinden geçersin. O zaman zarurî ilim meydana gelecek bir fark idrak olunur.
    Fakat eşyanın hepsi yaratıcının varlığına şahitlik yapmakta bir ifade üzere eşit olduklarından ve bazısı değil, her şey, bazı zaman değil, her vakitte O'na hamd ile tesbih eylediklerinden ayrılık kalkmış, gizli yol kalmıştır. Zira marifette görünen yol, eşyayı zıddıyla tanımaktır. Bundan dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin gizli kalması uzak görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.
    "Açıklığının şiddetinden dolayı yaratıklardan gizlenen ve nurunun parlaması sebebiyle onlara karşı perdelenen Allah'ın şanı ne yücedir!"
    Gazâlî'nin bu nurlu sözleri hoştur. Fakat araştırıldığında neticesi şu oluyor ki: Allah'ın nur olmasının mânâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün duygularla algılanan nurların ve bilinen kuvvetlerin yaratıcısı ve mücidi, yani nurun yaratıcısı olması ve bundan dolayı nurdan asıl istenilen, nurlandırma ve meydana çıkarma, belirme ve açığa çıkma mânâlarının hakikatinin özü nurdan ve nuru bulandan çok nuru yapana ait olacağından nur isminin Allah'a daha uygun bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada Gazâlî, izafî karşılığı olan hakikat ile mecaz karşılığı olan hakikati karıştırmıştır. Şüphe yok ki nuru yapan, nurun fevkındadır, yani ondan üstündür. Fakat bundan dolayı nuru yaratana nur denilmesi dilbilgisi yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz olur. Hakikati o nurun sahibi olmasıdır. Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.
    Gerçek budur ki, yanlış bir düşünceye meydan bırakmamak için âyetin kendisi bunun, bir teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu açıklamaktadır. Şöyle ki; nurunun misali, burada nurun Allah'a muzâaf kılınması da gösterir ki, öncekindeki mânâsı zahirine hamledilmediği gibi göklere ve yeryüzüne izafeti de hakikî sahibine izafet değildir. Yani gökleri ve yeryüzünü aydınlatan ve gerçek sahibi Allah olan nurun, varlık nurunun, hidayet nurunun, peygamberlik nurunun, Kur'ân nurunun, iman nurunun hayret verici vasıflarının temsili, yani benzetmesi şudur:
    Sanki bir mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir pencere. Dikkat edilirse gökyüzünde her cismin vucudu böyle arkası kapalı, önü özel bir uzaklık içinde açılmış bir pencere, bir hücre halinde yükselir. Ki içinde bir mısbâh vardır.
    MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da, batıya da nisbet edilemez. Bunda başlıca iki mânâ vardır:
    Birincisi, yalnız öğleden önce güneş gören doğuda değil, yalnız öğleden sonra güneş gören batı tarafında da değil hem doğuya, hem batıya bakan tepenin tam ortasında. Çünkü böyle bir yerde bulunan zeytinin yağı son derecede saf ve güzel olur.
    İkincisi, yön şüphelerinden uzak, yani bildiğiniz dünya zeytinlerinden değil, mekanı olmayan bir zeytin demek olur. Önceki mânâ kendisine benzetilenin herkesce düşünülebilecek bir özelliği olmasından dolayı temsilde terşih, ikinci mânâ ise benzetilenin özelliğine işaret etmek yönünden bir tecrid ifade eder. Terşihin faydası benzetmeyi bir açıklama ile kuvvetlendirmektir. Tecridin inceliği de benzetilenin belirgin bir yönüne işaretle kendisine benzetilene üstünlüğünü ve bundan dolayı benzetmenin yanaşamayacağı bir hakikat noktasını ortaya koymaktır.
    Netice olarak öyle bir zeytin ki yağı, neredeyse, kendisine bir ateş dokunmasa bile ışık verir. Bir elektrik gibi hemen yanmaya hazır; o derece saf ve parlaktır. Özet olarak Allah nuru, nur üzerine nurdur. Yani temsilden zannolunacağı gibi sınırlı beş kat değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız olarak her nurun kat kat üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir nurdur. O halde onu niye herkes bulamıyor? İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah, o nuruna veya o nuruyla dilediği kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak delili göremez, hak âyetlerini bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes peygamber veya velî veya mümin veya arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için peygamberlik nurundan, Kur'ân nurundan, iman nurundan, ilim nurundan herkes faydalanamaz. Ve Allah insanlara (işte böyle) misaller verir. Doğrudan doğruya anlayıp idrak edemeyecekleri hakikatleri, duygularla algılanabilen misaller ile tasvir ve temsil ederek anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Nitekim duygular, hayaller, lisanlar, teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel oldukları gibi, bu âyetteki temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat diye bağlanıp kalmamalı, onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.
    Ve Allah her şeyi bilir. Aklen olanı da, hissen olanı da bilir; açığı da, gizliyi de, gerçek olanı da, temsilî olanı da bilir. Dolayısıyla her kesin duygu ve anlayışını ve faydalanma derecesini ve takip ettiği gaye ve maksadını ve tekvin ve teşride layık olup olmadığı dine yol göstermeyi ve ona göre herbirine yapacağı muameleyi de bilir.

Kaynakça :
1 - 24-NUR: KURAN'I KERİM  (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR) TEFSİRİ
DERLEME : Yavuz Tellioğlu  


FERASET MAKAMININ BİLİNMESİ VE SIRLARI ve [KIYAFETNÂME-İLMİ SÎMA]


Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:

YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM

Feraset, nafile ibadet nuru
Seçilmiş ve rehber Peygamber buyruğudur bu
Feraset sahibi, Hakk’ın gözü ve kulağı olduğu kişidir
Mutlu ve sevinçlidir o
İşin sonu bu yargının tersinin gerçekleşmesi:
Gaybte ve şehadette
(Saldırmak anlamındaki) ‘iftiras’ kelimesinden türetilen feraset, kahır özelliğindeki ilahi bir niteliktir. Hükmü, bu niteliğe sahip birinden korkarak kaçanlarda gözükür. Kaçmanın nedeni, tabii korkudur. Bu korku, can hakkında olabilir. Can korkusu, nefsin alıştığı ve otoritesini sergilediği bedenden ayrılmayla ilgilidir. Ya da feraset sahibinin doğal
feraset veya ilahi feraset vasıtasıyla kendisiyle ilişkilendirdiği kınamadan kaçmakla ilgilidir. Bu nedenle feraset, sadece firarilere ilişir. Çünkü âleme baskın olan şey, kendileri hakkında bilgisizliktir. Bilgisizliklerinin nedeni ise bileşikliktir. Unsurlardan bileşik olmaksızın, yalın olsalardı, bu nitelikle nitelenmezlerdi.
Bilmelisin ki, kul feraset özelliği kazandığında, feraset sahibi olduğu sonucuna varılan bir takım alameder taşır. Bir kısmı mizaç kaynaklı doğal alametler iken -ki bu hikemî ferasettir-, bir kısmı ruh, iman ve nefs kaynaklıdır -bu ise ilahi ferasettir-, İlahi feraset müminin iç gözün-deki (basiret) ilahi nurdur. Bu nur vasıtasıyla mümin, kendisine keşf olduğunda, ferasete konu olan şeyden meydana gelen hali veya kendisine ulaştıracak şeyleri bilir. Öyleyse müminin feraseti, doğal ferasetten daha geneldir. Çünkü doğal ferasetin verebileceği nihai bilgi, kötü ve iyi ahlâkı bilmek, eşyada ve bütün bedeni hareketlerde acele ve yavaşlığa yol açan durumları öğrenmeyle ilgilidir. Bu bölümde her iki feraset türüne kısmen değineceğiz.
İlahi feraset, doğal ferasetin sağladıklarını verdiği gibi aynı zamanda fazlasını da verir. Bu ilave ise, ilahi ferasetin mutluyu bedbahttan ayırmanın bilgisini olduğu kadar bu nur sahibinin yanında olmaksızın işlenen Allah Teâlâ’nın razı olduğu ve olmadığı hareketlerin bilgisini de vermesidir. Böyle bir insan bir davranışı yaptıktan sonra bu nur sahibinin önüne gelir. Söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda bir alamet bırakır ve bu alameti sadece feraset sahibi bilebilir. Bu sayede, günah ya da itaat olmak üzere hareketin durumuna göre, sahibine bir şey söyler. Nitekim aynı iş Hz. Osman radiyallâhü anhda gerçekleşmişti. Hz. Osman huzuruna giren birine şöyle demiş: ‘Subhanallah Teâlâ! Erkekler niçin gözlerini kadınlardan uzak tutmuyor ki?’ Birinin avret yerlerine ya da meskûn bir evin köşesinde vb. bakması helal olmayan birisine bakmış olan yanına giren adam Hz. Osman radiyallâhü anh’aya şöyle demiş: ‘Yoksa Peygamberden sonra bir vahiy mi var?’ Hz. Osman radiyallâhü anh şöyle demiş:‘Hayır! Fakat bu ferasettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Müminin ferasetinden korkun, çünkü o Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar’ dediğini bilmiyor musunuz? İçeri girdiğinde, gözlerinde onu gördüm.’ insanın hareketinin -itaat ya da günah olmak üzere kendisinden çıktığı organda bir belirti geride bıraktığı sözümüzün anlamı budur.
Doğal feraset, bütün davranışlarda, sözlerde, duruş ve hareketlerde dengenin bilgisini verdiği gibi bütün bu hususlarda sapmanın bilinmesini de sağlar. Doğal feraset sahibi, bir insanın organlarına veya yapısına bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı, öfkeli ve öfkesizi, bayağı olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı tanır.
Öncelikle bilmelisin ki: iman feraseti -ki onunla başlıyoruz-müminin basiret gözüne verilmiş ilahi bir nurdur. Bu nur, baş gözüne ait nura benzer. Ferasete konu olan şeyde ise, göz için duyulurların görünmesini sağlayan güneşin ışığına benzeyen bir alamet vardır. Bu bağlamda göz, hem kendi nuruyla hem de güneşin ışığının göstermesiyle duyulurları ayırt ederek küçüğü büyükten, güzeli çirkinden, beyazı siyah ve sarıdan, hareketliyi durağandan, uzağı yakından, yukarıdakini aşağıda olandan ayırdığı gibi iman ferasetinin nuru da övülen davranışı kınanmış davranıştan ayrıştırır ve öğretir.
İlahi feraset nuru, ‘Allah’ ismine izafe edildi. Burada ‘Allah’ ismi, bütün isimlerin hükümlerini kendinde toplayan isimdir. Çünkü feraset nuru, ahiret hayatında bedbahtlık ve mutluluğa yol açan kınanmış ve övülmüş hareketleri tanıtır. Feraset öyle bir dereceye ulaşır Ki, bazı insanlar toprakta bir şahsın ayak izini -ki onun izi demektir-gördüğünde, şahıs bulunmadan ‘bu ayak mutlu bir insanın ayağıdır’, ‘şu bedbaht bir insanın ayak izidir’ diyebilir. Nitekim gözcü izi takip ederek şöyle der: ‘Bu izin sahibi söz gelişi beyazdır, gözü şaşıdır.’ Böylece -adeta görmüşçesine-onun yaratılışını ve yaratılışına ilişen geçici durumları betimler. Bütün bunlar, şahsı görülmeksizin onun izinde görülür. Ensab ilmindebuna göre hüküm verilir ve -baba ile oğullar arasında alışılagelmiş benzerlik bulunmadığı için bir kuşku ortaya çıktığında-çocuğun gerçek babası bulunur.Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem bu nedenle feraset nurunu Allah ismine izafe etti. Halbuki onu -söz gelişi-el-Hamid ismine ait saysaydı, bu nur sahibi, özellikle övülen ve Mutlu olanı görürdü. Başka bir ifadeyle, Peygamber iman nurunu herhangi bir ilahi isme izafe etseydi, söz konusu ismin gereğine göre bu nur etkin olurdu. Bu nuru Allah Teâlâ’ya izafe edince, feraset sahibi onunla dünya ve ahirette meydana gelebilecek iyilik ve kötülükleri, kınanan ve övülen davranışları, çirkin ve güzel ahlâkı, doğanın ve ruhanîliğin ortaya çıkarttığı durumları bilir. Ayrıca feraset sahibi, bu nur vasıtasıyla dini hükümleri de ayırt eder -ki bunlar, beş hükümdür. Öte yandan, bir hareketin dayandığı ilahi isimleri, hareketin sahibine bakan ulvî ruhları, yıldızların hareketlerinden ortaya çıkan alametleri de bu nur sayesinde öğrenir. Çünkü Allah Teâlâ yıldızları feleklerinde boş yere yüzdürmemiştir. Yıldızların feleklerinde yüzmesinin nedeni, Allah Teâlâ’nın onların bütün hareketlerine ve yakın felekteki varsayımsal burçları aşmalarına yerleştirdiği amaçlardır. ‘Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetti’ ayetinin doğruluk ölçütü budur. Kısaca bu yüzüş esnasında yıldızların hareketleri, kendilerine bırakılan emanetleri -ki onları unsur âlemi talep eder-sahiplerine ulaştırmayı hedefler.
Bilmelisin ki, Allah Teâlâ doğayı nefsin aşağısında ve Heba’nın üzerinde yarattı. Allah Teâlâ doğal cisimleri yaratmak istemiştir ki, bize göre sadece doğal ya da unsurî cisimler vardır. Unsurlar ise başka cisimler kendilerinden doğsa bile doğal cisimlerdir. Bunların hepsi, Allah Teâlâ’nın doğayı üzerinde yarattığı şeydeki eserlerden meydana gelir. Doğa, dört şeyden ibarettir. Bu dört şey özel bir tarzda bir araya geldiğinde, -Aziz ve Alîm’in takdirine göre-bu bir aradalığa uygun bir varlık oluşur. Bu nedenle, mizacın farklılığı nedeniyle âlemin cisimleri de farklılaşmıştır. Her cisim, âlemde karışımının (mizaç) gerektirdiği şeyi vermiştir.
İş böyle devam ederek, Allah Teâlâ’nın unsurları yaratmasına kadar ulaşır -unsurlar rükünlerdir-. Sıcaklık özel bir tarzda kuruluğa eklenir, bu karışımdan ateş unsuru oluşmuştur ve ‘ateş unsuru’ diye ifade edilir. Sonra, hava sonra su, sonra toprak aynı tarzda meydana gelir. Allah Teâlâ, vasıtalı ve vasıtasız olarak unsurları birbirine dönüşebilme özelliğinde yarattı. İki unsur her açıdan birbirini iterse (nefret), o şey kendine uygun olana dönüşür. Ardından bu uygun olan da, kendisine en yakın diğer uyguna dönüşür ki o ilk dönüşüme uğrayanı itmekteydi. Böylelikle ısınma ve yoğunlaşma yoluyla, bu en yakın uygun vasıtasıyla kendine dönüşmeyi kabul etmiştir.
Allah Teâlâ, hayvanî cismi dört doğadan yarattı. Bunlar İki acı, kan ve balgamdır. Allah Teâlâ bu karışımlarda ruhanî güçler de yaratmıştır ki eserleri, kendilerinden oluşan cisimde gözükür. Bu karışımlar, kendilerinden ortaya çıkan cisimde itidal ölçüsünde ya da itidale yakın bir ölçüde bulunurlarsa, itidalin sağladığı güzel ve beğenilmiş durumları, işlerde orta hareketleri sağlarlar. İtidal üzere bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre hareketleri ortaya çıkartırlar. Böylelikle bu karışımların arasından daha güçlü ve daha çok olanın otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bedene hastalıklar iliştiği gibi nefse de (kötü) ahlâk ilişir.
Beden doktoru, itidali gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı artırarak ya da fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlahi doktor ise -ki peygamberlerdir-ahlâkı tedavi eder ve nefsanî amaçları öğüt, zikir, tavsiye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla yönetir ve tedavi eder. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, insanların ve yüce ruhların nezdinde mutluluk sağlayan övülen davranışları öğreterek ahlâkı tedavi eder. Bu sayede, düşünen nefs (nefs-i natıka) güçlenir. Bu öğüt, sapmış mizacı ıslaha yardımcı olduğu gibi aynı zamanda bedenin doğasını ve onda bozulmuş olanı düzelten doktora da yardım eder. Bu nedenle bazı doktorlar, belli hastalıklar için güzel sesler dinlemeyi, türlü çiçeklere sahip güzel yerlere gitmeyi, çağlayanları görmeyi, bülbül ve benzeri kuşların seslerini dinlemeyi salık verir. Bütün bunlar, doktora yardım etmek üzere, mizacın düzelmesine yol açan ruhanî tedavilerdir. Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu hastalıklar, zikrettiğimiz şeylerin zıddıyla düzelirler. Bütün bunlar, güçlü ve baskın karışım ile onun karşılığında eksik ve zayıf karşıma göre yapılan tedavilerdir.
Hastalıkların bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısında aslî olarak bulunur. Örnek olarak, gözlerdeki patlaklık, ya da aşırı ölçüde içe batması ya da son derece ince burun ya da son derece kaim burun ya da bunun zıddını ya da burun deliğinin çok geniş veya dar olması veya aşırı beyazlık ya da aşırı siyahlık ya da saçın kıvırcıklığı veya aşırı düzlüğü ya da gözdeki aşırı maviliği veya aşırı sürmeliliği verebiliriz. Aynı şekilde, itidalde olmayan diğer organları da verebiliriz. Bunlar, itidalden saparak, belirttiğimiz şekilde iki uçtan birine varmıştır. Çünkü insanın ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidal ve sapmaya göre belirlenir.
İlahi doktor gelir -ki o peygamber, ya da varis ya da hakîmdir-kendisine boyun eğen bu yaratılışın neyi gerektirdiğini bilir. Onu terbiye etmek ve mutluluğu için çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Doktor -sapma söz konusu ise-yaratılışının gerektirdiği yönün tersine yöneltir. İlahi doktor (peygamber), tedaviyi sapmanın nerelerde kullanılacağını göstererek yapar. Bu yerler, Allah Teâlâ’nın övdüğü ve nefsin mutluluğunu sağlayan yerlerdir. Çünkü doktor insan için yeni bir yaratılış meydana getiremez: ‘Rabb’in yaratmayı ve ahlâkı (hulk ve hilkat) tamamlamıştır.’ Öyleyse yapılabilecek nihai şey, kullanım yerlerini açıklamaktır. Yaratılışı mutedil biri Allah Teâlâ nezdinde mutluluk sağlayan şeyleri bilmiyorsa, bu bilgiye ulaştıracak birisine -ki Allah Teâlâ’nın peygamberidir-muhtaçtır ve Allah Teâlâ nezdinde mutluluğu sağlayacak şeyleri bilenlere sormalıdır.
Güzel ahlâka gelirsek, yaratılışı itidalde olan insan, bunlarda kendisini yönlendiren birisine muhtaç değildir. Çünkü onun yaratılışının mizacı ve itidali, kendisine sadece güzel ahlâkı verir. Hatta böyle biri bazı durumlarda sapmayı kullanmak üzere bir öğreticiye muhtaçtır. İnsan belirli durumlarda sapmadaki yararlar nedeniyle onu yapmakla yükümlüdür. Bu yarar dünyevi olabileceği gibi ahiret ile ya da her ikisiyle de ilgili olabilir. Mizacı sapmış kimseden ise, çirkin huylar ve bayağı ahlâk ortaya çıkar, nefsanî gayelerin kendisine etki etmesini ister. Böyle biri, işinin sonunda neye varacağını önemsemez. Öyleyse akıllı doktor, daha önce belirttiğimiz gibi, (kötü huyların) kullanım yerlerini göstermekle bu kişiyi aşama aşama tedavi eder.
Ferasete konu olan İçişinin yararının nerede bulunduğu bilen iman ferasetinin sahibi biri gelir ve insanın kınanmasına yol açan ya da kendisinden kınanmış olarak bir hareketini çıktığını gördüğünde, onu yönlendirir. Böylece -kendisini hükmü altına almak üzere-nefsini teslim edinceye kadar onu kontrol eder. Bu insan (itidalden) sapmış ise, seyr ü sülukunda mücahede ve riyazet yolunu takip eder. İtidal halinde ise, sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi haline gelir. Başkasına güç gelen işler, ona kolaylaşır. Herhangi bir güzel ahlâk onda güçlük çıkartmaz. Böyle bir insanın nefsi arınır, tezkiye olur ve temiz âleme katıldığında, ilahi göz ile bakar, (ilahi kulak ile) duyar, onun gücüyle hareket eder. Bu durumda ise işlerin nereden gelip nereye gittiğini, kendisinden neyin çıktığını ve nereye vardığını görür. cİman feraseti’ denilen budur. Söz konusu feraset, Allah Teâlâ nezdinden verilen bir şeydir. Doğası selim olan ve olmayan herkes, buna ulaşır.
Âlemdeki sapma ve itidalin esası veya bileşiklerde bazı unsurların başka unsurlara baskın gelmesinin nedeni, ilahi bilginin etkileridir. Bu bilgiden hareketle Allah Teâlâ, dilediklerine merhamet eder, dilediklerini bağışlar, dilediklerine azap eder, kerih görür, razı olur ve öfkelenir.
Öfke nerede, razı olmak nerede?
Af nerede, intikam nerede?
Cezalandırma nerede, hoşnut olmak nerede?
Bütün bunları indirilmiş kitaplarda ilahi haberler dile getirmiş, keşf ehli ise -göz görmesiyle-onları öğrenmiştir. Söz konusu haberler nebi ve peygamberlerin diliyle gelmemiş, Allah Teâlâ nezdinden gelen kitaplar onları bildirmemiş ve peygamberler mucizeler ile desteklenmemiş olsaydı -ki peygamberler yabancıların nezdinde bu haberlerle ilgili sözlerinin doğruluklarının kanıtlanması için mucizelerle desteklenmiş ve bu sayede bu haberleri getirdiklerinde haberler kabul edilmiştir-nefsler bu haberleri kabul etmezdi. Çünkü aklın kanıtları, ilahi mertebe hakkında böyle bilgileri imkânsız sayar. Bu haberleri gören ve keşfeden bir insan, doğruluğu hakkında bir mucize desteği olmaksızın, onları söyleseydi, cahil ilan edilir, düşüncesi nedeniyle kınanırdı. Böyle bir insanın aklının ve fiillerinin bozukluğu, hayalinin hükmü altına girdiği hususunda kanıtlar serd edilir, akla göre Allah Teâlâ’nın böyle niteliklerle nitelenemeyeceği iddia edilirdi. Söz konusu haberlerin peygamber ve kitaplar vasıtasıyla indirilmiş olmasının nedeni budur. Müşahede sahibi de, onlara dayanarak bu tür bilgi getirdiğinde onun sözüne aşina olunur.
Böyle haberleri bildirmek üzere şeriatlar gelmiş, başkanlara ve önderlere peygamberlerden başkasından duyduklarında ters gelecek hükümleri bildirmiştir. İnsanlar böyle bilgilere peygamberden aşina olup nefsler ilahi yasaların hükümleriyle ülfet ettiğinde, salih insanlara öğrencilik yapmak ve nefslerini -kendilerine ağır gelse bile onların yönetimlerinin altına sokmak, hükümdarlara ve başkanlara kolaylaşmıştır. Onlar, bu konudaki bilgilerini karşılaştıkları amaçlarıyla ters düşme güçlüğüne yeğlemişlerdir. Çünkü bu şarta göre nefsini salih insanın hükmü altına sokmuştur. Öyleyse onun kendisine karşı kanıtı vardır. Alîm ve Hakîm Allah Teâlâ münezzehtir. Bilginin üstünlüğü olmasaydı, feraset üstün olamazdı. Çünkü bilginin otoritesi olmasaydı, feraset üstün gelemeyeceği gibi bir değeri de olamazdı. Öyleyse bilgi niteliklerin en üstünüdür. Kurtuluş -insan onu kendisine hakim yapıp işlerinde ona göre davrandığında-bilgidedir.            .
Rabb’im! Bilgimi artır,
Rabb’im, bilgimi artır,
Rabb’im, bilgimi artır!
Beni bilgide kullan,
Beni bilgi için kullan,
Bilgiyi bende hüküm sahibi yap
Onu benim gözetmenim yap
Sen bilen, bilgi ve bilinensin
Bilgi şenindir, bizim değil
Bize ondan değerimiz kadar verdin
Hâkimler nezdinde zikredilen ferasete gelirsek, bu ferasetin hâkimlerin esas sayıp tecrübe ettikleri bir yönünü zikredeceğim. Sonra onun niteliklerdeki bâtını yorumunu, belirteceğim. Bunu ise, kitaptaki yöntemimize göre -Allah Teâlâ’nın izniyle-özet ve yeterli bir şekilde yapacağız:
Bilmelisin ki: Allah Teâlâ, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için yaratılışı mutedil bir insan yaratmak istediğinde, babaya mizacını düzeltecek şeyleri (yemeyi) nasip eder. Aynı şekilde, annesine de mizacını düzeltecek şeyleri nasip eder. Böylece, erkekten ve dişiden çıkan meni düzgün olur (salih). Öte yandan rahmin mizacı da düzgün olur ve karışımlar (ahlât-ı erbaa) nutfenin düzgün olmasını sağlayacak ölçüde itidal halinde bulunur. Allah Teâlâ suyun (meni) rahme indirilmesi için, mutlu bir yıldız (tali’) belirler. Bunu ise, Allah Teâlâ’nın o esnada var olanlarda meydana getirdiği şeye göre iyiliğe alameti kendisinde yarattığı feleklerin hareketlerine göre gerçekleştirir. Erkek ve kadın, mutedil bir mizaç ile Mutlu bir tali’de birleşir. Meni mizacı dengeli rahme iner. Rahim onu alır ve Allah Teâlâ anneye mizacını düzgün tutacak ve rahimde çocuğun besleneceği şeylere karşı arzu duyma imkânı verir. Böylelikle meni, mutedil bir yerde, mutedil maddeler içinde ve feleklerin doğrusal hareketlerinin içerisinde şekillenmeyi kabul eder.
Bu durumda yaratılış en mutedil şekilde ortaya çıkar ve var olur. Sahibinin yaratılışı da dengeli bir şekilde meydana gelir. Böyle biri, ne uzundur ne kısa! Etinin yumuşaklığı, katılık ve incelik arasındadır. Rengi sarı ve kızıla çalacak şekilde beyazdır. Saçının uzunluğu dengelidir. Ne dümdüzdür ne bütünüyle kıvırcıktır. Saçında kızıllık vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa ve siyahlığa yakıındır. Baş kemikleri dengelidir. Omuzları paraleldir. Boğazı ölçülüdür. Baldırında ve belinde et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabadır ne de incedir. Kalın veya ince olması beğenilen kısımları dengelidir. Parmakları ince ve uzundur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az konuşur. Doğası sarılığa ve siyahlığa eğilimlidir. Bakışında rahatlık ve sevinç vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde tahakküm kurmak ve başkanlık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş da değildir. Hakimlerin söylediğine göre, yaratılışı en mutedil ve sağlam kişi budur. Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de bu yaratılışta yaratılmıştır. Bu sayede, (manevi) mertebede kemali gerçekleştiği gibi yaratılışta da kemali gerçekleşir. Böylelikle o, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden insanların en kâmili olmuştur.
Rahimde bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir bozukluğun insanın rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa ya da organların çoğuna ya da bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o esnada söz konusu organ için maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre gerçekleşir. Bu durumda etki, ya yapının bütününde ya da bazı organlarında gözükür.
Başarıya erdiren Allah Teâlâ’tır, bunlardan birisi şudur:
Aşırı kumrallık ve mavilikle birlikte gerçek beyazlık hainliği, fâsıklığı ve aklın hafifliğini gösterir.
Bununla birlikte kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve saçı çok ise, feraset sahibi hakimler ‘Bu nitelikteki birisinden öldürücü yılanlardan kaçmak gibi kaçmak gerekir’ demişlerdir.
Saçın serdiği, cesarete ve dimağın doğruluğuna işaret eder. Saç yumuşaklığı korkaklık, zekâ azlığı ve dimağın soğukluğuna işaret eder. Saçın her İki omuz ve boyun üzerinde çok olması, insanın ahmaklığına ve cüretine delildir.
Karında ve göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının azlığına ve zulmü sevmesine işaret eder. (Saçta) Kumrallık korkaklığa, öfkeye, hızla sinirlenmeye ve zalimliğe işaret eder. Saçın siyahlığı, akıldaki aşırı durağanlığa, yavaşlığa ve adaleti sevmeye işaret eder. Bunların arasında olan saç rengi ise itidale işaret eder.

Kırışıklık bulunmayan geniş alın düşmanlığa, arsızlığa, kışkırtıcılığa ve kendini beğenmişliğe işaret eder.

Genişlik ve darlık halamından orta seviyede olan ve kırışıklık bulunan alnın sahibi doğru sözlü, sevecen, anlayışlı, bilgili, uyanık, yönetici ve uzmandır.
Kulakları büyük kişi bilgisizdir. Şu var ki o, hafız olabilir. Kulakları küçük kimse, hırsız ve ahmaktır.
Kaş çokluğu, meramını anlatamamak ve zayıf konuşmaya işaret eder. Kaşlar şakağa kadar uzamışsa, sahibi kendini beğenmiş şaşkının tekidir. Kaşları ince, uzun ve kısalıkta dengeli ve siyah olan kimse, uyanıktır.
Gözü mavi olan, en şerli kişidir. Mavilerin en kötüsü ise, turkuaz mavisidir.
Büyük ve patlak gözlü kimse hasetçi, yüzsüz, tembel ve güvenilmezdir. Bir de mavi olursa -ki bazen koyu olabilir-daha da hasetçidir. Gözleri orta büyüklükte olan ve derinlik (koyu) ve siyahlığa yakın olan kimse, zeki, güvenilir ve sevecendir. Göz bedenin uzunluğunda olursa, sahibi habistir. Gözü donuk, tıpkı hayvan gibi az hareketli ve bakışı ölgün olan kimse, bilgisiz ve katı doğalıdır. Gözünde hızlı hareket ve keskin bakış olan kişi hırsız, hilekâr ve aldatıcıdır. Gözü kızıl olan kimse, atılgan ve cesurdur. Gözünün çevresinde sarı noktalar bulunan kimse, insanların en şerlisi ve alçağıdır.
Burnu ince olan kimse, pervasızdır. Burnu -adeta ağzına girecek kadar-büyük olan kimse, cesurdur. Burnu basık olan kimse, şehvetlidir. Burnu çok kabarık olan kimse, çok öfkelidir. Burnunun ortası basıklığa mütemayil ve sert olan kimse, geveze ve yalancıdır. Burunların en mutedili, aşırı uzun olmaksızın, belli ölçüde uzun olanıdır. Burun serdiğinin vasati olması ve deliklerin abartısızlığı, anlayışa ve akla delildir.
Ağzı geniş olan kimse, cesurdur. Dudakları kalın olan kimse, ahmaktır. Tam kızıllıkla birlikte orta kalınlıkta olan kimse, dengelidir.
Dişleri birbirine girmiş ya da çıkıntılı olan kimse, aldatıcı, güvenilmez bir hilekârdır. Dişleri arasında boşluk bulunup seyrek olan kimse, akıllıdır, güvenilirdir, yönetici ve emin bir insandır.
Yüzünün etinde avurtları şişkin olan kimse, cahildir ve katı doğalıdır. Yüzü zayıf ve sarı olan kimse, alçak, hilekâr, tuzakçı, habis ve huysuzun tekidir. Yüzü uzun olan kimse, arsızdır.
Şakakları şişkin ve damarları şişkin olan kimse, öfkelidir. Kendisine baktığında yüzü kızaran ve utanan, hatta bazen gözleri dolan veya istemi dışında tebessüm eden kimse, seni seven, sana muhabbet besleyen ve içinde sana karşı saygı bulunan biridir.
Yüksek ses, cesarete işaret eder. Yavaş ile hızlı, yumuşaklık ile serdik arasındaki dengeli ses, akla, tedbire ve doğruluğa işaret eder. Hızlı ve ince konuşmak, bilgisizliğe, yalancılığa ve arsızlığa işaret eder. Sesin kalınlığı, öfkeye ve ahlâksızlığa işaret eder. Sesin genizden gelmesi, ahmaklığa, zekâ azlığına ve kibre işaret eder.
Çok hareketlilik, hilekârlığa, kendini beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır.
Oturuştaki ağır başlılık, sözdeki süreklilik ve gereksiz sözlerde eli hareket ettirmek, aklın tamlığına, tedbire ve aklın doğruluğuna kanıttır.
Boynun kısalığı hilekârlık ve habisliğe kanıttır. Boynun uzunluğu ve inceliği ise, ahmaklığa, velvele çıkarmaya ve korkaklığa kanıttır. Bu ikisine bir de başın küçüklüğünün eklenmesi, ahmaklık ve akılsızlığa delildir.
Boynun katılığı, bilgisizliği ve oburluğu gösterir. Boynun uzunluk ve sertlikte itidali, akla, tedbire ve samimi dosduğa, güvenilirliğe delildir. Büyük karın ahmaklığa, bilgisizliğe ve korkaklığa kanıttır. Karnın latifliği ve göğsün darlığı, aklın çokluğuna ve doğru düşünmeye kanıttır. Omuzların ve sırtın genişliği, cesarete ve aldın hafifliğine kanıttır. Sırtın eğikliği, sabırsızlığa ve huysuzluğa kanıttır. Sırtın düzgün olması, övülen bir belirtidir. Omuzların öne çıkması, kötü niyete ve gidişatın kötülüğüne delildir.
Avucun dize kadar uzayacağı şekilde kolların uzunluğu, cesarete, cömertliğe ve soyluluğa kanıttır.
Kollar kısa ise, sahibi korkaktır ve kötülüğü seven biridir. Uzun parmaklarla birlikte uzun kol, sanatkârlığa, işleri sağlam ve başkanlığı iyi yapmaya kanıttır.
Ayaktaki sert et, bilgisizliğe ve zulmü sevmeye kanıttır. Yumuşak-küçük ayak, günahkârlığa kanıttır. Topuğun inceliği, güzelliğe delil iken topuğun kalınlığı cesarete kanıttır. Aşil kirişleriyle birlikte inciklerin kalınlığı aptallığa ve düşüncesizliğe kanıttır. Adımları geniş ve ağır olan kimse, bütün davranışlarında başarılı, işin sonuçlarını düşünen kişidir. Böyle olmayan da, bunun tersidir.
Bunlar, doğa bilginlerinden tecrübe sahibi hâkimlerin sözlerinden aktardığımız (hikemi feraset ile ilgili) hususlardır.
Bu nitelikler çoğalır ve azalır, fakat hüküm galibe aittir. Bazen bir şahısta eşitlenirler. Bu durumda bir nitelik diğerinin hükmünü bir yönden ortadan kaldırabilir. Bazen de bir konuda bu niteliklerden birisi etkin olurken başka bir konuda ise diğer bir nitelik etkin olabilir.
Kısaca, riyazet ve bilginin kullanımı, zikredilen her bir kötü niteliği ortadan kaldırmada etkindir. Kim bunu tecrübe ederse, söylediğimizin doğruluğunu görecektir. Çünkü adet, beşinci doğadır ve onun aslî doğada etkisi vardır. Bütün bunlar, tecrübe edilmiştir.

VASIL

Söylediğimiz Alametlerin -bunlar tecrübeyle sabittir

Bâtını Yorumu
Bilmelisin ki, insanın bedenini yöneten latifesinin (düşünen nefs) bir yönü, onun babası olan saf nura bakarken bir yönü sırf karanlık olan doğaya bakar. Doğa ise, onun annesidir. Bu nedenle latif nefs, ışık ve karanlık arasmda meydana geldi. Onun orta yerde olmasının nedeni, yöneticiliğidir. Bu yönüyle o, tüm heyula ve akıl arasındaki tümel nefse benzer. O, karanlık bir cevher iken akıl saf ışıktır. Böylece bu düşünen nefs, ışık ve karanlık arasında bir berzah haline gelmiş, her birisine kendi hakkını vermiştir. Bu iki uçtan birisi kendisine baskın gelirse, baskın gelene göre olur. İki uçtan birisine meyli olmadığında ise, işleri itidal üzere algılar ve insaflı olur, gerçeğe göre hüküm verir. Bu bölümde bedendeki ferasetin alametleri hakkında zikredilen şeylerin bâtınî yorumunu belirteceğiz.
Aşırı beyazlık, insanın bakışını büsbütün nur âlemine vermesidir. Öyle ki artık doğa âlemini kendisiyle yöneteceği hiç bir şey kendisinde kalmaz. Ebu İkal el-Mağribi ve benzerleri böyleydi. Bu durumda, kemale ulaşmazdan önce hızla bozulmaya uğrar. Aynı şey, aşırı siyahlığın yorumu için de geçerlidir. Bu ise insanın şehvet ve doğa âlemine kendisini bırakmasıdır. Bu bırakma, kendisiyle nur bilgilerine -ki ilahi ilimler demektir-bakmak arasında bir perde haline gelir. Hiçbir görüş ayrılığı olmaksızın, böylelerinin hali kınanmıştır. Bununla birlikte bu durum, zaman zaman gerçekleşir ve kişi ‘her Hakk sahibine hakkını veriyor’ olabilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benim bir vaktim vardır ki, onda Rabbimden başkası benimle olamaz’ buyurur. Hali böyle olan insan, adil imamdır. Uzunluk ve kısalık, insanın iki âlemden birisindeki bakışının süresine işaret eder. Bu süre uzarsa uzunluk, kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Sürenin, ihtiyaç ölçüsünde olması gerekir. Etin yaşlığının katılık ve incelik arasında dengeli olması ise, tıpkı etin kemik ve deri arasında bir berzah olması gibi, insanın mana ve duyu arasındaki berzahlarda itidal üzere bulunmasıdır. Saçın dengeli olması ise, insanın kabz ve bast halleri arasında bulunuşudur.
Yüzün genişliği, rahatlığa ve sevince işaret eder. İnsanın görüyor olması, işleri inceleyişindeki doğruluk demektir.
Gözün siyahlık ve koyuluğa çalması, bilinmeyen işlere bakması, gizli şeyleri ortaya çıkartması demektir. Gözlerdeki patlaklık, şehadet âleminde bilimleri istinbata yönelmesi demektir ki söz konusu kimseler yorum sahipleridir.
Baş kemiğinin dengeli olması, aklın çokluğu demektir. Omuzların genişliği, bir eser olmaksızın, gaybet halinde eziyete tahammül demektir.
Boynun istiva halinde olması, kendilerine yönelmeksizin eşyayı öğrenmek demektir.
Boyundaki fazla uzunluk, tecessüs etmek gibi, gereksiz işlerle ilgilenmek demektir.
Aşırı kısalık, öğrenilmesi gerekli işlerde ihmalkârlıktır.
Göğsün üst kısmının dengeli olması, dinleyene yarar sağlayan ölçüye göre, anlatım yeteneği demektir. Baldır ve belde etin azlığı, kendisini iki uçtan birisine yönlendirmesi için insanın bel bağladığı ve önemsediği işlere bakması demektir. (İki uçtan birisine varmadan) Arada kalırsa, genellikle aldanır.
Sesin kısalığı, açıklanacak yerde sırrı gizlemektir. Sesin duruluğu, sırra bir şey katmamaktır. Parmakların uzunluğu, nazikçe almak demektir. Avuç genişliği, kendisine bağlanmadan dünyayı atmak demektir.
Az konuşmak ve gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi demektir. Böylece ihtiyaç ölçüsünde konuşur ve güler. Doğasının iki acıya meyletmesi, safrada (sarı su) ulvîliğe yönelişin sevdada (siyah) ise süflî âleme yönelişin kendisine hakim olmasıdır. Süflî âleme yönelmenin nedeni, orada bulunan ve doğanın birçok akıldan perdelediği ‘göz aydınlığına yol açacak’ değerleri ortaya çıkartma talebidir. Akılların (bu değerlerden) perdelenmesi, zihinlerde doğanın kınanmışlığıyla ilgili bulunan inançtır.
Bakışında sevinç ve neşe bulunması, sevgiyle başkalarının gönlünü çelebilmek demektir.
Mal tamahkârlığının azlığı, faydasız şeylere yönelmekten yüz çevirmektir.
Mutedil insanın tahakküm ve başkanlığı istemeyişi, -kendisiyle değilkulluğunu kemaline ulaştıracak işlerle ilgilenmesidir. Aceleci ya da yavaş olmayışı, kudreti var iken ve aciz değilken cezalandırmaydı demektir.
Hikemî (aklî) feraset sahiplerine baktığımızda da, onların bu konuda iki uca ve aracıya başvurduklarını gördük. Onlar, işleri -kast ettiğim ahlâktır-övülen ve kınanan diye ikiye ayırmışlardır.
Söz konusu insanlar bütün iyiliği ortaya verirken sapmayı iki uca ait saymışlardır. Onlar, aşırı beyazlık ve aşırı mavilik hakkında kınayıcı sözler söylemiş ve onun övgüye değer olmadığını belirtmişlerdir. Aynı şey aşırı siyahlık ve burun inceliği için de geçerlidir.Bütün bunları kötü bulmuşlardır. Bunların arasında dengeli olan ise, her iki uçtan birisine sapmadan ve sınırın dışına çıkmadan, söylediğimiz şekilde övülmüş olandır. Onların zikrettiğimiz hususlarla sınırlı kaldıklarını gördüğümüzde, beşeri âlemde güzellik ve çirkinliğin nerede ortaya çıktığını inceledik, şu sonuca vardık: Allah Teâlâ katında üstünlüğü sağlayan bir güzellik ya da uzak durmayla iyiliğin meydana geldiği herhangi bir kötülük, ancak şeriatın güzel bulması ya da çirkin görmesiyle belirlenebilir. Bir fiil hakkında övgü ve yerginin sadece şeriat tarafından belirlendiğini gördüğümüzde, iki ucu ortanın -ki itidal yeri demektir-hükmüne ayları olarak ortaya koymak üzere, iki ucu ve ortayı nasıl bir araya getireceğimizi düşündük.

İnsan, şeriata göre üç kişiden biridir:

Ya, katıksız bir bâtınîdir. Bu kişi bize göre hal ve fiil bakımından tevhidi soyutlamayı kabul eden kişidir. Bu durum, bâtınîde olduğu gibi, şeriat hükümlerini işlevsizleştirmeye ve Şâri’nin amacından sapmaya yol açar. Herhangi bir dini ilke-nin yıkılmasına yol açan her davranış, bütün müminlere göre, kesin bir dille kınanmıştır.
İkinci şık olarak, insan kendini büsbütün bırakmış katıksız bir zâhirî olabilir. Bu tavır onu (Tanrı’yı) cisimleştirmeye ve (yaratıklara) teşbihe sevk eder. Böyle bir insan, tıpkı bâtınî gibi, din tarafından kınanır.
Üçüncü olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriatla paralel yürür. Öyle ki Şâri’nin yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayale O’nu takip eder. İşte bu, orta haldir. Allah Teâlâ’nın onu sevmesi de bu sayede gerçekleşir. Allah Teâlâ peygamberine şöyle (müminlere) demesini emretti: ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlası n.’
O halde Şari’ye uymak ve izini takip etmek, Allah Teâlâ’nın kullarını sevmesini sağladığı gibi daimi muduluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki suretin (ilahı ve beşerî suret) karşılıklı olmasının tarzıdır.
Biri şöyle diyebilir: ‘Bu, özet bir anlatımdır. Ayrıntısını nereden öğreneceğiz? Çünkü biz sakin bir adamın namazları kıldığını ve cemaate katıldığını görürüz. Bununla birlikte o, katıksız bir münafık olabilir.’
Şöyle deriz: Durağanlık, namazlara katılmak vb., şehadet âleminde görülen şeylerdir. Onun kalbinde bunları inkârı ise gayb âlemindendir. Daha önce söylediğimiz ve bilahare -Allah Teâlâ izin verirse-tamamlayacağımız üzere, bizim adımıza iman kaynaklı feraset gerçekleştiğinde, içimizden onun kâfir olduğu yargısını veririz. Fakat onun malını ve kanını dini bir yükümlülük olarak koruruz. Bunun nedeni, onun kelime-i tevhidi söylemesidir. Bu nedenle ona böyle davranırız. Bizim yükümlü olduğumuz davranış budur.
Allah Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Ulvî âlem, bütün olarak duyu ve şehadet âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan âlemdir. Bu, Allah Teâlâ’nın hikmetinin bir gereğidir, yoksa kendiliğiyle bunu Hakk etmiş değildir. Öyleyse şehadet âleminde ortaya çıkan herhangi bir hareket ya da durağanlık ya da içmek ya da yemek veya susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb âlemidir. Bunun nedeni, canlı ancak bir kasıt ve iradeyle hareket edebilir. Bunlar ise kalbin amelidir. Başka bir ifadeyle irade, gayb âleminden kaynaklanır. Hareket vb. şeyler ise, şehadet âlemindendir. Şehadet âlemi, adeten, duyuyla algıladığımız, gayb âlemi ise dinî haberler veya teorik düşünceyle algıladığımız ve duyuda gözükmeyen şeylerdir.
Gayb âlemi, (kalp gözü anlamındaki) basiret gözüyle algılanabildiği gibi şehadet âlemi de baş gözüyle idrak edilir. Baş gözü, karanlık ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça şehadet âlemini idrak edemez. Engeller ortadan kalkıp ışıklar duyulurlar üzerine yayıldığında ve göz ışığıyla eşyayı ortaya çıkartan ışık bir araya geldiğinde, insan gözüyle görülenleri algılar. Aynı şey, basiret gözü için de geçerlidir. Onun perdesi, kirler, arzular, doğal-kesif âlemden (Allah Teâlâ’dan) başkalarını düşünmektir. Bütün bunlar, basiret gözüyle melekût âlemini -ki kastedilen gayb âlemidir-idrak arasına perdeye dönüşür. İnsan kalp aynasına yönelip onu zikir, Kur’an-ı Kerim okumak gibi davranışlarla parlatırsa, buradan bir nur meydana gelir. Allah Teâlâ’nın da bütün varlıklara yayılan ve ‘varlık nuru’ diye isimlendirilen bir nuru vardır. Bu iki nur bir araya geldiğinde insan, bulundukları hal üzere ve varlıkta gerçekleştikleri şekliyle, bilinmeyenleri keşf eder. Şu var ki bunların arasında mana bakımından bir incelik vardır. Şöyle ki: Duyuyu duvar, aşırı uzaklık ya da aşırı yakınlık perdeleyebilirken basiret gözü böyle değildir. Onu sadece zikrettiğimiz kirler ve kilitler vb. perdeleyebilir. Bununla birlikte burada şimdi zikredeceğim ince bir perde daha vardır.
Şöyle ki: Cömertlik mertebesinden gayb âlemine yayılan nur, varlık mertebelerindeki her şeyi kuşatmayabilir ve bu keşf sahibi adına söz konusu nurdan eşyaya Allah Teâlâ’nın dilediği ölçüde bir nur yayılır. İşte bu, ‘vahiy makamı’ demektir. Bu konudaki kanıtımız, onu bizzat tecrübe etmemizdir. Başkası hakkında kanıtımız ise ‘De ki, Rabbimin bana ve size ne yapacağım bilmem, bana vahyedilene uyarım’ ayetidir. Bununla birlikte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in (basireti) son derece duru idi. Başka bir ayette ise ‘Ya da perde ardından’ denilir. Herhangi bir şahsın zâhirinde bunlardan birinin gerçekleşmesi, ‘feraset1 diye isimlendirilir. Bu yönüyle feraset, mükaşefe derecelerinin en üstünüdür. Allah Teâlâ’nın kitabından onun yeri ise ‘Bunda mütevessim için ayet vardır’ ifadesidir. Ayetteki ‘mütevessim’, daha önce de belirttiğimiz gibi alamet anlamındaki ‘simme’ kelimesinden türetilmiştir ve o -hikemî ferasetin zıddına-hiç bir zaman yanılmaz.
Ferasette başka bir keşf daha vardır. Allah Teâlâ âlemde ‘simalar (alametler) mertebesini’ de yaratmıştır. Ademoğlunun suret ve halleri, ayrılıncaya kadar kendi dönemlerinde oradadır. Bunlar, Kalem ve Levha’nın dışındaki bütün ulvî ve süflî yaratıklardan gizlenmiştir. Allah Teâlâ bir kulunu seçip bu makama tahsis etmek isteyince, onun kalbini temizler, açar ve bilhassa imanından aydınlatıcı bir kandili kalbine yerleştirir. Bu kandili ise, ilahi isimlerden el-Mümin ve el-Müheymin isimleri aydınlatır. Elinde de bu mertebe vardır. Ulûhiyet mertebesinden olan bu kandili, el-Mümin ismi alır. Kalp bu ilahi ışık vasıtasıyla aydınlandığında ışık, basiret gözünün ışığıyla birlikte, kalbin köşelerine yayılır. Artık kalp, (görmenin şartı olan) bu ışıldar kendisinde bulunduğu için, keşf ve mücahede yoluyla idrak edilenleri idrak edebilir. Kalp söylediğimiz Hakk ulaşınca, kalbin alanlarından birinde zikrettiğimiz bu mertebe yerleştirilir. Kalp âlemin hareket ve sırlarını buradan öğrenir.
Yüz üçüncü Kısım; c.VII, Sh:369-384
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn  Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
archive.org/details/Fizyomomi-miSima
archive.org/details/ilm-i-sima-yuz-okuma-sanati-
https://ismailhakkialtuntas.com/2014/01/07/pamela-meyer-bir-yalani-nasil-fark-ederiz/
https://ismailhakkialtuntas.com/2013/05/20/fizyonomi-ilm-i-sima/
Allah’ın (c.c) bir ayeti olan dil[2] aracılığıyla insanlar nasıl anlaşıyorsa, kavram dili de inanç çerçevesinde bir anlaşma vasıtasıdır. Kur’an-ı Kerim ve sünnetteki binlerce kavram, müminlere zengin bir zihin dili kazandırmıştır. Bu kavramların bir kısmı Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce defa kullanılmak suretiyle ‘odak kavram’ niteliğini kazanmıştır. Fakat her kavramın ilgili olduğu mutlak varlık Allah’(c.c)tır. Müminim diyen hiçbir kimse ne hayata ne de kavramlara Allah’tan ayrı ve Allah’a rağmen bir anlam veremez.

Kur’an-ı Kerim’de çokça kullanılan kelimelerden birisi de ‘basar’ kelimesidir. Yüce Allah, basar kelimesini türevleriyle beraber değişik şekillerde kelamında anlamlandırırken, bu kelimeden türeyen ve kavramsal bir anlam yüklenen ‘basiret’ ise Kur’an-ı Kerim’de daha az geçmektedir.
Basar, görme kuvveti ve duyusu, görme melekesidir ki[3] ışıklar, renkler ve şekiller onunla algılanır.[4] Basar kelimesinin değişik kullanış biçimleri sözlüklerde, bilme, görme, teemmül (derin düşünme), tearruf, tarif, izah, aydınlatma, delil getirme ve hüccet manalarında kullanılmıştır.[5] Aynı kelime, el-Basar olarak Allah(c.c)’ın subuti sıfatlarından biri olarak bilindiği gibi; el-Basîr şeklindeki kullanılışı ise Esmayıhüsnadan birisidir. Basar ve Basîr, Yüce Allah için gerek sıfat gerekse isim olarak kullanılsın, O’nun her şeyi tüm ayrıntılarıyla görüp bildiğini ve O’nun görme ve bilme alanının her şeyi kapsadığını ifade eder. Fakat, tek başına ‘basar’ denildiğinde baş gözüyle bakma ve eşyanın dış yüzünü görme anlaşılır.
‘Kalp gözü’ anlamına gelen basiretin varlığı imana bağlıdır. İmanı olmayanın basireti de yoktur. Şu ayeti kerime inkârcıların basiretinin olmadığının en önemli delilidir: “And olsun ki cehennem için birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama göremezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar.” [6] Allah’ın yaratmış olduğu eserlerin sırrını müşahede eden; basiret gözüyle ‘lâ ilahe illallah’ın sırlarını da idrak eder.[7] İmanın varlığına bağlı bir kavram olan basiret; görme, idrak etme, bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma, keskin anlayış, sezgi, hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yanlıştan ayırma, hüccet, apaçık delil, şahit, dini ve akli delil anlamlarına gelir.[8]Gerçekleri görmeye vesile olduğu için, ayetlere de basiretin çoğulu olan ‘besair’ adı verilir.
Terim olarak ise basiretilahi sıfatlardan olan Basar’ın kullardaki tecellisidir.[9]Kudsiyet nuru ile nurlanmış bir kalbin kudreti olan basiret sayesinde kişi, eşyanın hakikatini ve iç yüzünü kavrar.[10] Müfessir Bagavi(ö.516/1122) ise basireti, hak ile batılın kendisi vasıtasıyla birbirinden ayırt edildiği marifet[11]; kalbin idraki olarak tanımlamıştır. Buna bağlı olarak bazı tasavvuf âlimleri basiretin de Allah(c.c) tarafından indirildiğini savunmuşlar ve ‘bu indirilen nimetten rızıklanıp gereği gibi yararlanan müminlere ne mutlu’ demişlerdir.[12] Basiretin semadan indirildiğini kabul edersek, Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği her şeyle beraber; peygamberlerin getirmiş olduğu hakikatlerin hepsini basiretin içerdiğinin bilinmesi gerekir.[13] Bazı ârifler basireti, ‘Allah’tan insana verilen en yüce nur’ diye tanımlamışlardır. Bu nurun Allah’tan başkasına birazcık da olsa meyleden insanlarda tecelli etmeyeceğini de haber vermişlerdir.[14] Çünkü, Allah(c.c)’tan başkasına duyulan en küçük meylin insanı cehennemlik eden bir suç olduğu bildirilmiştir.[15]
Basiretin, şahitlik ve murakabe anlamları da vardır. “O gün insana önceden yaptığı da, yapmayıp geriye bıraktığı (yapabilecekken yapmadığı) her şey haber verilecektir. Doğrusu insan kendisine şahit(basiret)tir.”[16] ayetindeki basiret bu manadadır.[17] Kişi, eliyle, gözüyle, kulağı ve diğer azalarıyla yapmış olduğu amellere şahittir ve kendisini murakabe eder.[18] Sözlük anlamlarını da göz önünde bulundurarak yeni bir mana verirsek basiret; bir müminin Allah(c.c)’ın ayetleri, Hz. Peygamberin sünneti, sahabilerin örnekliği, dini ve akli deliller ışığında kendisini, insanları, dünyayı ve ahireti gereği gibi tanıması, hayatının her alanında yalnızca Allah(c.c)’ın rızasını gözeterek amel edip kalbini, zihnini, elini, gözünü ve tüm organlarını kontrol altında tutup hayata Allah’ın nuruyla bakmasıdır. Bir an bile haktan sapmadan Allah’ın dini üzerine sebat etmesidir.[19]
Kur’an-ı Kerim’de ve sünnette kullanılan bazı kavramlar daha vardır ki bunların da anlamları basiret kavramına yakındır. Bunlara basiret kavramının anlam alanına giren kavramlar da denir. Bu kavramlar şunlardır:
1. FİRASET: Kelime anlamı olarak sezme, hissetme, ince görüş, yüz ve elin dış görünümlerinden insanların kişilikleri ile ilgili bilgiler çıkarma ve tahmin demektir. Kavramsal olarak ise (Allah’ın dilediği kadarıyla) gaybı bilme ve eşyanın iç yüzü ile ilgili kesin bilgiye ulaşmadır.[20] Böyle bir lütufa ulaşmanın yolu, Allah’ın ve Resulünün koyduğu şerî sınırlara ihlasla uymaktır. Sufi, gözünü haramlardan, nefsini şehvetlerden korur, murakabenin devamlılığıyla iç alemini, sünnete tabi olmakla dış alemini tamir eder, helal yemeyi de adet edinirse firaseti yanlış olmaz. Zira firaset, kalbin üzerine düşen bir manadır. Kendisine ters düşen her manayı yok eder. Kalbe hakimdir. Firasetin karşısında nefsin ihtimallerine yer yoktur. Firasetin kuvvetliliği ve zayıflığı imanın kuvvetine bağlıdır. İmanı kuvvetli olanın firaseti daha keskindir. Firaset nuruyla bakan hakkın nuruyla bakar. İlmini haktan alır. Unutkanlık ve gaflet olmaz.[21] İmanı yakîn derecesinde olan müminlerin firasetini Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır: “Müminin firasetinden sakınınız. Çünkü o baktığı zaman Allah’ın nuru ile bakar.”[22] Bazı rivayetlerde ise “…Alimlerin firasetinden sakınınız.” ifadesi vardır. Çünkü âlimler, Allah’ın nuru ile bakarlar. Bu nuru Yüce Allah, onların kalplerine ve gönüllerine bırakmıştır.[23] Bu rivayetten anlaşıldığına göre firaset biraz vehbidir. Basiretle firaset arasındaki fark da buradadır. Basirette kesbi yön; kulun azim ve gayreti ağırlıklı iken firasette ise vehbî yön ağırlıktadır. Firasetle ilgili bir taksimat yapan âlimlerin görüşleri de buna delalet eder. Tasavvuf âlimleri firaseti ikiye ayırırlar: a. Tabiî firaset: Bazı karinelerle bazı hususları bilme. Bu umumi firasettir. İpuçlarından ve delillerden hareketle bazı olaylar, kişiler hakkında tahminde bulunma. b. İlahi lütuf olan firaset: Allah’ın kalplere verdiği ilhamla bir şeyi bilme. Gerçek firaset budur. Mümine bağışlanan bir nur olan böyle bir firaseti elde etmenin yolu, yakini bir iman ve salih ameldir. Bu nur ne amelsiz ilimle, ne de marifetten yoksun amelle elde edilir.[24]
2. FURKAN: ‘İki şeyi birbirinden ayıran’ anlamına gelen furkan[25]; Kur’an-ı Kerim’in de isimlerinden biridir.[26] Kur’an-ı Kerime, furkan denilmesinin sebebi, hak ile batılın, imanla küfrün, fısk ile itaatin, zulüm ile adaletin onun aracılığıyla gayet net olarak birbirinden ayırt edilebilmesinden dolayıdır. Buna göre furkan; hak ile batılın arasını ayıran ayrıntılı ilimdir.[27] Furkanın da vehbi bir yönünün olduğunu söyleyen Ragıb el-Isfahani (ö.h: 425) kavramı şöyle tanımlamıştır: ‘Kalbe Allah’ın verdiği bir nur ve tevfiktir ki onunla hak ile batıl birbirinden ayırt edilir.[28] Nitekim bu durumun vehbi oluşuna şu ayet de işaret eder: “Ey iman edenler! Allah’ın emirlerini yerine getirir yasaklarından da kaçınarak onun koruması altına girerseniz o size furkanı (iyilikle kötülüğü ayırt edecek nuru) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.”[29] Furkanın verilmesini her ne kadar vehbi olarak ifade etsek de, ayetin zahirinden de anlaşılacağı üzere kesbi bir yönü; Allah’ın lütfuna layık olmak için gayret etme yönü de vardır. Yüce Allah’ın kullarına furkanı vermesi, onların Allah’a ve Resulüne samimiyetle iman etmelerine, takva sahibi olmalarına ve buna bağlı olarak; farzları yerine getirmelerine, isyanın her türlüsünden kaçınmalarına, Allah’a ve Resulüne ihanet etmemelerine ve kendilerine verilen her türlü emaneti gözetmelerine bağlıdır.[30] Ayette, yerine getirilmesi gereken şartlara riayet edildiğinde, Allah Teala’nın dünyada ve ahirette kullarına yardımda bulunacağına ve onları her türlü azaptan kurtaracağına müjdeler de vardır.[31]
3. MURAKABE: Denetleme, gözetleme ve dikkati bir noktaya toplama, koruma ve kontrol etme anlamlarına gelen murakabenin Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce dayanağı vardır. Ayet sonlarında sıkça rastlanan, Allah’ın basir (görmesi), semi (işitmesi), alîm (bilmesi), rakîb (denetleyip kontrol etmesi) ve hafiz (muhafaza etmesi) olması murakabe ile ilgili herkesin rahatlıkla görebildiği önemli hatırlatmalardır. “…Biz insana şah damarından daha yakınız.”[32], “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”[33], “…Allah içinizden geçenleri bile (tüm ayrıntılarıyla) bilir.”[34], “Sözünüzü ister açıklayın ister gizleyin Allah, sinelerin özünü bilir.”[35], “(Sizinle beraber) değerli yazıcı melekler vardır; yaptıklarınızı bilirler.”[36] gibi birçok ayet, insanın sürekli ilahi denetim altında olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden yola çıkılarak murakabe şöyle tanımlanmıştır. Kulun bütün hâl ve hareketlerine Allah’ın vâkıf olduğunu bilmesi ve bu bilinç hâlini (zihninde) devamlı canlı tutmasıdır.[37] Müminin, murakabeyi bir hâl olmaktan çıkarıp bir makam hâline getirmesi gerekir. Bu sayede gönlüne basiret nuru doğar ve Allah’ın ilhamına mahzar olarak hakla batılı birbirinden ayırır.
4. TEVESSÜM: Firasetle eş anlamlı olarak kullanılan bu kavram, kelime olarak, yakından gözetleme, dikkatle inceleme, bakma ve seyretme[38] anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de ‘mütevessim’ kalıbıyla kullanılır. Mütevessim, bir şeyin harici özelliklerinden yola çıkarak o şeyin hakikatini, özünü, iç yüzünü anlamak için gereken dikkat ve duyarlılığı gösteren kimsedir.[39] Mütevessim olan mümin; hayata vahyin penceresinden bakar, hiçbir hadiseye boşu boşuna bakmaz; tarihi, tarihi olayları ibretle değerlendirir; milletlerin helakından, evrende cereyan eden sünnetullahtan anlamlar çıkarır ve bu anlamlar ışığında davranışlarına yön verir.[40]
Açıklamaya çalıştığımız bu kavramlarla basiret kavramı arasında bir ilginin olduğunu belirttik. Basiret aynı zamanda, Hz. Peygamberin takip etmiş olduğu ahlaki bir davranıştır. Onun davet metodudur. Yusuf Suresinde, Hz. Yusuf kıssası anlatıldıktan sonra bu kıssadan Kureyşlilerin ibret alması istenmiştir. Onlara, Allah, Hz. Yusuf’u nasıl kardeşlerinin zulmünden kurtardı ve iktidar verdiyse, Hz. Muhammedi de sizin zulmünüzden kurtarıp ona da devlet/sultan verecektir[41] mesajı verilmiştir. ‘Sultan’a/iktidara talip olan müminlerin, Allah yoluna insanları Hz. Peygamberin metoduyla davet etmesi gerekir. O, bu yolu şöyle açıklamıştır: “De ki: İnsanları çağırdığım dosdoğru Allah yolu budur. Ben bu yola, benimle olanlarla beraber basiretle çağırıyorum. Allah’ı tesbih ederim ve ben (hiçbir zaman) müşriklerden olmadım.[42] Hz. Peygamberin sireti olan basiret; inanç ve ibadette ihlaslı olma, yalnızca Allah’a itaat edip günahları terk etme, davet edilen konuları kesin bir ilimle bilme ve topluma Kur’an-ı Kerim ile öğüt verip onları her türlü kötülükten uzaklaştırmaktır.”[43]
Müminler, herhangi bir sebeple nurani bakış açılarını kaybedecek olurlarsa hemen “istiğfar” okumalıdırlar. Çünkü insan, istiğfarla ilahî tecelliyi yeniden kazanmaya layık olur. Allahuteala Kur’an-ı Kerim’de, insanın basiretini yok eden davranışları haber vermiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
  1. Körü körüne ataları taklit etmek: Körü körüne batıl şeyleri taklit, insanın hakikati bulmasını engeller. Şu ayet bu duruma işaret etmektedir: “Onlara, ‘Allah’ın  indirdiğine uyun’ denildiğinde bazıları: ‘Hayır, biz (yalnız) atalarımızdan gördüğümüz (inanç ve eylemler)e uyarız.’ diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler?[44]
  2. Din bilginlerine kayıtsız şartsız itaat: “Onlar hahamlarını, rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i Allah’la beraber rableri olarak gördüler. Oysa, onlar Tek bir ilaha kulluk etmekle emrolunmuşlardı…[45]
  3. Hakikate karşı inatçı tavır takınmak: Bu durum ayette şöyle tasvir edilmiştir: “Ve (hakitatin) bütün işaretlerini görselerdi yine de ona inanmazlardı; o kadar ki, onlar tartışmak için sana geldiklerinde, hakikati inkâra şartlanmış olanlar, ‘Bu, eski zamanların masallarından başka bir şey değil’ derler.[46]
  4. Kontrolsüz, aşırı sevgi: Bir şeyi severken sınır koymamak basireti öldürür. Hz. Peygamber de bu durumu şu çarpıcı sözleriyle açıklamıştır: “Bir şeyi çok sevmek/ölçüsüz sevmek gözü kör kulağı sağır eder.[47]
  5. Allah’ın ayetlerine karşı tavır alanlarla birliktelik oluşturmak ve onlarla ortak bir pakt kurmak: Hz. Peygamber, İslam’ı tebliğe başladığı andan itibaren müşriklere karşı ilkeli durmayı emretmiş ve: “Kim bir müşrikle beraber olur (dostluk kurar) onunla birlikte (gönül hoşluğuyla) kalırsa o da onun gibidir.”[48]buyurmuştur. Onlar batıl fikirlere sahip oldukları için “Onların ateşiyle aydınlanmayın (müşriklerle, müminlerle ait konularda istişare etmeyin.)[49]uyarısını da yapmıştır. Müşriklerle birlikteliği yasaklayan birçok ayet de vardır. Bu ayetlerden birinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İmdi, mesajlarımız hakkında ileri geri konuşan kimselere rastladığın zaman, bu kimseler başka konulara geçinceye kadar onlardan uzak dur; ve eğer şeytan sana (yapman gerekeni) unutturursa, hiç değilse, hatırladıktan sonra, artık açıkça zulmeden böyle bir topluluğun içinde yer alma.[50]
  6. Günahlara çokça dalmak: Çok günah işlemek de basireti öldürür. Basiret ölünce feraset kalmaz. Allahuteala bu konuya şu ayetiyle açıklık getirmektedir: “Ne zaman mesajlarımız onlara iletilse, hep ‘geçmişin masalları’ derler. Hayır, onların kalpleri, yaptıkları (kötülükler) ile pas tutmuştur.[51]
  7. Akıllarını gereği gibi kullanmamak, düşünmemek ve evrendeki Allah’ın kevnî ayetlerine kayıtsız kalmak: “Gerçek şu ki; Biz, cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavramayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen cinlerden ve insanlardan birçok kişi yarattık. Onlar hayvan sürüsü gibidir; hayır hayır, hakikati kavramada onlar hayvanlardan da aşağıdırlar…[52]
  8. Allah’ın zikrinden, ayetlerinden yüz çevirmek: “Kim, benim zikrimden/vahyimden yüz çevirirse, bilsin ki, onun dar bir hayat alanı olacaktır. Biz, kıyamet günü onu kör olarak haşredeceğiz.[53]
Basiret ve ferasetin sembolik örneği Hz. Peygamber’dir. Onun hayatı, mücadelesi ve sünneti dikkatlice incelenirse, basiret ve feraset üzerine bir ömür sürdüğü görülür. Muhammedî bir özellik olan basiret nurunun artması için her Müslümanın yapması gereken güzel amellerden bir kısmı şunlardır:
  1. Manasını anlayarak, ayetler üzerinde derin derin düşünerek, Allahuteala’nın maksadını anlamaya çalışarak Kur’an-ı Kerim okumak.
  2. Farzlardan ayrı olarak nafile ibadetlerini çok yaparak Yüce Allah’a yakınlaşmaya çalışmak.
  3. Her an; dille, kalple, amelle ve hâl ile Allah’ı zikretmek.
  4. Allah’ın sevip razı olduğu şeyleri, kişinin kendi sevdiği şeylere tercih etmesi.
  5. Allah Tealayı, isimleri ve sıfatlarıyla bilip bu isim ve sıfatların anlamlarından çıkardığı nasiple ahlaklanmak.
  6. Yüce Allah’ın insana yaptığı zahiri ve batınî iyilik ve ihsanı her zaman müşahede edip düşünmek.
  7. Allah’ın huzurunda olduğunun bilinci içerisinde kalp huzuruyla beklemek.
  8. İlahi rahmetin iniş vaktinde Allah’a dua ederek, Kur’an okumak, kalbi kontrol ederek tövbe ve istiğfar hâlinde olmak.
  9. Hz. Peygamberi örnek almak ve onun hâliyle ahlaklanmaya çalışmak.
10.  Hayatın tüm genişlik[54], uzunluk[55] ve derinlik[56] alanlarında vahiyden ayrılmamak.
Bütün bu güzel ameller, insanın basiret nurunun artmasına vesiledir ve mümin bu nur sayesinde hayata Allah’ın nuruyla bakmaya başlar.
Dr. Mehmet Sürmeli



[1] 62 Cuma 2.
[2] 30 Rum 22.
[3] Muhammed b. Ebubekir b. Abdulkadir er-Razi, Muhtaru’s-Sıhah, trsz,  s. 46; İbn Manzur, Lisanu’l-Arap, I, 290; Zemahşeri, Keşşaf, II, 52.
[4] Cürcani, Seyyid Şerif, Tarifat, 46.
[5] Lisanu’l-Arap, I, 290-291; Muhtaru’s-Sıhah, s. 46.
[6] 7 Araf 179.
[7] Bursevi, İsmail Hakkı, Sohbetü’s-Salikin, ter: Mustafa Uslu, İ.H.Burs. Yay, No: 1, Bursa, s.17.
[8] İbn Manzur, a.g.e, 291; Zemahşeri, a.g.e, II, 52; Suyuti, Celaleyn, 203; Havva, Said,  el-Esas,  X, 6266, İbn Kesir, Tefsir, II, 477; Uludağ, Süleyman, T.D.İ.Vakfı Ansiklopedisi (ilgili madde), V, 103.
[9] Uludağ, T.D.İ.Vakfı Ansiklopedisi, V, 103.
[10] Cürcani, a.g.e, s. 46; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 139; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 86.
[11] Bagavi, Meâlimu’t-Tenzil, s. 467; Hazin, Tefsir, (Mecmau’t-Tefasir’de), II, 461.
[12] Sülemi, Hakaiku’t-Tefsir, I, 211.
[13] İbn Kesir, a.g.e, II, 154.
[14] Alusi, Ruhu’l-Meani, V, 78.
[15] 11 Hud 113.
[16] 74 Kıyame 13-14.
[17] Zemahşeri, a.g.e, IV, 648; İbn Manzur, a.g.e, s. 292.
[18] Bagavi, a.g.e, s. 990.
[19] İbn Manzur, a.g.e, s. 292.
[20] Cürcani, a.g.e, s.116.
[21] Kuşeyri, Risale, s.279-281.
[22] Acluni, Keşfu’l-Hafa, I, 42; Taberi, Camiu’l-Beyan, VII, 528; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, X, 271.
[23] Acluni, a.g.e, I, 42.
[24] Taberi, a.g.e, VI, 225.
[25] Uludağ, Süleyman, Sözlük, s. 194.
[26] Bk. 2 Bakara 185, 23 Furkan 1.
[27] Cürcani, a.g.e, 116; Zemahşeri, a.g.e, II, 208; İbn Kesir, a.g.e, II, 289.
[28] Isfahani, Müfredat, s.633-634.
[29] 8 Enfal 29.
[30] Taberi, a.g.e, VI, 222-223.
[31] Ferra, Meani’l-Kur’an, I, 408; İbn Kesir, a.g.e, II, 289.
[32] 50 Kaf 16.
[33] 57 Hadid 4.
[34] 57 Hadid 6.
[35] 67 Mülk 13.
[36] 82 İnfitar 12-13.
[37] Cürcani, a.g.e, s. 210.
[38] Bagavi, a.g.e, 496; Taberi, a.g.e, VII, 528; Isfahani, a.g.e, 871.
[39] Zemahşeri, a.g.e, II, 563; Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, II, 564.
[40] Ayrıca bkz: Taberi, a.g.e, VII, s. 527-529.
[41] 17 İsra 80.
[42] 12 Yusuf 108.
[43] Taberi, a.g.e, VII, 314.
[44] 2 Bakara 170.
[45] 9 Tevbe 31.
[46] 6 Enam 25.
[47] Ebu Davud, Edeb, Had No: 5130 V, 347.
[48] Ebu Davud, 9 Cihad, Had No: 2787, III, 224.
[49] Ahmed, Müsned, III, 99.
[50] 6 Enam 68. Ayrıca bkz. 4 Nisa 140.
[51] 83 Mutaffifin 13-14.
[52] 7 Araf 179.
[53] 20 Taha 124.
[54] 2 Bakara 204.
[55] 15 Hicr 99.
[56] 98 Beyine 5.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder