اللَّهُ نُورُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ مَثَلُ نُورِهِ كَمِشْكَاةٍ
فِيهَا مِصْبَاحٌ الْمِصْبَاحُ فِي زُجَاجَةٍ الزُّجَاجَةُ كَأَنَّهَا
كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِن شَجَرَةٍ مُّبَارَكَةٍ زَيْتُونِةٍ لَّا
شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍ يَكَادُ زَيْتُهَا يُضِيءُ وَلَوْ لَمْ
تَمْسَسْهُ نَارٌ نُّورٌ عَلَى نُورٍ يَهْدِي اللَّهُ لِنُورِهِ مَن يَشَاء
وَيَضْرِبُ اللَّهُ الْأَمْثَالَ لِلنَّاسِ وَاللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ
عَلِيمٌ ﴿٣٥﴾
Allah, göklerin ve yerin nurudur. Meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâhun ..
Meselu nûrihî ke mişkâtin fîhâ mısbâhun, el mısbâhu fî zucâcet ..
MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah gibi hoş
ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc
denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında
güneşin normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir
billurda sırça, yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi
yıldız, zühre ve müşteri gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan
bir yıldız. Öyle berrak, öyle güzel, öyle hem göklerin, hem yerin
güzelliklerini kendinde toplayan bir cam. Mişkât da o camın içindeki
lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden tutuşturulur ki doğuya da,
batıya da nisbet edilemez.
Allah, göklerin ve yerin nurudur.
Bütün âlemi meydana koyan, kâinatı gösteren, hakikati bildiren, gözleri
gönülleri şenlendiren O'dur. O olmasaydı, hiçbir şey bulunmaz, hiçbir hakikat
sezilmez, hiçbir neşe duyulmazdı.
Âlemde görünen âyetlerin en belirgini, duygu ve idrakimizi en çok
kapsayanı, görüşümüzde bir etken olan ışık olayıdır. Işığın gözümüze teması
anında dışımızdakiler ile özümüzdekilerin birbirine ulaşıp birleşmesi halinde
parlayan ve genişlettiği cisimlerin dış yüzeylerini açığa çıkaran saydam ve
güzel tecellisine de nur denilir ki, ışığın bir özel görünüşü olmak üzere,
ışıktan farklı ve bazen ona karşıt olarak kullanılır. Şu halde nur, güzel
tecellî âyeti olan hoş bir ışık tecellisidir. Ve bundan dolayı, her zaman övme
yerinde kullanılır.
Bununla beraber aslı, görüşle ilgili karanlığın zıddı olan nur kavramı,
Ragıb'ın Müfredat'ında dediği gibi ışık kavramından daha geneldir. Işığa ve
ışığın gösterişli kırılmasına ve ışığın yansımasına da söylenildiği gibi, gerek
duyguya ait ve gerekse akıl ve idrake ait her çeşit karanlıkların zıddı olan
vicdan ve sezgide ortaya çıkan dış ve iç tecellî ve doğuşların hepsine de nur
denilir. Hatta Allah Teâlâ'ya mecazen de olsa ışık demek caiz olmadığı halde,
bu âyette Nur ism-i şerîfi geçmiştir. Halbuki En'am Sûresi'nin başında;
"Hamd gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a
mahsustur." (En'âm, 5/1) âyeti, Allah'ın, nurun kendisi değil, var edicisi
ve zıddı olan her çeşit karanlık ile nur O'nun var ettiği, yarattığı eseri
olduğunu bildirmişti ve nuru Allah'a denk tutanları "Sonra kâfir olanlar,
kendilerini yaratan, besleyip büyüten Rableri ile bir tutuyorlar" (En'am,
5/1) azarlaması ile sakındırmıştı. Bundan dolayı Allah'a nur denilirken, bu
noktadan habersiz bulunmamak ve müteşabih bir mânâ olduğunu bilmek gerekir.
İlk önce bu iki âyetin karşılaştırılmasında ilk akla gelen mânâ
"Allah, göklerin ve yerin nurunun var edicisidir." meâlinde
olmasıdır. Onun için tefsircilerin birkısmı bunu ismi fâil sigası ile, yani
"gökleri ve yeri nurlandıran, aydınlatan; gerek cisme ve gerekse ruha ait
nurlar ile nurlandıran" diye ifade etmişlerdir. Çünkü nur, aydınlatıcıdır.
Bu ifade âyetteki nurun olay mânâsına değil, fâil mânâsına; göklere ve yere izafetinin
de, mef'ûlüne izafet olduğunu göstermesi itibarıyla bir anlam ifade ediyorsa da
münevvirin, nurun yapıcısı olması gerekmeyeceğinden eksiktir. Halbuki Allah'ın,
nurun yaratıcısı olduğu Kur'ân'da açıkça belirlenmiştir. Bundan dolayı,
müfessirler burada daha birçok açıklamalarda bulunmuşlardır. Felsefeciler ve
sofiler de işrakıyye (sûfistâiyye) nazariyesine temas eder gibi gördükleri bu
âyet hakkında uzun bahisler yapmışlar. Hatta Gazalî, bu âyetin tefsiri için
adında bir eser yazmıştır ki, bazı noktalarını özetleyelim; şöyle ki:
Nur ismi, lügatte güneşten, aydan, ateşten şu uzayda yer tutan şu
cisimlerin dış yüzlerine vuran hale konulmuş bir isimdir. Ve bilinmektedir ki,
bu halin şeref ve faziletine özelleştirilmesi, gözle görülen şeylerin bu
sebeple ortaya çıkıp görülmesi itibariyledir. Sonra şu da bilinmektedir ki,
bütün bu görülen şeyleri idrak etmek, onların ışık almalarına bağlı olduğu gibi
görecek gözün var olmasına da bağlıdır. Çünkü gözle görülen şeyler, ışık
aldıktan sonra dahi körlere gözükmez. O halde gören ruh, ortaya çıkma ve
görünmede vazgeçilmez bir rükün olmakta, görünen ışığa denktir, eşittir. Sonra
şu yönden ona tercih de edilir. Çünkü gören ruh, idrak edici, yani anlayıcıdır;
idrak onunla mümkündür. Dışardaki ışık ise idrak edici değildir. Kendisiyle
idrak olunan yani idrake sebep olan değil, belki idrak anında bulunandır. Ve o
halde gösterme vasfı, görülen nurdan fazla gören nurun hakkıdır.
Bunun için nur ismini, gören göz nuruna, tereddüt etmeden, kullandılar
da "nur-ı aynım" (gözümün nuru), "falanın nûr-ı basarı
zayıflad" (Filan kimsenin görmesi zayıfladı) ve gözleri görmeyen kimse
hakkında "nûr-i basarını kaybetti" (gözünün görme özelliğini
kaybetti) dediler. Bu böyle olunca şunu da söyleyelim ki, insanın bir basarı,
yani gözü; bir de basireti, yani idraki vardır.
Basar, yani göz; ışığı ve renkleri algılayan gözdür. Basiret de idrak ve
akıl kuvvetidir. Bu iki idrakten ikisi de idrak edilenin görülmesini
gerektirir. Bundan dolayı ikisi de nurdur. Fakat göz nurunda bazı kusurlar saymışlardır
ki, bu kusurlar akıl nurunda yoktur. Netice olarak görme duygu ve gücü,
kendisini ve idrakini ve diğer gözle görülen parçalar ile akılla bilinen
parçaları ve her şeyi, geçmişi ve geleceği göremediği halde; akıl duygu ve
gücü, hem kendini, hem idrakini, hem âletlerini, hem her şeyi idrak eder. Ve
göz idrak ve duygusundan çok ilerilere ve derinliklere gider.
Bu sebepten, nur isminin gözün algılamasından çok, akıl algılamasına
daha uygun olduğu ortaya çıkar. Bununla beraber aklî nurlar da kusur ve hatadan
tamamen kurtulmuş değildir. Önce hallerin tam olarak bilinmesinde, bulunması
gerekli olan ve yaratılıştan gelen düşünceler, insan cevherinin gereklerinden
değildir, beraber doğmaz; bebek bunları elbette bilemez. "Siz, hiçbir şey
bilmezken Allah, sizi analarınızın karnından çıkardı" (Nahl, 16/78) Bu
fıtrî nurlar sonradan ortaya çıkmaktadır. Buna isabette bir sebep gerekir.
Bütün sebepler de netice olarak Allah'a dayanır.
Nazarî düşüncelere gelince, bunda da insanın yaratılışına çoğunlukla hata
isabet ettiği muhakkaktır. Dolayısıyla akıl, bir yol göstericiye, bir mürşide
muhtaçdır. En yüksek mürşid ise Allah kelâmıyla peygamberlerin irşadıdır. Ve
gerçekte akıl ve basiret gözünde Kur'ân âyetleri, madde gözünde güneş ışığı
yerindedir. Güneşin ışığına nur denildiği gibi Kur'ân'a da nur denilmesi daha
önceliklidir. Ve işte bununla "Allah'a Peygamberine ve indirdiğimiz, o
nura(Kur'âna) inanın" (Teğabün, 64/8), "Şüphesiz size Rabbinizden
kesin bir delil geldi ve size apaçık bir nur indirdik." (Nisâ, 4/174)
âyetlerinin mânâsı ortaya çıkar.
Bu bakımdan, Peygamberin açıklamasının, güneşin ışığından daha kuvvetli
olduğu ortaya çıkınca, onun kutsal nefsinin, nurlulukta güneşten daha yüksek
olması gerekir. Nitekim Allah Teâlâ "Onların içinde bir çerağ (güneş) ve
nurlu bir ay yarattı." (Furkan, 25/61) diye güneşi yalnızca bir çerağ
(kandil) olmakla vasıflandırdığı halde, Resul-i Ekrem Muhammed Mustafa
(s.a.v)'yı da "Nurlu bir kandil" (Ahzab, 33/46) diye
sıfatlandırmıştır. Demek ki âlemde bulunan cisimlerden güneşin diğer bir
cisimden faydalanmaksızın başkalarına nur vermesi özelliği, peygamberde daha
kuvvetlidir. Peygamberlik nuru, diğer beşerî şahıslardan istifade etmeksizin
diğerlerine nur verir. Fakat güneşin gökyüzündeki diğer kuvvetlerle alakası yok
olmadığı gibi, şu da aklî ve naklî delillerle bilinmektedir ki, peygamberlerin
ruhlarında meydana gelen nurlar dahi meleklerin ruhlarında meydana gelen nurlar
ile ilgilidir. Nitekim: "Allah melekleri ruh ile, kullarından istediği
kimseye kendinden bir vahiy ile gönderir" (Nahl, 16/2), "Onu,
Ruhu'l-Emin, senin kalbine indirdi." (Şuarâ, 26/193), "De ki: Onu
Ruhu'l-Kudüs, Rabbinin katından hak ile indirdi." (Nahl, 16/102), "O
vahyedilenden başkası değildir. Çünkü onu kuvvetlinin kuvvetlisi Cebrail
öğretti." (Necm, 52/4-5) buyurulmuştur.
Yani gerçek olarak bilinmektedir ki, gökyüzü cisimleri çeşitli olduğu
gibi semavî ruhlar da çeşitlidir. Bazısı faydalı, bazısı faydalanandır. Nitekim
Allah Teâlâ, Cebrail (a.s)'in vasfında "Kendisine uyulan emin'dir"
(Tekvir, 81/21) buyurmuştur. O meleklerin itaat olunanı, boyun eğileni olunca
şüphe yoktur ki, itaat edip boyun eğenler onun emri altındadır. "Bizden
herbirimiz için belli bir makam vardır" (Sâffât, 37/164) âyetince her
birinin bilinen bir yeri vardır. Şu halde aynı sebeble bunlarda da
faydalanılan, faydalanandan daha çok "nur" ismine hak kazanmıştır. Ve
bu şekilde ruhlar âlemindeki nurların derecelerine, cisimler âleminde de bir
misal vardır. Mesela güneşin ışınları aya varıp oradan bir evin içine girerek
duvardaki bir aynaya düşse, sonra bundan diğer duvardaki bir aynaya aksetse,
sonra ondan su dolu bir tasa düşse, daha sonra bundan evin tavanına yansısa,
bunların en büyüğü kaynak olan güneşteki nur, ikinci olarak aydaki, üçüncü
olarak birinci aynadaki, dördüncü olarak ikinci aynadaki, beşinci olarak
sudaki, altıncı olarak tavandakidir. Ve hepsinde ilk çıkış noktasına yakın
olan, uzak olandan daha güçlüdür. Bunun gibi gökyüzü nurlarında da derece
derece istifade edilen nurun doğup parlaması, istifade edenden daha
kuvvetlidir. Ve bütün bu nurlar, artarak ve yükselerek en büyük nurda sona erer
ki, bu da Allah Teâlâ indindeki yeri itibariyle ruhların en büyüğü olan ruhtur
ki, "Ruh ve meleklerin saf saf olup durduğu gün" (Nebe, 78/38) ilâhî
kelâmındaki ruhtan maksat odur. Gerek aşağıdaki ateşlerin ışığı gibi bayağı ve
gerek yukardaki güneş ve ay ve yıldızların ışığı gibi yüce ve ulvî olsun, bütün
bu duygularla elde edilebilen nur ve ışıklar ve bunun gibi gerek yerdeki
peygamberler ve velilerin ruhları ve gerek semâvî nurlar olan melekler olsun
bütün bu aklî nurların hepsi, O'nun zatı dolayısıyla mümkünler cümlesindendir.
Başkasının sebebiyle var olan da kedi kendine kalınca yokluğa hak kazanmış
olur. Varlığı kendinden değil, başkasındandır. Halbuki, yokluk zulmet ve karanlık,
varlık nur ve aydınlıktır. Buna göre Allah'tan başka her şey O'ndan sebep
karanlıktır, yoktur .Ve ancak Allah Teâlâ'nın nurlandırmasıyla, nurludur, O'nun
var kılmasıyla vardır. Varlıklarından sonra meydana gelen bilinişlerinin hepsi
de Allah'ın varlığından meydana gelir. Yokluk karanlığında iken onları varlık
ile ortaya çıkaran ve bilinmemezlik karanlığında iken üzerlerine bilinme
nurlarını gönderen ancak Allah Teâlâ'dır.
Özet olarak, her şeyin ortaya çıkışı ve bilinmesi ancak O'nun açığa çıkarması
ve bildirmesiyledir. Nur'un özelliği de ortaya çıkma, parlama ve bulunmadır. O
halde açıkça ortaya çıkar ki, gerçekte mutlak nur, Allah Sübhânehû ve
Teâlâ'dır. Ve O'ndan başkasına nur demek mecazdır. Fakat Allah gerçekten nur
ise ispatında delile neden ihtiyaç duyuluyor? Bunun cevabını önce göze ait
görünen nura göre anlamak kolaydır. Bir gündüz ışığında baharın yeşilliğini
gördüğün zaman hiç şüphesiz bilirsin ki, sen renkleri görüyorsun ve çok defa
sen renkler ile birlikte başka bir şey görmüyorsun zanneder de yeşilliğin
yanında yeşillikten başka bir şey görmedim dersin, ışığı farketmezsin. Fakat
güneş batarken o rengin üzerine ışığın düştüğü hal ile düşmediği halde mecburen
fark edersin de şüphesiz tanırsın ki nur, renkten başka bir mânâyadır. Renkler
ile beraber algılanır ve idrak olunur. Kuvvetli birleşiminden dolayı
farkedilmez, açıklığının şiddetinden dolayı gizli kalır. Açıklık, böyle bazan
gizli kalmaya neden olur.
Bu bilinmiş olunca şimdi şunu da bilmek gerekir ki, her şey, göze açık
ışık ile göründüğü gibi, yine batınî basirete de her şey Allah ile gözükür.
Allah'ın nuru her şey ile beraber bulunur da fark edilmez. Ancak bunda
diğerinden bir farklılık vardır: Görünen nurun güneşin batması ile kaybolup
gizlendiği düşünülür. Fakat her şeyin kendisi ile ortaya çıktığı ilâhî nurun
batması veya kaybolması düşünülemez ve değişmesi imkansız olduğundan eşya ile
daima beraber kalır. Ayırmakla delil getirmek yolu, kesilmiş olur. Onun
kaybolmasını düşünsen gökler ve yerler yıkılır, kendinden geçersin. O zaman
zarurî ilim meydana gelecek bir fark idrak olunur.
Fakat eşyanın hepsi yaratıcının varlığına şahitlik yapmakta bir ifade
üzere eşit olduklarından ve bazısı değil, her şey, bazı zaman değil, her
vakitte O'na hamd ile tesbih eylediklerinden ayrılık kalkmış, gizli yol
kalmıştır. Zira marifette görünen yol, eşyayı zıddıyla tanımaktır. Bundan
dolayı, hiç zıddı olmayan ve hiç değişmeyenin gizli kalması uzak
görülmemelidir. Onun gizliliği, açıklığının şiddetindendir.
"Açıklığının şiddetinden dolayı yaratıklardan gizlenen ve nurunun
parlaması sebebiyle onlara karşı perdelenen Allah'ın şanı ne yücedir!"
Gazâlî'nin bu nurlu sözleri hoştur. Fakat araştırıldığında neticesi şu
oluyor ki: Allah'ın nur olmasının mânâsı bütün âlemin ve âlemdeki bütün
duygularla algılanan nurların ve bilinen kuvvetlerin yaratıcısı ve mücidi, yani
nurun yaratıcısı olması ve bundan dolayı nurdan asıl istenilen, nurlandırma ve
meydana çıkarma, belirme ve açığa çıkma mânâlarının hakikatinin özü nurdan ve
nuru bulandan çok nuru yapana ait olacağından nur isminin Allah'a daha uygun
bulunmasıdır. Yalnız bu son noktada Gazâlî, izafî karşılığı olan hakikat ile
mecaz karşılığı olan hakikati karıştırmıştır. Şüphe yok ki nuru yapan, nurun
fevkındadır, yani ondan üstündür. Fakat bundan dolayı nuru yaratana nur
denilmesi dilbilgisi yönünden hakiki mânâsında değil, mecaz olur. Hakikati o
nurun sahibi olmasıdır. Böyle düşünmesi uygun değil yanlıştır.
Gerçek budur ki, yanlış bir düşünceye meydan bırakmamak için âyetin
kendisi bunun, bir teşbîh-i beliğ ile temsilî bir ifade olduğunu
açıklamaktadır. Şöyle ki; nurunun misali, burada nurun Allah'a muzâaf kılınması
da gösterir ki, öncekindeki mânâsı zahirine hamledilmediği gibi göklere ve
yeryüzüne izafeti de hakikî sahibine izafet değildir. Yani gökleri ve yeryüzünü
aydınlatan ve gerçek sahibi Allah olan nurun, varlık nurunun, hidayet nurunun,
peygamberlik nurunun, Kur'ân nurunun, iman nurunun hayret verici vasıflarının
temsili, yani benzetmesi şudur:
Sanki bir mişkât, yani arkasına nüfuz edilmez dairevî veya çokgen bir
pencere. Dikkat edilirse gökyüzünde her cismin vucudu böyle arkası kapalı, önü
özel bir uzaklık içinde açılmış bir pencere, bir hücre halinde yükselir. Ki
içinde bir mısbâh vardır.
MISBÂH: "Sabah ve Sabâhat" maddesinden ism-i alettir ki, sabah
gibi hoş ve kuvvetli aydınlık veren lamba demektir. Kur'ân'da güneşe sirâc
denilmiş olduğu halde, burada misbah denilmiş olması, bunun yanında güneşin
normal bir kandil kadar kalacağına işaret eder. O mısbah, bir billurda sırça,
yani billur, sanki inciye benzer bir yıldız. İncimsi yıldız, zühre ve müşteri
gibi inci saflığı ve güzelliği ile parıldayan bir yıldız. Öyle berrak, öyle
güzel, öyle hem göklerin, hem yerin güzelliklerini kendinde toplayan bir cam.
Mişkât da o camın içindeki lamba mübarek bir ağaçtan, öyle bir zeytinden
tutuşturulur ki doğuya da, batıya da nisbet edilemez. Bunda başlıca iki mânâ
vardır:
Birincisi, yalnız öğleden önce güneş gören doğuda değil, yalnız öğleden
sonra güneş gören batı tarafında da değil hem doğuya, hem batıya bakan tepenin
tam ortasında. Çünkü böyle bir yerde bulunan zeytinin yağı son derecede saf ve
güzel olur.
İkincisi, yön şüphelerinden uzak, yani bildiğiniz dünya zeytinlerinden
değil, mekanı olmayan bir zeytin demek olur. Önceki mânâ kendisine benzetilenin
herkesce düşünülebilecek bir özelliği olmasından dolayı temsilde terşih, ikinci
mânâ ise benzetilenin özelliğine işaret etmek yönünden bir tecrid ifade eder.
Terşihin faydası benzetmeyi bir açıklama ile kuvvetlendirmektir. Tecridin
inceliği de benzetilenin belirgin bir yönüne işaretle kendisine benzetilene
üstünlüğünü ve bundan dolayı benzetmenin yanaşamayacağı bir hakikat noktasını
ortaya koymaktır.
Netice olarak öyle bir zeytin ki yağı, neredeyse, kendisine bir ateş
dokunmasa bile ışık verir. Bir elektrik gibi hemen yanmaya hazır; o derece saf
ve parlaktır. Özet olarak Allah nuru, nur üzerine nurdur. Yani temsilden
zannolunacağı gibi sınırlı beş kat değil, birisi veya tamamı da değil, sınırsız
olarak her nurun kat kat üzerinde, sınırlanması ve bilinmesi mümkün olmayan bir
nurdur. O halde onu niye herkes bulamıyor? İstenilene niye eremiyor? denilirse Allah,
o nuruna veya o nuruyla dilediği kimseyi hidayet eder. Dolayısıyla herkes hak
delili göremez, hak âyetlerini bilemez, hakkın isteğine eremez. Herkes
peygamber veya velî veya mümin veya arif veya iyi bir kul olamaz. Ve onun için
peygamberlik nurundan, Kur'ân nurundan, iman nurundan, ilim nurundan herkes
faydalanamaz. Ve Allah insanlara (işte böyle) misaller verir. Doğrudan doğruya
anlayıp idrak edemeyecekleri hakikatleri, duygularla algılanabilen misaller ile
tasvir ve temsil ederek anlatır, bu da hidayeti cümlesindendir. Nitekim
duygular, hayaller, lisanlar, teşbihler yalnız hakkı anlatmak için birer mesel
oldukları gibi, bu âyetteki temsil de böyledir. Bundan dolayı misallere hakikat
diye bağlanıp kalmamalı, onlardan gerisindeki gerçeği sezmelidir.
Ve Allah her şeyi bilir. Aklen olanı da, hissen olanı da bilir; açığı
da, gizliyi de, gerçek olanı da, temsilî olanı da bilir. Dolayısıyla her kesin
duygu ve anlayışını ve faydalanma derecesini ve takip ettiği gaye ve maksadını
ve tekvin ve teşride layık olup olmadığı dine yol göstermeyi ve ona göre
herbirine yapacağı muameleyi de bilir.
Kaynakça :
1 - 24-NUR: KURAN'I KERİM (ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR) TEFSİRİ
DERLEME : Yavuz Tellioğlu
FERASET MAKAMININ BİLİNMESİ VE SIRLARI ve [KIYAFETNÂME-İLMİ SÎMA]
Muhyiddin İbn Arabî kaddesellâhü sırrahu’l azîz, Futuhât-ı Mekkiyye’sinde beyan buyurdu ki:
YÜZ KIRK SEKİZİNCİ BÖLÜM
Feraset, nafile ibadet nuru
Seçilmiş ve rehber Peygamber buyruğudur bu
Feraset sahibi, Hakk’ın gözü ve kulağı olduğu kişidir
Mutlu ve sevinçlidir o
İşin sonu bu yargının tersinin gerçekleşmesi:
Gaybte ve şehadette
(Saldırmak
anlamındaki) ‘iftiras’ kelimesinden türetilen feraset, kahır
özelliğindeki ilahi bir niteliktir. Hükmü, bu niteliğe sahip birinden
korkarak kaçanlarda gözükür. Kaçmanın nedeni, tabii korkudur. Bu korku,
can hakkında olabilir. Can korkusu, nefsin alıştığı ve otoritesini
sergilediği bedenden ayrılmayla ilgilidir. Ya da feraset sahibinin doğal
feraset
veya ilahi feraset vasıtasıyla kendisiyle ilişkilendirdiği kınamadan
kaçmakla ilgilidir. Bu nedenle feraset, sadece firarilere ilişir. Çünkü
âleme baskın olan şey, kendileri hakkında bilgisizliktir.
Bilgisizliklerinin nedeni ise bileşikliktir. Unsurlardan bileşik
olmaksızın, yalın olsalardı, bu nitelikle nitelenmezlerdi.
Bilmelisin
ki, kul feraset özelliği kazandığında, feraset sahibi olduğu sonucuna
varılan bir takım alameder taşır. Bir kısmı mizaç kaynaklı doğal
alametler iken -ki bu hikemî ferasettir-, bir kısmı ruh, iman ve nefs
kaynaklıdır -bu ise ilahi ferasettir-, İlahi feraset müminin iç
gözün-deki (basiret) ilahi nurdur. Bu nur vasıtasıyla mümin, kendisine
keşf olduğunda, ferasete konu olan şeyden meydana gelen hali veya
kendisine ulaştıracak şeyleri bilir. Öyleyse müminin feraseti, doğal
ferasetten daha geneldir. Çünkü doğal ferasetin verebileceği nihai
bilgi, kötü ve iyi ahlâkı bilmek, eşyada ve bütün bedeni hareketlerde
acele ve yavaşlığa yol açan durumları öğrenmeyle ilgilidir. Bu bölümde
her iki feraset türüne kısmen değineceğiz.
İlahi
feraset, doğal ferasetin sağladıklarını verdiği gibi aynı zamanda
fazlasını da verir. Bu ilave ise, ilahi ferasetin mutluyu bedbahttan
ayırmanın bilgisini olduğu kadar bu nur sahibinin yanında olmaksızın
işlenen Allah Teâlâ’nın razı olduğu ve olmadığı hareketlerin bilgisini
de vermesidir. Böyle bir insan bir davranışı yaptıktan sonra bu nur
sahibinin önüne gelir. Söz konusu davranış, kendisinden ortaya çıktığı organda bir alamet bırakır ve bu alameti sadece feraset sahibi bilebilir. Bu
sayede, günah ya da itaat olmak üzere hareketin durumuna göre, sahibine
bir şey söyler. Nitekim aynı iş Hz. Osman radiyallâhü anhda
gerçekleşmişti. Hz. Osman huzuruna giren birine şöyle demiş: ‘Subhanallah Teâlâ! Erkekler niçin gözlerini kadınlardan uzak tutmuyor ki?’ Birinin
avret yerlerine ya da meskûn bir evin köşesinde vb. bakması helal
olmayan birisine bakmış olan yanına giren adam Hz. Osman radiyallâhü
anh’aya şöyle demiş: ‘Yoksa Peygamberden sonra bir vahiy mi var?’ Hz. Osman radiyallâhü anh şöyle demiş: ‘Hayır!
Fakat bu ferasettir. Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem’in ‘Müminin
ferasetinden korkun, çünkü o Allah Teâlâ’nın nuruyla bakar’ dediğini
bilmiyor musunuz? İçeri girdiğinde, gözlerinde onu gördüm.’ insanın
hareketinin -itaat ya da günah olmak üzere kendisinden çıktığı organda
bir belirti geride bıraktığı sözümüzün anlamı budur.
Doğal
feraset, bütün davranışlarda, sözlerde, duruş ve hareketlerde dengenin
bilgisini verdiği gibi bütün bu hususlarda sapmanın bilinmesini de
sağlar. Doğal feraset sahibi, bir insanın organlarına veya yapısına
bakarak, ahmak ve akıllıyı, zeki ve aptalı, öfkeli ve öfkesizi, bayağı
olanı ve olmayanı, hilekârı ve güveniliri, bozguncu olanı ve olmayanı
tanır.
Öncelikle
bilmelisin ki: iman feraseti -ki onunla başlıyoruz-müminin basiret
gözüne verilmiş ilahi bir nurdur. Bu nur, baş gözüne ait nura benzer.
Ferasete konu olan şeyde ise, göz için duyulurların görünmesini sağlayan
güneşin ışığına benzeyen bir alamet vardır. Bu bağlamda göz, hem kendi
nuruyla hem de güneşin ışığının göstermesiyle duyulurları ayırt ederek
küçüğü büyükten, güzeli çirkinden, beyazı siyah ve sarıdan, hareketliyi
durağandan, uzağı yakından, yukarıdakini aşağıda olandan ayırdığı gibi
iman ferasetinin nuru da övülen davranışı kınanmış davranıştan
ayrıştırır ve öğretir.
İlahi feraset nuru, ‘Allah’ ismine izafe edildi. Burada ‘Allah’ ismi, bütün isimlerin hükümlerini kendinde toplayan isimdir. Çünkü
feraset nuru, ahiret hayatında bedbahtlık ve mutluluğa yol açan
kınanmış ve övülmüş hareketleri tanıtır. Feraset öyle bir dereceye
ulaşır Ki, bazı insanlar toprakta bir şahsın ayak izini -ki onun izi
demektir-gördüğünde, şahıs bulunmadan ‘bu ayak mutlu bir insanın ayağıdır’, ‘şu bedbaht bir insanın ayak izidir’ diyebilir. Nitekim gözcü izi takip ederek şöyle der: ‘Bu izin sahibi söz gelişi beyazdır, gözü şaşıdır.’
Böylece -adeta görmüşçesine-onun yaratılışını ve yaratılışına ilişen
geçici durumları betimler. Bütün bunlar, şahsı görülmeksizin onun izinde
görülür. Ensab ilminde buna
göre hüküm verilir ve -baba ile oğullar arasında alışılagelmiş
benzerlik bulunmadığı için bir kuşku ortaya çıktığında-çocuğun gerçek
babası bulunur. Rasûlullâh sallallâhü
aleyhi ve sellem bu nedenle feraset nurunu Allah ismine izafe etti.
Halbuki onu -söz gelişi-el-Hamid ismine ait saysaydı, bu nur sahibi,
özellikle övülen ve Mutlu olanı görürdü. Başka bir ifadeyle, Peygamber
iman nurunu herhangi bir ilahi isme izafe etseydi, söz konusu ismin
gereğine göre bu nur etkin olurdu. Bu nuru Allah Teâlâ’ya izafe edince,
feraset sahibi onunla dünya ve ahirette meydana gelebilecek iyilik ve
kötülükleri, kınanan ve övülen davranışları, çirkin ve güzel ahlâkı,
doğanın ve ruhanîliğin ortaya çıkarttığı durumları bilir. Ayrıca
feraset sahibi, bu nur vasıtasıyla dini hükümleri de ayırt eder -ki
bunlar, beş hükümdür. Öte yandan, bir hareketin dayandığı ilahi
isimleri, hareketin sahibine bakan ulvî ruhları, yıldızların
hareketlerinden ortaya çıkan alametleri de bu nur sayesinde öğrenir.
Çünkü Allah Teâlâ yıldızları feleklerinde boş yere yüzdürmemiştir.
Yıldızların feleklerinde yüzmesinin nedeni, Allah Teâlâ’nın onların
bütün hareketlerine ve yakın felekteki varsayımsal burçları aşmalarına
yerleştirdiği amaçlardır. ‘Allah Teâlâ her göğe emrini vahyetti’ ayetinin
doğruluk ölçütü budur. Kısaca bu yüzüş esnasında yıldızların
hareketleri, kendilerine bırakılan emanetleri -ki onları unsur âlemi
talep eder-sahiplerine ulaştırmayı hedefler.
Bilmelisin
ki, Allah Teâlâ doğayı nefsin aşağısında ve Heba’nın üzerinde yarattı.
Allah Teâlâ doğal cisimleri yaratmak istemiştir ki, bize göre sadece
doğal ya da unsurî cisimler vardır. Unsurlar ise başka cisimler
kendilerinden doğsa bile doğal cisimlerdir. Bunların hepsi, Allah
Teâlâ’nın doğayı üzerinde yarattığı şeydeki eserlerden meydana gelir.
Doğa, dört şeyden ibarettir. Bu dört şey özel bir tarzda bir araya
geldiğinde, -Aziz ve Alîm’in takdirine göre-bu bir aradalığa uygun bir
varlık oluşur. Bu nedenle, mizacın farklılığı nedeniyle âlemin cisimleri
de farklılaşmıştır. Her cisim, âlemde karışımının (mizaç) gerektirdiği
şeyi vermiştir.
İş
böyle devam ederek, Allah Teâlâ’nın unsurları yaratmasına kadar ulaşır
-unsurlar rükünlerdir-. Sıcaklık özel bir tarzda kuruluğa eklenir, bu
karışımdan ateş unsuru oluşmuştur ve ‘ateş unsuru’ diye ifade edilir.
Sonra, hava sonra su, sonra toprak aynı tarzda meydana gelir. Allah Teâlâ, vasıtalı ve vasıtasız olarak unsurları birbirine dönüşebilme özelliğinde yarattı.
İki unsur her açıdan birbirini iterse (nefret), o şey kendine uygun
olana dönüşür. Ardından bu uygun olan da, kendisine en yakın diğer
uyguna dönüşür ki o ilk dönüşüme uğrayanı itmekteydi. Böylelikle ısınma
ve yoğunlaşma yoluyla, bu en yakın uygun vasıtasıyla kendine dönüşmeyi
kabul etmiştir.
Allah
Teâlâ, hayvanî cismi dört doğadan yarattı. Bunlar İki acı, kan ve
balgamdır. Allah Teâlâ bu karışımlarda ruhanî güçler de yaratmıştır ki
eserleri, kendilerinden oluşan cisimde gözükür. Bu karışımlar,
kendilerinden ortaya çıkan cisimde itidal ölçüsünde ya da itidale yakın
bir ölçüde bulunurlarsa, itidalin sağladığı güzel ve beğenilmiş
durumları, işlerde orta hareketleri sağlarlar. İtidal üzere
bulunmazlarsa, saptıkları duruma göre hareketleri ortaya çıkartırlar.
Böylelikle bu karışımların arasından daha güçlü ve daha çok olanın
otoritesi bedende ortaya çıkar. Buradan bedene hastalıklar iliştiği gibi
nefse de (kötü) ahlâk ilişir.
Beden
doktoru, itidali gerçekleştirinceye kadar, bu karışımlardan eksik olanı
artırarak ya da fazla olanı eksilterek hastalıkları iyileştirir. İlahi
doktor ise -ki peygamberlerdir-ahlâkı tedavi eder ve nefsanî amaçları
öğüt, zikir, tavsiye, yüce davranışlar hakkında uyarı gibi hususlarla
yönetir ve tedavi eder. Ayrıca Allah Teâlâ’nın, insanların ve yüce
ruhların nezdinde mutluluk sağlayan övülen davranışları öğreterek ahlâkı
tedavi eder. Bu sayede, düşünen nefs (nefs-i natıka) güçlenir. Bu öğüt,
sapmış mizacı ıslaha yardımcı olduğu gibi aynı zamanda bedenin doğasını
ve onda bozulmuş olanı düzelten doktora da yardım eder. Bu nedenle bazı
doktorlar, belli hastalıklar için güzel sesler dinlemeyi, türlü
çiçeklere sahip güzel yerlere gitmeyi, çağlayanları görmeyi, bülbül ve
benzeri kuşların seslerini dinlemeyi salık verir. Bütün bunlar, doktora
yardım etmek üzere, mizacın düzelmesine yol açan ruhanî tedavilerdir.
Seslerle tedavi edilmeyen hastalıklar da vardır. Bu hastalıklar,
zikrettiğimiz şeylerin zıddıyla düzelirler. Bütün bunlar, güçlü ve
baskın karışım ile onun karşılığında eksik ve zayıf karşıma göre yapılan
tedavilerdir.
Hastalıkların
bir kısmı, mizaç ve ahlâkın yapısında aslî olarak bulunur. Örnek
olarak, gözlerdeki patlaklık, ya da aşırı ölçüde içe batması ya da son
derece ince burun ya da son derece kaim burun ya da bunun zıddını ya da
burun deliğinin çok geniş veya dar olması veya aşırı beyazlık ya da
aşırı siyahlık ya da saçın kıvırcıklığı veya aşırı düzlüğü ya da gözdeki
aşırı maviliği veya aşırı sürmeliliği verebiliriz. Aynı şekilde,
itidalde olmayan diğer organları da verebiliriz. Bunlar, itidalden
saparak, belirttiğimiz şekilde iki uçtan birine varmıştır. Çünkü insanın
ahlâkı, bu organların kendinde bulunduğu itidal ve sapmaya göre
belirlenir.
İlahi
doktor gelir -ki o peygamber, ya da varis ya da hakîmdir-kendisine
boyun eğen bu yaratılışın neyi gerektirdiğini bilir. Onu terbiye etmek
ve mutluluğu için çalışmak amacıyla gemini ele geçirir. Doktor -sapma
söz konusu ise-yaratılışının gerektirdiği yönün tersine yöneltir. İlahi
doktor (peygamber), tedaviyi sapmanın nerelerde kullanılacağını
göstererek yapar. Bu yerler, Allah Teâlâ’nın övdüğü ve nefsin
mutluluğunu sağlayan yerlerdir. Çünkü doktor insan için yeni bir
yaratılış meydana getiremez: ‘Rabb’in yaratmayı ve ahlâkı (hulk ve hilkat) tamamlamıştır.’ Öyleyse
yapılabilecek nihai şey, kullanım yerlerini açıklamaktır. Yaratılışı
mutedil biri Allah Teâlâ nezdinde mutluluk sağlayan şeyleri bilmiyorsa,
bu bilgiye ulaştıracak birisine -ki Allah Teâlâ’nın
peygamberidir-muhtaçtır ve Allah Teâlâ nezdinde mutluluğu sağlayacak
şeyleri bilenlere sormalıdır.
Güzel
ahlâka gelirsek, yaratılışı itidalde olan insan, bunlarda kendisini
yönlendiren birisine muhtaç değildir. Çünkü onun yaratılışının mizacı ve
itidali, kendisine sadece güzel ahlâkı verir. Hatta böyle biri bazı
durumlarda sapmayı kullanmak üzere bir öğreticiye muhtaçtır.
İnsan belirli durumlarda sapmadaki yararlar nedeniyle onu yapmakla
yükümlüdür. Bu yarar dünyevi olabileceği gibi ahiret ile ya da her
ikisiyle de ilgili olabilir. Mizacı sapmış kimseden ise, çirkin huylar ve bayağı ahlâk ortaya çıkar, nefsanî gayelerin kendisine etki etmesini ister.
Böyle biri, işinin sonunda neye varacağını önemsemez. Öyleyse akıllı
doktor, daha önce belirttiğimiz gibi, (kötü huyların) kullanım yerlerini
göstermekle bu kişiyi aşama aşama tedavi eder.
Ferasete
konu olan İçişinin yararının nerede bulunduğu bilen iman ferasetinin
sahibi biri gelir ve insanın kınanmasına yol açan ya da kendisinden
kınanmış olarak bir hareketini çıktığını gördüğünde, onu yönlendirir.
Böylece -kendisini hükmü altına almak üzere-nefsini teslim edinceye
kadar onu kontrol eder. Bu insan (itidalden) sapmış ise, seyr ü
sülukunda mücahede ve riyazet yolunu takip eder. İtidal halinde ise,
sülukunda gönlü hoş ve haz alan, sevinen, mutlu birisi haline gelir.
Başkasına güç gelen işler, ona kolaylaşır. Herhangi bir güzel ahlâk onda
güçlük çıkartmaz. Böyle bir insanın nefsi arınır, tezkiye olur ve temiz
âleme katıldığında, ilahi göz ile bakar, (ilahi kulak ile) duyar, onun
gücüyle hareket eder. Bu durumda ise işlerin nereden gelip nereye
gittiğini, kendisinden neyin çıktığını ve nereye vardığını görür. cİman
feraseti’ denilen budur. Söz konusu feraset, Allah Teâlâ nezdinden
verilen bir şeydir. Doğası selim olan ve olmayan herkes, buna ulaşır.
Âlemdeki
sapma ve itidalin esası veya bileşiklerde bazı unsurların başka
unsurlara baskın gelmesinin nedeni, ilahi bilginin etkileridir. Bu
bilgiden hareketle Allah Teâlâ, dilediklerine merhamet eder,
dilediklerini bağışlar, dilediklerine azap eder, kerih görür, razı olur
ve öfkelenir.
Öfke nerede, razı olmak nerede?
Af nerede, intikam nerede?
Cezalandırma nerede, hoşnut olmak nerede?
Bütün
bunları indirilmiş kitaplarda ilahi haberler dile getirmiş, keşf ehli
ise -göz görmesiyle-onları öğrenmiştir. Söz konusu haberler nebi ve
peygamberlerin diliyle gelmemiş, Allah Teâlâ nezdinden gelen kitaplar
onları bildirmemiş ve peygamberler mucizeler ile desteklenmemiş olsaydı
-ki peygamberler yabancıların nezdinde bu haberlerle ilgili sözlerinin
doğruluklarının kanıtlanması için mucizelerle desteklenmiş ve bu sayede
bu haberleri getirdiklerinde haberler kabul edilmiştir-nefsler bu
haberleri kabul etmezdi. Çünkü aklın kanıtları, ilahi mertebe hakkında
böyle bilgileri imkânsız sayar. Bu haberleri gören ve keşfeden bir
insan, doğruluğu hakkında bir mucize desteği olmaksızın, onları
söyleseydi, cahil ilan edilir, düşüncesi nedeniyle kınanırdı. Böyle bir
insanın aklının ve fiillerinin bozukluğu, hayalinin hükmü altına girdiği
hususunda kanıtlar serd edilir, akla göre Allah Teâlâ’nın böyle
niteliklerle nitelenemeyeceği iddia edilirdi. Söz konusu haberlerin
peygamber ve kitaplar vasıtasıyla indirilmiş olmasının nedeni budur.
Müşahede sahibi de, onlara dayanarak bu tür bilgi getirdiğinde onun
sözüne aşina olunur.
Böyle
haberleri bildirmek üzere şeriatlar gelmiş, başkanlara ve önderlere
peygamberlerden başkasından duyduklarında ters gelecek hükümleri
bildirmiştir. İnsanlar böyle bilgilere peygamberden aşina olup nefsler
ilahi yasaların hükümleriyle ülfet ettiğinde, salih insanlara öğrencilik
yapmak ve nefslerini -kendilerine ağır gelse bile onların
yönetimlerinin altına sokmak, hükümdarlara ve başkanlara kolaylaşmıştır.
Onlar, bu konudaki bilgilerini karşılaştıkları amaçlarıyla ters düşme
güçlüğüne yeğlemişlerdir. Çünkü bu şarta göre nefsini salih insanın
hükmü altına sokmuştur. Öyleyse onun kendisine karşı kanıtı vardır. Alîm
ve Hakîm Allah Teâlâ münezzehtir. Bilginin üstünlüğü olmasaydı, feraset
üstün olamazdı. Çünkü bilginin otoritesi olmasaydı, feraset üstün
gelemeyeceği gibi bir değeri de olamazdı. Öyleyse bilgi niteliklerin en
üstünüdür. Kurtuluş -insan onu kendisine hakim yapıp işlerinde ona göre
davrandığında-bilgidedir. .
Rabb’im! Bilgimi artır,
Rabb’im, bilgimi artır,
Rabb’im, bilgimi artır!
Beni bilgide kullan,
Beni bilgi için kullan,
Bilgiyi bende hüküm sahibi yap
Onu benim gözetmenim yap
Sen bilen, bilgi ve bilinensin
Bilgi şenindir, bizim değil
Bize ondan değerimiz kadar verdin
Hâkimler
nezdinde zikredilen ferasete gelirsek, bu ferasetin hâkimlerin esas
sayıp tecrübe ettikleri bir yönünü zikredeceğim. Sonra onun
niteliklerdeki bâtını yorumunu, belirteceğim. Bunu ise, kitaptaki
yöntemimize göre -Allah Teâlâ’nın izniyle-özet ve yeterli bir şekilde
yapacağız:
Bilmelisin
ki: Allah Teâlâ, bütün hareket ve eylemlerinin düzgün olması için
yaratılışı mutedil bir insan yaratmak istediğinde, babaya mizacını
düzeltecek şeyleri (yemeyi) nasip eder. Aynı şekilde, annesine de
mizacını düzeltecek şeyleri nasip eder. Böylece, erkekten ve dişiden
çıkan meni düzgün olur (salih). Öte yandan rahmin mizacı da düzgün olur
ve karışımlar (ahlât-ı erbaa) nutfenin düzgün olmasını sağlayacak ölçüde
itidal halinde bulunur. Allah Teâlâ suyun (meni) rahme indirilmesi için, mutlu bir yıldız (tali’) belirler. Bunu
ise, Allah Teâlâ’nın o esnada var olanlarda meydana getirdiği şeye göre
iyiliğe alameti kendisinde yarattığı feleklerin hareketlerine göre
gerçekleştirir. Erkek ve kadın, mutedil bir mizaç ile Mutlu bir tali’de
birleşir. Meni mizacı dengeli rahme iner. Rahim onu alır ve Allah Teâlâ
anneye mizacını düzgün tutacak ve rahimde çocuğun besleneceği şeylere
karşı arzu duyma imkânı verir. Böylelikle meni, mutedil bir yerde,
mutedil maddeler içinde ve feleklerin doğrusal hareketlerinin içerisinde
şekillenmeyi kabul eder.
Bu
durumda yaratılış en mutedil şekilde ortaya çıkar ve var olur.
Sahibinin yaratılışı da dengeli bir şekilde meydana gelir. Böyle biri,
ne uzundur ne kısa! Etinin yumuşaklığı, katılık ve incelik arasındadır.
Rengi sarı ve kızıla çalacak şekilde beyazdır. Saçının uzunluğu
dengelidir. Ne dümdüzdür ne bütünüyle kıvırcıktır. Saçında kızıllık
vardır. Yüzü geniştir. Gözleri koyuluğa ve siyahlığa yakıındır. Baş
kemikleri dengelidir. Omuzları paraleldir. Boğazı ölçülüdür. Baldırında
ve belinde et yoktur. Sesi kısık ve durudur. Ne kabadır ne de incedir.
Kalın veya ince olması beğenilen kısımları dengelidir. Parmakları ince
ve uzundur. Avucu açıktır (cömert). İhtiyaç dışında pek az konuşur.
Doğası sarılığa ve siyahlığa eğilimlidir. Bakışında rahatlık ve sevinç
vardır. Mala tamahkâr değildir. Muhatabının üzerinde tahakküm kurmak ve
başkanlık etmek talebi yoktur. Aceleci olmadığı gibi yavaş da değildir.
Hakimlerin söylediğine göre, yaratılışı en mutedil ve sağlam kişi budur.
Efendimiz Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem de bu yaratılışta yaratılmıştır.
Bu sayede, (manevi) mertebede kemali gerçekleştiği gibi yaratılışta da
kemali gerçekleşir. Böylelikle o, zâhir ve bâtında, bütün yönlerden
insanların en kâmili olmuştur.
Rahimde
bir mizaç bozukluğu gerçekleşmiş olabilir. Böyle bir bozukluğun insanın
rahimdeki oluşumu esnasında herhangi bir organa ya da organların çoğuna
ya da bir kısmına etki etmesi kaçınılmazdır. Bu etki, o esnada söz
konusu organ için maddenin oluşturduğu nutfedeki çekici güce göre
gerçekleşir. Bu durumda etki, ya yapının bütününde ya da bazı
organlarında gözükür.
Başarıya erdiren Allah Teâlâ’tır, bunlardan birisi şudur:
Aşırı kumrallık ve mavilikle birlikte gerçek beyazlık hainliği, fâsıklığı ve aklın hafifliğini gösterir.
Bununla birlikte kişinin alnı geniş, çenesi dar, sakalı seyrek, yanakları etli ve saçı çok ise, feraset sahibi hakimler ‘Bu nitelikteki birisinden öldürücü yılanlardan kaçmak gibi kaçmak gerekir’ demişlerdir.
Saçın
serdiği, cesarete ve dimağın doğruluğuna işaret eder. Saç yumuşaklığı
korkaklık, zekâ azlığı ve dimağın soğukluğuna işaret eder. Saçın her İki
omuz ve boyun üzerinde çok olması, insanın ahmaklığına ve cüretine
delildir.
Karında
ve göğüste kılların çokluğu, insanın doğasının vahşiliğine, anlayışının
azlığına ve zulmü sevmesine işaret eder. (Saçta) Kumrallık korkaklığa,
öfkeye, hızla sinirlenmeye ve zalimliğe işaret eder. Saçın siyahlığı,
akıldaki aşırı durağanlığa, yavaşlığa ve adaleti sevmeye işaret eder.
Bunların arasında olan saç rengi ise itidale işaret eder.
Kırışıklık bulunmayan geniş alın düşmanlığa, arsızlığa, kışkırtıcılığa ve kendini beğenmişliğe işaret eder.
Genişlik
ve darlık halamından orta seviyede olan ve kırışıklık bulunan alnın
sahibi doğru sözlü, sevecen, anlayışlı, bilgili, uyanık, yönetici ve
uzmandır.
Kulakları büyük kişi bilgisizdir. Şu var ki o, hafız olabilir. Kulakları küçük kimse, hırsız ve ahmaktır.
Kaş
çokluğu, meramını anlatamamak ve zayıf konuşmaya işaret eder. Kaşlar
şakağa kadar uzamışsa, sahibi kendini beğenmiş şaşkının tekidir. Kaşları
ince, uzun ve kısalıkta dengeli ve siyah olan kimse, uyanıktır.
Gözü mavi olan, en şerli kişidir. Mavilerin en kötüsü ise, turkuaz mavisidir.
Büyük
ve patlak gözlü kimse hasetçi, yüzsüz, tembel ve güvenilmezdir. Bir de
mavi olursa -ki bazen koyu olabilir-daha da hasetçidir. Gözleri orta
büyüklükte olan ve derinlik (koyu) ve siyahlığa yakın olan kimse, zeki,
güvenilir ve sevecendir. Göz bedenin uzunluğunda olursa, sahibi
habistir. Gözü donuk, tıpkı hayvan gibi az hareketli ve bakışı ölgün
olan kimse, bilgisiz ve katı doğalıdır. Gözünde hızlı hareket ve keskin
bakış olan kişi hırsız, hilekâr ve aldatıcıdır. Gözü kızıl olan kimse,
atılgan ve cesurdur. Gözünün çevresinde sarı noktalar bulunan kimse,
insanların en şerlisi ve alçağıdır.
Burnu
ince olan kimse, pervasızdır. Burnu -adeta ağzına girecek kadar-büyük
olan kimse, cesurdur. Burnu basık olan kimse, şehvetlidir. Burnu çok
kabarık olan kimse, çok öfkelidir. Burnunun ortası basıklığa mütemayil
ve sert olan kimse, geveze ve yalancıdır. Burunların en mutedili, aşırı
uzun olmaksızın, belli ölçüde uzun olanıdır. Burun serdiğinin vasati
olması ve deliklerin abartısızlığı, anlayışa ve akla delildir.
Ağzı
geniş olan kimse, cesurdur. Dudakları kalın olan kimse, ahmaktır. Tam
kızıllıkla birlikte orta kalınlıkta olan kimse, dengelidir.
Dişleri
birbirine girmiş ya da çıkıntılı olan kimse, aldatıcı, güvenilmez bir
hilekârdır. Dişleri arasında boşluk bulunup seyrek olan kimse,
akıllıdır, güvenilirdir, yönetici ve emin bir insandır.
Yüzünün
etinde avurtları şişkin olan kimse, cahildir ve katı doğalıdır. Yüzü
zayıf ve sarı olan kimse, alçak, hilekâr, tuzakçı, habis ve huysuzun
tekidir. Yüzü uzun olan kimse, arsızdır.
Şakakları
şişkin ve damarları şişkin olan kimse, öfkelidir. Kendisine baktığında
yüzü kızaran ve utanan, hatta bazen gözleri dolan veya istemi dışında
tebessüm eden kimse, seni seven, sana muhabbet besleyen ve içinde sana
karşı saygı bulunan biridir.
Yüksek
ses, cesarete işaret eder. Yavaş ile hızlı, yumuşaklık ile serdik
arasındaki dengeli ses, akla, tedbire ve doğruluğa işaret eder. Hızlı ve
ince konuşmak, bilgisizliğe, yalancılığa ve arsızlığa işaret eder.
Sesin kalınlığı, öfkeye ve ahlâksızlığa işaret eder. Sesin genizden
gelmesi, ahmaklığa, zekâ azlığına ve kibre işaret eder.
Çok hareketlilik, hilekârlığa, kendini beğenmeye ve düşüncesizliğe kanıttır.
Oturuştaki
ağır başlılık, sözdeki süreklilik ve gereksiz sözlerde eli hareket
ettirmek, aklın tamlığına, tedbire ve aklın doğruluğuna kanıttır.
Boynun
kısalığı hilekârlık ve habisliğe kanıttır. Boynun uzunluğu ve inceliği
ise, ahmaklığa, velvele çıkarmaya ve korkaklığa kanıttır. Bu ikisine bir
de başın küçüklüğünün eklenmesi, ahmaklık ve akılsızlığa delildir.
Boynun
katılığı, bilgisizliği ve oburluğu gösterir. Boynun uzunluk ve
sertlikte itidali, akla, tedbire ve samimi dosduğa, güvenilirliğe
delildir. Büyük karın ahmaklığa, bilgisizliğe ve korkaklığa kanıttır.
Karnın latifliği ve göğsün darlığı, aklın çokluğuna ve doğru düşünmeye
kanıttır. Omuzların ve sırtın genişliği, cesarete ve aldın hafifliğine
kanıttır. Sırtın eğikliği, sabırsızlığa ve huysuzluğa kanıttır. Sırtın
düzgün olması, övülen bir belirtidir. Omuzların öne çıkması, kötü niyete
ve gidişatın kötülüğüne delildir.
Avucun dize kadar uzayacağı şekilde kolların uzunluğu, cesarete, cömertliğe ve soyluluğa kanıttır.
Kollar
kısa ise, sahibi korkaktır ve kötülüğü seven biridir. Uzun parmaklarla
birlikte uzun kol, sanatkârlığa, işleri sağlam ve başkanlığı iyi yapmaya
kanıttır.
Ayaktaki
sert et, bilgisizliğe ve zulmü sevmeye kanıttır. Yumuşak-küçük ayak,
günahkârlığa kanıttır. Topuğun inceliği, güzelliğe delil iken topuğun
kalınlığı cesarete kanıttır. Aşil kirişleriyle birlikte inciklerin
kalınlığı aptallığa ve düşüncesizliğe kanıttır. Adımları geniş ve ağır
olan kimse, bütün davranışlarında başarılı, işin sonuçlarını düşünen
kişidir. Böyle olmayan da, bunun tersidir.
Bunlar, doğa bilginlerinden tecrübe sahibi hâkimlerin sözlerinden aktardığımız (hikemi feraset ile ilgili) hususlardır.
Bu
nitelikler çoğalır ve azalır, fakat hüküm galibe aittir. Bazen bir
şahısta eşitlenirler. Bu durumda bir nitelik diğerinin hükmünü bir
yönden ortadan kaldırabilir. Bazen de bir konuda bu niteliklerden birisi
etkin olurken başka bir konuda ise diğer bir nitelik etkin olabilir.
Kısaca, riyazet ve bilginin kullanımı, zikredilen her bir kötü niteliği ortadan kaldırmada etkindir. Kim
bunu tecrübe ederse, söylediğimizin doğruluğunu görecektir. Çünkü adet,
beşinci doğadır ve onun aslî doğada etkisi vardır. Bütün bunlar,
tecrübe edilmiştir.
VASIL
Söylediğimiz Alametlerin -bunlar tecrübeyle sabittir
Bâtını Yorumu
Bilmelisin
ki, insanın bedenini yöneten latifesinin (düşünen nefs) bir yönü, onun
babası olan saf nura bakarken bir yönü sırf karanlık olan doğaya bakar.
Doğa ise, onun annesidir. Bu nedenle latif nefs, ışık ve karanlık
arasmda meydana geldi. Onun orta yerde olmasının nedeni,
yöneticiliğidir. Bu yönüyle o, tüm heyula ve akıl arasındaki tümel nefse
benzer. O, karanlık bir cevher iken akıl saf ışıktır. Böylece bu
düşünen nefs, ışık ve karanlık arasında bir berzah haline gelmiş, her
birisine kendi hakkını vermiştir. Bu iki uçtan birisi kendisine baskın
gelirse, baskın gelene göre olur. İki uçtan birisine meyli olmadığında
ise, işleri itidal üzere algılar ve insaflı olur, gerçeğe göre hüküm
verir. Bu bölümde bedendeki ferasetin alametleri hakkında zikredilen
şeylerin bâtınî yorumunu belirteceğiz.
Aşırı
beyazlık, insanın bakışını büsbütün nur âlemine vermesidir. Öyle ki
artık doğa âlemini kendisiyle yöneteceği hiç bir şey kendisinde kalmaz. Ebu
İkal el-Mağribi ve benzerleri böyleydi. Bu durumda, kemale ulaşmazdan
önce hızla bozulmaya uğrar. Aynı şey, aşırı siyahlığın yorumu için de
geçerlidir. Bu ise insanın şehvet ve doğa âlemine kendisini
bırakmasıdır. Bu bırakma, kendisiyle nur bilgilerine -ki ilahi ilimler
demektir-bakmak arasında bir perde haline gelir. Hiçbir görüş ayrılığı
olmaksızın, böylelerinin hali kınanmıştır. Bununla birlikte bu durum,
zaman zaman gerçekleşir ve kişi ‘her Hakk sahibine hakkını veriyor’ olabilir. Nitekim Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellem ‘Benim bir vaktim vardır ki, onda Rabbimden başkası benimle olamaz’
buyurur. Hali böyle olan insan, adil imamdır. Uzunluk ve kısalık,
insanın iki âlemden birisindeki bakışının süresine işaret eder. Bu süre
uzarsa uzunluk, kısalırsa kısalık diye ifade edilir. Sürenin, ihtiyaç
ölçüsünde olması gerekir. Etin yaşlığının katılık ve incelik arasında
dengeli olması ise, tıpkı etin kemik ve deri arasında bir berzah olması
gibi, insanın mana ve duyu arasındaki berzahlarda itidal üzere
bulunmasıdır. Saçın dengeli olması ise, insanın kabz ve bast halleri
arasında bulunuşudur.
Yüzün genişliği, rahatlığa ve sevince işaret eder. İnsanın görüyor olması, işleri inceleyişindeki doğruluk demektir.
Gözün siyahlık ve koyuluğa çalması, bilinmeyen işlere bakması, gizli şeyleri ortaya çıkartması demektir. Gözlerdeki patlaklık, şehadet âleminde bilimleri istinbata yönelmesi demektir ki söz konusu kimseler yorum sahipleridir.
Baş
kemiğinin dengeli olması, aklın çokluğu demektir. Omuzların genişliği,
bir eser olmaksızın, gaybet halinde eziyete tahammül demektir.
Boynun istiva halinde olması, kendilerine yönelmeksizin eşyayı öğrenmek demektir.
Boyundaki fazla uzunluk, tecessüs etmek gibi, gereksiz işlerle ilgilenmek demektir.
Aşırı kısalık, öğrenilmesi gerekli işlerde ihmalkârlıktır.
Göğsün
üst kısmının dengeli olması, dinleyene yarar sağlayan ölçüye göre,
anlatım yeteneği demektir. Baldır ve belde etin azlığı, kendisini iki
uçtan birisine yönlendirmesi için insanın bel bağladığı ve önemsediği
işlere bakması demektir. (İki uçtan birisine varmadan) Arada kalırsa,
genellikle aldanır.
Sesin
kısalığı, açıklanacak yerde sırrı gizlemektir. Sesin duruluğu, sırra
bir şey katmamaktır. Parmakların uzunluğu, nazikçe almak demektir. Avuç
genişliği, kendisine bağlanmadan dünyayı atmak demektir.
Az konuşmak ve gülmek, insanın hikmet yerlerini gözetmesi demektir. Böylece
ihtiyaç ölçüsünde konuşur ve güler. Doğasının iki acıya meyletmesi,
safrada (sarı su) ulvîliğe yönelişin sevdada (siyah) ise süflî âleme
yönelişin kendisine hakim olmasıdır. Süflî âleme yönelmenin nedeni,
orada bulunan ve doğanın birçok akıldan perdelediği ‘göz aydınlığına yol açacak’ değerleri
ortaya çıkartma talebidir. Akılların (bu değerlerden) perdelenmesi,
zihinlerde doğanın kınanmışlığıyla ilgili bulunan inançtır.
Bakışında sevinç ve neşe bulunması, sevgiyle başkalarının gönlünü çelebilmek demektir.
Mal tamahkârlığının azlığı, faydasız şeylere yönelmekten yüz çevirmektir.
Mutedil
insanın tahakküm ve başkanlığı istemeyişi, -kendisiyle değilkulluğunu
kemaline ulaştıracak işlerle ilgilenmesidir. Aceleci ya da yavaş
olmayışı, kudreti var iken ve aciz değilken cezalandırmaydı demektir.
Hikemî
(aklî) feraset sahiplerine baktığımızda da, onların bu konuda iki uca
ve aracıya başvurduklarını gördük. Onlar, işleri -kast ettiğim
ahlâktır-övülen ve kınanan diye ikiye ayırmışlardır.
Söz
konusu insanlar bütün iyiliği ortaya verirken sapmayı iki uca ait
saymışlardır. Onlar, aşırı beyazlık ve aşırı mavilik hakkında kınayıcı
sözler söylemiş ve onun övgüye değer olmadığını belirtmişlerdir. Aynı şey aşırı siyahlık ve burun inceliği için de geçerlidir. Bütün
bunları kötü bulmuşlardır. Bunların arasında dengeli olan ise, her iki
uçtan birisine sapmadan ve sınırın dışına çıkmadan, söylediğimiz şekilde
övülmüş olandır. Onların zikrettiğimiz hususlarla sınırlı kaldıklarını
gördüğümüzde, beşeri âlemde güzellik ve çirkinliğin nerede ortaya
çıktığını inceledik, şu sonuca vardık: Allah Teâlâ katında üstünlüğü
sağlayan bir güzellik ya da uzak durmayla iyiliğin meydana geldiği
herhangi bir kötülük, ancak şeriatın güzel bulması ya da çirkin
görmesiyle belirlenebilir. Bir fiil hakkında övgü ve yerginin
sadece şeriat tarafından belirlendiğini gördüğümüzde, iki ucu ortanın
-ki itidal yeri demektir-hükmüne ayları olarak ortaya koymak üzere, iki
ucu ve ortayı nasıl bir araya getireceğimizi düşündük.
İnsan, şeriata göre üç kişiden biridir:
Ya,
katıksız bir bâtınîdir. Bu kişi bize göre hal ve fiil bakımından
tevhidi soyutlamayı kabul eden kişidir. Bu durum, bâtınîde olduğu gibi,
şeriat hükümlerini işlevsizleştirmeye ve Şâri’nin amacından sapmaya yol
açar. Herhangi bir dini ilke-nin yıkılmasına yol açan her davranış,
bütün müminlere göre, kesin bir dille kınanmıştır.
İkinci
şık olarak, insan kendini büsbütün bırakmış katıksız bir zâhirî
olabilir. Bu tavır onu (Tanrı’yı) cisimleştirmeye ve (yaratıklara)
teşbihe sevk eder. Böyle bir insan, tıpkı bâtınî gibi, din tarafından
kınanır.
Üçüncü
olarak insan, dildeki anlayışa göre, şeriatla paralel yürür. Öyle ki
Şâri’nin yürüdüğü yerde yürür, durduğu yerde durur, ayak be ayale O’nu
takip eder. İşte bu, orta haldir. Allah Teâlâ’nın onu sevmesi de bu
sayede gerçekleşir. Allah Teâlâ peygamberine şöyle (müminlere) demesini
emretti: ‘Bana uyun ki, Allah Teâlâ sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlası n.’
O
halde Şari’ye uymak ve izini takip etmek, Allah Teâlâ’nın kullarını
sevmesini sağladığı gibi daimi muduluk da böyle gerçekleşir. İşte bu iki
suretin (ilahı ve beşerî suret) karşılıklı olmasının tarzıdır.
Biri şöyle diyebilir: ‘Bu,
özet bir anlatımdır. Ayrıntısını nereden öğreneceğiz? Çünkü biz sakin
bir adamın namazları kıldığını ve cemaate katıldığını görürüz. Bununla
birlikte o, katıksız bir münafık olabilir.’
Şöyle deriz:
Durağanlık, namazlara katılmak vb., şehadet âleminde görülen şeylerdir.
Onun kalbinde bunları inkârı ise gayb âlemindendir. Daha önce
söylediğimiz ve bilahare -Allah Teâlâ izin verirse-tamamlayacağımız
üzere, bizim adımıza iman kaynaklı feraset gerçekleştiğinde, içimizden
onun kâfir olduğu yargısını veririz. Fakat onun malını ve kanını dini
bir yükümlülük olarak koruruz. Bunun nedeni, onun kelime-i tevhidi
söylemesidir. Bu nedenle ona böyle davranırız. Bizim yükümlü olduğumuz
davranış budur.
Allah
Teâlâ seni başarıya erdirsin, bilmelisin ki: Ulvî âlem, bütün olarak
duyu ve şehadet âlemini hareket ettiren ve onu etkisi altına alan
âlemdir. Bu, Allah Teâlâ’nın hikmetinin bir gereğidir, yoksa
kendiliğiyle bunu Hakk etmiş değildir. Öyleyse şehadet âleminde ortaya
çıkan herhangi bir hareket ya da durağanlık ya da içmek ya da yemek veya
susmak gibi bir davranışın kaynağı gayb âlemidir. Bunun nedeni, canlı
ancak bir kasıt ve iradeyle hareket edebilir. Bunlar ise kalbin
amelidir. Başka bir ifadeyle irade, gayb âleminden kaynaklanır. Hareket
vb. şeyler ise, şehadet âlemindendir. Şehadet âlemi, adeten, duyuyla
algıladığımız, gayb âlemi ise dinî haberler veya teorik düşünceyle
algıladığımız ve duyuda gözükmeyen şeylerdir.
Gayb âlemi, (kalp gözü anlamındaki) basiret gözüyle algılanabildiği gibi şehadet âlemi de baş gözüyle idrak edilir. Baş
gözü, karanlık ve benzeri engeller ortadan kalkmadıkça şehadet âlemini
idrak edemez. Engeller ortadan kalkıp ışıklar duyulurlar üzerine
yayıldığında ve göz ışığıyla eşyayı ortaya çıkartan ışık bir araya
geldiğinde, insan gözüyle görülenleri algılar. Aynı şey, basiret gözü
için de geçerlidir. Onun perdesi, kirler, arzular, doğal-kesif âlemden
(Allah Teâlâ’dan) başkalarını düşünmektir. Bütün bunlar, basiret gözüyle
melekût âlemini -ki kastedilen gayb âlemidir-idrak arasına perdeye
dönüşür. İnsan kalp aynasına yönelip onu zikir, Kur’an-ı Kerim okumak
gibi davranışlarla parlatırsa, buradan bir nur meydana gelir. Allah Teâlâ’nın da bütün varlıklara yayılan ve ‘varlık nuru’ diye isimlendirilen bir nuru vardır. Bu
iki nur bir araya geldiğinde insan, bulundukları hal üzere ve varlıkta
gerçekleştikleri şekliyle, bilinmeyenleri keşf eder. Şu var ki bunların
arasında mana bakımından bir incelik vardır. Şöyle ki: Duyuyu duvar,
aşırı uzaklık ya da aşırı yakınlık perdeleyebilirken basiret gözü böyle
değildir. Onu sadece zikrettiğimiz kirler ve kilitler vb.
perdeleyebilir. Bununla birlikte burada şimdi zikredeceğim ince bir
perde daha vardır.
Şöyle ki:
Cömertlik mertebesinden gayb âlemine yayılan nur, varlık
mertebelerindeki her şeyi kuşatmayabilir ve bu keşf sahibi adına söz
konusu nurdan eşyaya Allah Teâlâ’nın dilediği ölçüde bir nur yayılır.
İşte bu, ‘vahiy makamı’ demektir. Bu konudaki kanıtımız, onu bizzat
tecrübe etmemizdir. Başkası hakkında kanıtımız ise ‘De ki, Rabbimin bana ve size ne yapacağım bilmem, bana vahyedilene uyarım’ ayetidir. Bununla birlikte Hz. Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem’in (basireti) son derece duru idi. Başka bir ayette ise ‘Ya da perde ardından’
denilir. Herhangi bir şahsın zâhirinde bunlardan birinin gerçekleşmesi,
‘feraset1 diye isimlendirilir. Bu yönüyle feraset, mükaşefe
derecelerinin en üstünüdür. Allah Teâlâ’nın kitabından onun yeri ise ‘Bunda mütevessim için ayet vardır’ ifadesidir. Ayetteki
‘mütevessim’, daha önce de belirttiğimiz gibi alamet anlamındaki
‘simme’ kelimesinden türetilmiştir ve o -hikemî ferasetin zıddına-hiç
bir zaman yanılmaz.
Ferasette başka bir keşf daha vardır.
Allah Teâlâ âlemde ‘simalar (alametler) mertebesini’ de yaratmıştır.
Ademoğlunun suret ve halleri, ayrılıncaya kadar kendi dönemlerinde
oradadır. Bunlar, Kalem ve Levha’nın dışındaki bütün ulvî ve süflî
yaratıklardan gizlenmiştir. Allah Teâlâ bir kulunu seçip bu makama
tahsis etmek isteyince, onun kalbini temizler, açar ve bilhassa
imanından aydınlatıcı bir kandili kalbine yerleştirir. Bu kandili ise,
ilahi isimlerden el-Mümin ve el-Müheymin isimleri aydınlatır. Elinde de
bu mertebe vardır. Ulûhiyet mertebesinden olan bu kandili, el-Mümin ismi
alır. Kalp bu ilahi ışık vasıtasıyla aydınlandığında ışık, basiret
gözünün ışığıyla birlikte, kalbin köşelerine yayılır. Artık kalp,
(görmenin şartı olan) bu ışıldar kendisinde bulunduğu için, keşf ve
mücahede yoluyla idrak edilenleri idrak edebilir. Kalp söylediğimiz Hakk
ulaşınca, kalbin alanlarından birinde zikrettiğimiz bu mertebe
yerleştirilir. Kalp âlemin hareket ve sırlarını buradan öğrenir.
Yüz üçüncü Kısım; c.VII, Sh:369-384
Kaynaklar:
Muhyiddin İbn Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye
Futûhât-ı Mekkiyye Tercümesi, hzl: Ekrem Demirli, 2011,İstanbul
archive.org/details/Fizyomomi-miSimaarchive.org/details/ilm-i-sima-yuz-okuma-sanati-
https://ismailhakkialtuntas.com/2014/01/07/pamela-meyer-bir-yalani-nasil-fark-ederiz/
https://ismailhakkialtuntas.com/2013/05/20/fizyonomi-ilm-i-sima/
.
Allah’ın (c.c) bir ayeti olan dil[2]
aracılığıyla insanlar nasıl anlaşıyorsa, kavram dili de inanç
çerçevesinde bir anlaşma vasıtasıdır. Kur’an-ı Kerim ve sünnetteki
binlerce kavram, müminlere zengin bir zihin dili kazandırmıştır. Bu
kavramların bir kısmı Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce defa kullanılmak
suretiyle ‘odak kavram’ niteliğini kazanmıştır. Fakat
her kavramın ilgili olduğu mutlak varlık Allah’(c.c)tır. Müminim diyen
hiçbir kimse ne hayata ne de kavramlara Allah’tan ayrı ve Allah’a
rağmen bir anlam veremez.
Kur’an-ı Kerim’de çokça kullanılan kelimelerden birisi de ‘basar’ kelimesidir. Yüce Allah, basar kelimesini türevleriyle beraber değişik şekillerde kelamında anlamlandırırken, bu kelimeden türeyen ve kavramsal bir anlam yüklenen ‘basiret’ ise Kur’an-ı Kerim’de daha az geçmektedir.
Basar, görme kuvveti ve duyusu, görme melekesidir ki[3] ışıklar, renkler ve şekiller onunla algılanır.[4] Basar kelimesinin değişik kullanış biçimleri sözlüklerde, bilme, görme, teemmül (derin düşünme), tearruf, tarif, izah, aydınlatma, delil getirme ve hüccet manalarında kullanılmıştır.[5] Aynı kelime, el-Basar olarak Allah(c.c)’ın subuti sıfatlarından biri olarak bilindiği gibi; el-Basîr şeklindeki kullanılışı ise Esmayıhüsnadan birisidir. Basar ve Basîr, Yüce Allah için gerek sıfat gerekse isim olarak kullanılsın, O’nun her şeyi tüm ayrıntılarıyla görüp bildiğini ve O’nun görme ve bilme alanının her şeyi kapsadığını ifade eder. Fakat, tek başına ‘basar’ denildiğinde baş gözüyle bakma ve eşyanın dış yüzünü görme anlaşılır.
‘Kalp gözü’ anlamına gelen basiretin varlığı imana bağlıdır. İmanı olmayanın basireti de yoktur. Şu ayeti kerime inkârcıların basiretinin olmadığının en önemli delilidir: “And olsun ki cehennem için birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama göremezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar.” [6] Allah’ın yaratmış olduğu eserlerin sırrını müşahede eden; basiret gözüyle ‘lâ ilahe illallah’ın sırlarını da idrak eder.[7] İmanın varlığına bağlı bir kavram olan basiret; görme, idrak etme, bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma, keskin anlayış, sezgi, hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yanlıştan ayırma, hüccet, apaçık delil, şahit, dini ve akli delil anlamlarına gelir.[8] Gerçekleri görmeye vesile olduğu için, ayetlere de basiretin çoğulu olan ‘besair’ adı verilir.
Terim olarak ise basiret; ilahi sıfatlardan olan Basar’ın kullardaki tecellisidir.[9] Kudsiyet nuru ile nurlanmış bir kalbin kudreti olan basiret sayesinde kişi, eşyanın hakikatini ve iç yüzünü kavrar.[10] Müfessir Bagavi(ö.516/1122) ise basireti, hak ile batılın kendisi vasıtasıyla birbirinden ayırt edildiği marifet[11]; kalbin idraki olarak tanımlamıştır. Buna bağlı olarak bazı tasavvuf âlimleri basiretin de Allah(c.c) tarafından indirildiğini savunmuşlar ve ‘bu indirilen nimetten rızıklanıp gereği gibi yararlanan müminlere ne mutlu’ demişlerdir.[12] Basiretin semadan indirildiğini kabul edersek, Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği her şeyle beraber; peygamberlerin getirmiş olduğu hakikatlerin hepsini basiretin içerdiğinin bilinmesi gerekir.[13] Bazı ârifler basireti, ‘Allah’tan insana verilen en yüce nur’ diye tanımlamışlardır. Bu nurun Allah’tan başkasına birazcık da olsa meyleden insanlarda tecelli etmeyeceğini de haber vermişlerdir.[14] Çünkü, Allah(c.c)’tan başkasına duyulan en küçük meylin insanı cehennemlik eden bir suç olduğu bildirilmiştir.[15]
Basiretin, şahitlik ve murakabe anlamları da vardır. “O gün insana önceden yaptığı da, yapmayıp geriye bıraktığı (yapabilecekken yapmadığı) her şey haber verilecektir. Doğrusu insan kendisine şahit(basiret)tir.”[16] ayetindeki basiret bu manadadır.[17] Kişi, eliyle, gözüyle, kulağı ve diğer azalarıyla yapmış olduğu amellere şahittir ve kendisini murakabe eder.[18] Sözlük anlamlarını da göz önünde bulundurarak yeni bir mana verirsek basiret; bir müminin Allah(c.c)’ın ayetleri, Hz. Peygamberin sünneti, sahabilerin örnekliği, dini ve akli deliller ışığında kendisini, insanları, dünyayı ve ahireti gereği gibi tanıması, hayatının her alanında yalnızca Allah(c.c)’ın rızasını gözeterek amel edip kalbini, zihnini, elini, gözünü ve tüm organlarını kontrol altında tutup hayata Allah’ın nuruyla bakmasıdır. Bir an bile haktan sapmadan Allah’ın dini üzerine sebat etmesidir.[19]
Kur’an-ı Kerim’de ve sünnette kullanılan bazı kavramlar daha vardır ki bunların da anlamları basiret kavramına yakındır. Bunlara basiret kavramının anlam alanına giren kavramlar da denir. Bu kavramlar şunlardır:
1. FİRASET: Kelime anlamı olarak sezme, hissetme, ince görüş, yüz ve elin dış görünümlerinden insanların kişilikleri ile ilgili bilgiler çıkarma ve tahmin demektir. Kavramsal olarak ise (Allah’ın dilediği kadarıyla) gaybı bilme ve eşyanın iç yüzü ile ilgili kesin bilgiye ulaşmadır.[20] Böyle bir lütufa ulaşmanın yolu, Allah’ın ve Resulünün koyduğu şerî sınırlara ihlasla uymaktır. Sufi, gözünü haramlardan, nefsini şehvetlerden korur, murakabenin devamlılığıyla iç alemini, sünnete tabi olmakla dış alemini tamir eder, helal yemeyi de adet edinirse firaseti yanlış olmaz. Zira firaset, kalbin üzerine düşen bir manadır. Kendisine ters düşen her manayı yok eder. Kalbe hakimdir. Firasetin karşısında nefsin ihtimallerine yer yoktur. Firasetin kuvvetliliği ve zayıflığı imanın kuvvetine bağlıdır. İmanı kuvvetli olanın firaseti daha keskindir. Firaset nuruyla bakan hakkın nuruyla bakar. İlmini haktan alır. Unutkanlık ve gaflet olmaz.[21] İmanı yakîn derecesinde olan müminlerin firasetini Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır: “Müminin firasetinden sakınınız. Çünkü o baktığı zaman Allah’ın nuru ile bakar.”[22] Bazı rivayetlerde ise “…Alimlerin firasetinden sakınınız.” ifadesi vardır. Çünkü âlimler, Allah’ın nuru ile bakarlar. Bu nuru Yüce Allah, onların kalplerine ve gönüllerine bırakmıştır.[23] Bu rivayetten anlaşıldığına göre firaset biraz vehbidir. Basiretle firaset arasındaki fark da buradadır. Basirette kesbi yön; kulun azim ve gayreti ağırlıklı iken firasette ise vehbî yön ağırlıktadır. Firasetle ilgili bir taksimat yapan âlimlerin görüşleri de buna delalet eder. Tasavvuf âlimleri firaseti ikiye ayırırlar: a. Tabiî firaset: Bazı karinelerle bazı hususları bilme. Bu umumi firasettir. İpuçlarından ve delillerden hareketle bazı olaylar, kişiler hakkında tahminde bulunma. b. İlahi lütuf olan firaset: Allah’ın kalplere verdiği ilhamla bir şeyi bilme. Gerçek firaset budur. Mümine bağışlanan bir nur olan böyle bir firaseti elde etmenin yolu, yakini bir iman ve salih ameldir. Bu nur ne amelsiz ilimle, ne de marifetten yoksun amelle elde edilir.[24]
2. FURKAN: ‘İki şeyi birbirinden ayıran’ anlamına gelen furkan[25]; Kur’an-ı Kerim’in de isimlerinden biridir.[26] Kur’an-ı Kerime, furkan denilmesinin sebebi, hak ile batılın, imanla küfrün, fısk ile itaatin, zulüm ile adaletin onun aracılığıyla gayet net olarak birbirinden ayırt edilebilmesinden dolayıdır. Buna göre furkan; hak ile batılın arasını ayıran ayrıntılı ilimdir.[27] Furkanın da vehbi bir yönünün olduğunu söyleyen Ragıb el-Isfahani (ö.h: 425) kavramı şöyle tanımlamıştır: ‘Kalbe Allah’ın verdiği bir nur ve tevfiktir ki onunla hak ile batıl birbirinden ayırt edilir.[28] Nitekim bu durumun vehbi oluşuna şu ayet de işaret eder: “Ey iman edenler! Allah’ın emirlerini yerine getirir yasaklarından da kaçınarak onun koruması altına girerseniz o size furkanı (iyilikle kötülüğü ayırt edecek nuru) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.”[29] Furkanın verilmesini her ne kadar vehbi olarak ifade etsek de, ayetin zahirinden de anlaşılacağı üzere kesbi bir yönü; Allah’ın lütfuna layık olmak için gayret etme yönü de vardır. Yüce Allah’ın kullarına furkanı vermesi, onların Allah’a ve Resulüne samimiyetle iman etmelerine, takva sahibi olmalarına ve buna bağlı olarak; farzları yerine getirmelerine, isyanın her türlüsünden kaçınmalarına, Allah’a ve Resulüne ihanet etmemelerine ve kendilerine verilen her türlü emaneti gözetmelerine bağlıdır.[30] Ayette, yerine getirilmesi gereken şartlara riayet edildiğinde, Allah Teala’nın dünyada ve ahirette kullarına yardımda bulunacağına ve onları her türlü azaptan kurtaracağına müjdeler de vardır.[31]
3. MURAKABE: Denetleme, gözetleme ve dikkati bir noktaya toplama, koruma ve kontrol etme anlamlarına gelen murakabenin Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce dayanağı vardır. Ayet sonlarında sıkça rastlanan, Allah’ın basir (görmesi), semi (işitmesi), alîm (bilmesi), rakîb (denetleyip kontrol etmesi) ve hafiz (muhafaza etmesi) olması murakabe ile ilgili herkesin rahatlıkla görebildiği önemli hatırlatmalardır. “…Biz insana şah damarından daha yakınız.”[32], “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”[33], “…Allah içinizden geçenleri bile (tüm ayrıntılarıyla) bilir.”[34], “Sözünüzü ister açıklayın ister gizleyin Allah, sinelerin özünü bilir.”[35], “(Sizinle beraber) değerli yazıcı melekler vardır; yaptıklarınızı bilirler.”[36] gibi birçok ayet, insanın sürekli ilahi denetim altında olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden yola çıkılarak murakabe şöyle tanımlanmıştır. Kulun bütün hâl ve hareketlerine Allah’ın vâkıf olduğunu bilmesi ve bu bilinç hâlini (zihninde) devamlı canlı tutmasıdır.[37] Müminin, murakabeyi bir hâl olmaktan çıkarıp bir makam hâline getirmesi gerekir. Bu sayede gönlüne basiret nuru doğar ve Allah’ın ilhamına mahzar olarak hakla batılı birbirinden ayırır.
4. TEVESSÜM: Firasetle eş anlamlı olarak kullanılan bu kavram, kelime olarak, yakından gözetleme, dikkatle inceleme, bakma ve seyretme[38] anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de ‘mütevessim’ kalıbıyla kullanılır. Mütevessim, bir şeyin harici özelliklerinden yola çıkarak o şeyin hakikatini, özünü, iç yüzünü anlamak için gereken dikkat ve duyarlılığı gösteren kimsedir.[39] Mütevessim olan mümin; hayata vahyin penceresinden bakar, hiçbir hadiseye boşu boşuna bakmaz; tarihi, tarihi olayları ibretle değerlendirir; milletlerin helakından, evrende cereyan eden sünnetullahtan anlamlar çıkarır ve bu anlamlar ışığında davranışlarına yön verir.[40]
Açıklamaya çalıştığımız bu kavramlarla basiret kavramı arasında bir ilginin olduğunu belirttik. Basiret aynı zamanda, Hz. Peygamberin takip etmiş olduğu ahlaki bir davranıştır. Onun davet metodudur. Yusuf Suresinde, Hz. Yusuf kıssası anlatıldıktan sonra bu kıssadan Kureyşlilerin ibret alması istenmiştir. Onlara, Allah, Hz. Yusuf’u nasıl kardeşlerinin zulmünden kurtardı ve iktidar verdiyse, Hz. Muhammedi de sizin zulmünüzden kurtarıp ona da devlet/sultan verecektir[41] mesajı verilmiştir. ‘Sultan’a/iktidara talip olan müminlerin, Allah yoluna insanları Hz. Peygamberin metoduyla davet etmesi gerekir. O, bu yolu şöyle açıklamıştır: “De ki: İnsanları çağırdığım dosdoğru Allah yolu budur. Ben bu yola, benimle olanlarla beraber basiretle çağırıyorum. Allah’ı tesbih ederim ve ben (hiçbir zaman) müşriklerden olmadım.”[42] Hz. Peygamberin sireti olan basiret; inanç ve ibadette ihlaslı olma, yalnızca Allah’a itaat edip günahları terk etme, davet edilen konuları kesin bir ilimle bilme ve topluma Kur’an-ı Kerim ile öğüt verip onları her türlü kötülükten uzaklaştırmaktır.”[43]
Müminler, herhangi bir sebeple nurani bakış açılarını kaybedecek olurlarsa hemen “istiğfar” okumalıdırlar. Çünkü insan, istiğfarla ilahî tecelliyi yeniden kazanmaya layık olur. Allahuteala Kur’an-ı Kerim’de, insanın basiretini yok eden davranışları haber vermiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
Bütün bu güzel ameller, insanın basiret nurunun artmasına vesiledir ve mümin bu nur sayesinde hayata Allah’ın nuruyla bakmaya başlar.
[1] 62 Cuma 2.
[2] 30 Rum 22.
[3] Muhammed b. Ebubekir b. Abdulkadir er-Razi, Muhtaru’s-Sıhah, trsz, s. 46; İbn Manzur, Lisanu’l-Arap, I, 290; Zemahşeri, Keşşaf, II, 52.
[4] Cürcani, Seyyid Şerif, Tarifat, 46.
[5] Lisanu’l-Arap, I, 290-291; Muhtaru’s-Sıhah, s. 46.
[6] 7 Araf 179.
[7] Bursevi, İsmail Hakkı, Sohbetü’s-Salikin, ter: Mustafa Uslu, İ.H.Burs. Yay, No: 1, Bursa, s.17.
[8] İbn Manzur, a.g.e, 291; Zemahşeri, a.g.e, II, 52; Suyuti, Celaleyn, 203; Havva, Said, el-Esas, X, 6266, İbn Kesir, Tefsir, II, 477; Uludağ, Süleyman, T.D.İ.Vakfı Ansiklopedisi (ilgili madde), V, 103.
[9] Uludağ, T.D.İ.Vakfı Ansiklopedisi, V, 103.
[10] Cürcani, a.g.e, s. 46; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 139; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 86.
[11] Bagavi, Meâlimu’t-Tenzil, s. 467; Hazin, Tefsir, (Mecmau’t-Tefasir’de), II, 461.
[12] Sülemi, Hakaiku’t-Tefsir, I, 211.
[13] İbn Kesir, a.g.e, II, 154.
[14] Alusi, Ruhu’l-Meani, V, 78.
[15] 11 Hud 113.
[16] 74 Kıyame 13-14.
[17] Zemahşeri, a.g.e, IV, 648; İbn Manzur, a.g.e, s. 292.
[18] Bagavi, a.g.e, s. 990.
[19] İbn Manzur, a.g.e, s. 292.
[20] Cürcani, a.g.e, s.116.
[21] Kuşeyri, Risale, s.279-281.
[22] Acluni, Keşfu’l-Hafa, I, 42; Taberi, Camiu’l-Beyan, VII, 528; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, X, 271.
[23] Acluni, a.g.e, I, 42.
[24] Taberi, a.g.e, VI, 225.
[25] Uludağ, Süleyman, Sözlük, s. 194.
[26] Bk. 2 Bakara 185, 23 Furkan 1.
[27] Cürcani, a.g.e, 116; Zemahşeri, a.g.e, II, 208; İbn Kesir, a.g.e, II, 289.
[28] Isfahani, Müfredat, s.633-634.
[29] 8 Enfal 29.
[30] Taberi, a.g.e, VI, 222-223.
[31] Ferra, Meani’l-Kur’an, I, 408; İbn Kesir, a.g.e, II, 289.
[32] 50 Kaf 16.
[33] 57 Hadid 4.
[34] 57 Hadid 6.
[35] 67 Mülk 13.
[36] 82 İnfitar 12-13.
[37] Cürcani, a.g.e, s. 210.
[38] Bagavi, a.g.e, 496; Taberi, a.g.e, VII, 528; Isfahani, a.g.e, 871.
[39] Zemahşeri, a.g.e, II, 563; Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, II, 564.
[40] Ayrıca bkz: Taberi, a.g.e, VII, s. 527-529.
[41] 17 İsra 80.
[42] 12 Yusuf 108.
[43] Taberi, a.g.e, VII, 314.
[44] 2 Bakara 170.
[45] 9 Tevbe 31.
[46] 6 Enam 25.
[47] Ebu Davud, Edeb, Had No: 5130 V, 347.
[48] Ebu Davud, 9 Cihad, Had No: 2787, III, 224.
[49] Ahmed, Müsned, III, 99.
[50] 6 Enam 68. Ayrıca bkz. 4 Nisa 140.
[51] 83 Mutaffifin 13-14.
[52] 7 Araf 179.
[53] 20 Taha 124.
[54] 2 Bakara 204.
[55] 15 Hicr 99.
[56] 98 Beyine 5.
Kur’an-ı Kerim’de çokça kullanılan kelimelerden birisi de ‘basar’ kelimesidir. Yüce Allah, basar kelimesini türevleriyle beraber değişik şekillerde kelamında anlamlandırırken, bu kelimeden türeyen ve kavramsal bir anlam yüklenen ‘basiret’ ise Kur’an-ı Kerim’de daha az geçmektedir.
Basar, görme kuvveti ve duyusu, görme melekesidir ki[3] ışıklar, renkler ve şekiller onunla algılanır.[4] Basar kelimesinin değişik kullanış biçimleri sözlüklerde, bilme, görme, teemmül (derin düşünme), tearruf, tarif, izah, aydınlatma, delil getirme ve hüccet manalarında kullanılmıştır.[5] Aynı kelime, el-Basar olarak Allah(c.c)’ın subuti sıfatlarından biri olarak bilindiği gibi; el-Basîr şeklindeki kullanılışı ise Esmayıhüsnadan birisidir. Basar ve Basîr, Yüce Allah için gerek sıfat gerekse isim olarak kullanılsın, O’nun her şeyi tüm ayrıntılarıyla görüp bildiğini ve O’nun görme ve bilme alanının her şeyi kapsadığını ifade eder. Fakat, tek başına ‘basar’ denildiğinde baş gözüyle bakma ve eşyanın dış yüzünü görme anlaşılır.
‘Kalp gözü’ anlamına gelen basiretin varlığı imana bağlıdır. İmanı olmayanın basireti de yoktur. Şu ayeti kerime inkârcıların basiretinin olmadığının en önemli delilidir: “And olsun ki cehennem için birçok cin ve insan yarattık; onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama göremezler; kulakları vardır ama işitmezler. İşte bunlar hayvanlar gibi, hatta daha da sapıktırlar.” [6] Allah’ın yaratmış olduğu eserlerin sırrını müşahede eden; basiret gözüyle ‘lâ ilahe illallah’ın sırlarını da idrak eder.[7] İmanın varlığına bağlı bir kavram olan basiret; görme, idrak etme, bir şeyin iç yüzüne vâkıf olma, keskin anlayış, sezgi, hakikati keşfetme, doğru yolu tanıma, gerçeği yanlıştan ayırma, hüccet, apaçık delil, şahit, dini ve akli delil anlamlarına gelir.[8] Gerçekleri görmeye vesile olduğu için, ayetlere de basiretin çoğulu olan ‘besair’ adı verilir.
Terim olarak ise basiret; ilahi sıfatlardan olan Basar’ın kullardaki tecellisidir.[9] Kudsiyet nuru ile nurlanmış bir kalbin kudreti olan basiret sayesinde kişi, eşyanın hakikatini ve iç yüzünü kavrar.[10] Müfessir Bagavi(ö.516/1122) ise basireti, hak ile batılın kendisi vasıtasıyla birbirinden ayırt edildiği marifet[11]; kalbin idraki olarak tanımlamıştır. Buna bağlı olarak bazı tasavvuf âlimleri basiretin de Allah(c.c) tarafından indirildiğini savunmuşlar ve ‘bu indirilen nimetten rızıklanıp gereği gibi yararlanan müminlere ne mutlu’ demişlerdir.[12] Basiretin semadan indirildiğini kabul edersek, Kur’an-ı Kerim’in ihtiva ettiği her şeyle beraber; peygamberlerin getirmiş olduğu hakikatlerin hepsini basiretin içerdiğinin bilinmesi gerekir.[13] Bazı ârifler basireti, ‘Allah’tan insana verilen en yüce nur’ diye tanımlamışlardır. Bu nurun Allah’tan başkasına birazcık da olsa meyleden insanlarda tecelli etmeyeceğini de haber vermişlerdir.[14] Çünkü, Allah(c.c)’tan başkasına duyulan en küçük meylin insanı cehennemlik eden bir suç olduğu bildirilmiştir.[15]
Basiretin, şahitlik ve murakabe anlamları da vardır. “O gün insana önceden yaptığı da, yapmayıp geriye bıraktığı (yapabilecekken yapmadığı) her şey haber verilecektir. Doğrusu insan kendisine şahit(basiret)tir.”[16] ayetindeki basiret bu manadadır.[17] Kişi, eliyle, gözüyle, kulağı ve diğer azalarıyla yapmış olduğu amellere şahittir ve kendisini murakabe eder.[18] Sözlük anlamlarını da göz önünde bulundurarak yeni bir mana verirsek basiret; bir müminin Allah(c.c)’ın ayetleri, Hz. Peygamberin sünneti, sahabilerin örnekliği, dini ve akli deliller ışığında kendisini, insanları, dünyayı ve ahireti gereği gibi tanıması, hayatının her alanında yalnızca Allah(c.c)’ın rızasını gözeterek amel edip kalbini, zihnini, elini, gözünü ve tüm organlarını kontrol altında tutup hayata Allah’ın nuruyla bakmasıdır. Bir an bile haktan sapmadan Allah’ın dini üzerine sebat etmesidir.[19]
Kur’an-ı Kerim’de ve sünnette kullanılan bazı kavramlar daha vardır ki bunların da anlamları basiret kavramına yakındır. Bunlara basiret kavramının anlam alanına giren kavramlar da denir. Bu kavramlar şunlardır:
1. FİRASET: Kelime anlamı olarak sezme, hissetme, ince görüş, yüz ve elin dış görünümlerinden insanların kişilikleri ile ilgili bilgiler çıkarma ve tahmin demektir. Kavramsal olarak ise (Allah’ın dilediği kadarıyla) gaybı bilme ve eşyanın iç yüzü ile ilgili kesin bilgiye ulaşmadır.[20] Böyle bir lütufa ulaşmanın yolu, Allah’ın ve Resulünün koyduğu şerî sınırlara ihlasla uymaktır. Sufi, gözünü haramlardan, nefsini şehvetlerden korur, murakabenin devamlılığıyla iç alemini, sünnete tabi olmakla dış alemini tamir eder, helal yemeyi de adet edinirse firaseti yanlış olmaz. Zira firaset, kalbin üzerine düşen bir manadır. Kendisine ters düşen her manayı yok eder. Kalbe hakimdir. Firasetin karşısında nefsin ihtimallerine yer yoktur. Firasetin kuvvetliliği ve zayıflığı imanın kuvvetine bağlıdır. İmanı kuvvetli olanın firaseti daha keskindir. Firaset nuruyla bakan hakkın nuruyla bakar. İlmini haktan alır. Unutkanlık ve gaflet olmaz.[21] İmanı yakîn derecesinde olan müminlerin firasetini Hz. Peygamber şöyle açıklamıştır: “Müminin firasetinden sakınınız. Çünkü o baktığı zaman Allah’ın nuru ile bakar.”[22] Bazı rivayetlerde ise “…Alimlerin firasetinden sakınınız.” ifadesi vardır. Çünkü âlimler, Allah’ın nuru ile bakarlar. Bu nuru Yüce Allah, onların kalplerine ve gönüllerine bırakmıştır.[23] Bu rivayetten anlaşıldığına göre firaset biraz vehbidir. Basiretle firaset arasındaki fark da buradadır. Basirette kesbi yön; kulun azim ve gayreti ağırlıklı iken firasette ise vehbî yön ağırlıktadır. Firasetle ilgili bir taksimat yapan âlimlerin görüşleri de buna delalet eder. Tasavvuf âlimleri firaseti ikiye ayırırlar: a. Tabiî firaset: Bazı karinelerle bazı hususları bilme. Bu umumi firasettir. İpuçlarından ve delillerden hareketle bazı olaylar, kişiler hakkında tahminde bulunma. b. İlahi lütuf olan firaset: Allah’ın kalplere verdiği ilhamla bir şeyi bilme. Gerçek firaset budur. Mümine bağışlanan bir nur olan böyle bir firaseti elde etmenin yolu, yakini bir iman ve salih ameldir. Bu nur ne amelsiz ilimle, ne de marifetten yoksun amelle elde edilir.[24]
2. FURKAN: ‘İki şeyi birbirinden ayıran’ anlamına gelen furkan[25]; Kur’an-ı Kerim’in de isimlerinden biridir.[26] Kur’an-ı Kerime, furkan denilmesinin sebebi, hak ile batılın, imanla küfrün, fısk ile itaatin, zulüm ile adaletin onun aracılığıyla gayet net olarak birbirinden ayırt edilebilmesinden dolayıdır. Buna göre furkan; hak ile batılın arasını ayıran ayrıntılı ilimdir.[27] Furkanın da vehbi bir yönünün olduğunu söyleyen Ragıb el-Isfahani (ö.h: 425) kavramı şöyle tanımlamıştır: ‘Kalbe Allah’ın verdiği bir nur ve tevfiktir ki onunla hak ile batıl birbirinden ayırt edilir.[28] Nitekim bu durumun vehbi oluşuna şu ayet de işaret eder: “Ey iman edenler! Allah’ın emirlerini yerine getirir yasaklarından da kaçınarak onun koruması altına girerseniz o size furkanı (iyilikle kötülüğü ayırt edecek nuru) verir, kötülüklerinizi örter ve sizi affeder. Allah büyük lütuf sahibidir.”[29] Furkanın verilmesini her ne kadar vehbi olarak ifade etsek de, ayetin zahirinden de anlaşılacağı üzere kesbi bir yönü; Allah’ın lütfuna layık olmak için gayret etme yönü de vardır. Yüce Allah’ın kullarına furkanı vermesi, onların Allah’a ve Resulüne samimiyetle iman etmelerine, takva sahibi olmalarına ve buna bağlı olarak; farzları yerine getirmelerine, isyanın her türlüsünden kaçınmalarına, Allah’a ve Resulüne ihanet etmemelerine ve kendilerine verilen her türlü emaneti gözetmelerine bağlıdır.[30] Ayette, yerine getirilmesi gereken şartlara riayet edildiğinde, Allah Teala’nın dünyada ve ahirette kullarına yardımda bulunacağına ve onları her türlü azaptan kurtaracağına müjdeler de vardır.[31]
3. MURAKABE: Denetleme, gözetleme ve dikkati bir noktaya toplama, koruma ve kontrol etme anlamlarına gelen murakabenin Kur’an-ı Kerim’de yüzlerce dayanağı vardır. Ayet sonlarında sıkça rastlanan, Allah’ın basir (görmesi), semi (işitmesi), alîm (bilmesi), rakîb (denetleyip kontrol etmesi) ve hafiz (muhafaza etmesi) olması murakabe ile ilgili herkesin rahatlıkla görebildiği önemli hatırlatmalardır. “…Biz insana şah damarından daha yakınız.”[32], “Nerede olursanız olun Allah sizinle beraberdir.”[33], “…Allah içinizden geçenleri bile (tüm ayrıntılarıyla) bilir.”[34], “Sözünüzü ister açıklayın ister gizleyin Allah, sinelerin özünü bilir.”[35], “(Sizinle beraber) değerli yazıcı melekler vardır; yaptıklarınızı bilirler.”[36] gibi birçok ayet, insanın sürekli ilahi denetim altında olduğunu bildirmektedir. Bu ayetlerden yola çıkılarak murakabe şöyle tanımlanmıştır. Kulun bütün hâl ve hareketlerine Allah’ın vâkıf olduğunu bilmesi ve bu bilinç hâlini (zihninde) devamlı canlı tutmasıdır.[37] Müminin, murakabeyi bir hâl olmaktan çıkarıp bir makam hâline getirmesi gerekir. Bu sayede gönlüne basiret nuru doğar ve Allah’ın ilhamına mahzar olarak hakla batılı birbirinden ayırır.
4. TEVESSÜM: Firasetle eş anlamlı olarak kullanılan bu kavram, kelime olarak, yakından gözetleme, dikkatle inceleme, bakma ve seyretme[38] anlamlarına gelir. Kur’an-ı Kerim’de ‘mütevessim’ kalıbıyla kullanılır. Mütevessim, bir şeyin harici özelliklerinden yola çıkarak o şeyin hakikatini, özünü, iç yüzünü anlamak için gereken dikkat ve duyarlılığı gösteren kimsedir.[39] Mütevessim olan mümin; hayata vahyin penceresinden bakar, hiçbir hadiseye boşu boşuna bakmaz; tarihi, tarihi olayları ibretle değerlendirir; milletlerin helakından, evrende cereyan eden sünnetullahtan anlamlar çıkarır ve bu anlamlar ışığında davranışlarına yön verir.[40]
Açıklamaya çalıştığımız bu kavramlarla basiret kavramı arasında bir ilginin olduğunu belirttik. Basiret aynı zamanda, Hz. Peygamberin takip etmiş olduğu ahlaki bir davranıştır. Onun davet metodudur. Yusuf Suresinde, Hz. Yusuf kıssası anlatıldıktan sonra bu kıssadan Kureyşlilerin ibret alması istenmiştir. Onlara, Allah, Hz. Yusuf’u nasıl kardeşlerinin zulmünden kurtardı ve iktidar verdiyse, Hz. Muhammedi de sizin zulmünüzden kurtarıp ona da devlet/sultan verecektir[41] mesajı verilmiştir. ‘Sultan’a/iktidara talip olan müminlerin, Allah yoluna insanları Hz. Peygamberin metoduyla davet etmesi gerekir. O, bu yolu şöyle açıklamıştır: “De ki: İnsanları çağırdığım dosdoğru Allah yolu budur. Ben bu yola, benimle olanlarla beraber basiretle çağırıyorum. Allah’ı tesbih ederim ve ben (hiçbir zaman) müşriklerden olmadım.”[42] Hz. Peygamberin sireti olan basiret; inanç ve ibadette ihlaslı olma, yalnızca Allah’a itaat edip günahları terk etme, davet edilen konuları kesin bir ilimle bilme ve topluma Kur’an-ı Kerim ile öğüt verip onları her türlü kötülükten uzaklaştırmaktır.”[43]
Müminler, herhangi bir sebeple nurani bakış açılarını kaybedecek olurlarsa hemen “istiğfar” okumalıdırlar. Çünkü insan, istiğfarla ilahî tecelliyi yeniden kazanmaya layık olur. Allahuteala Kur’an-ı Kerim’de, insanın basiretini yok eden davranışları haber vermiştir. Bunları şöyle sıralayabiliriz:
- Körü körüne ataları taklit etmek: Körü körüne batıl şeyleri taklit, insanın hakikati bulmasını engeller. Şu ayet bu duruma işaret etmektedir: “Onlara, ‘Allah’ın indirdiğine uyun’ denildiğinde bazıları: ‘Hayır, biz (yalnız) atalarımızdan gördüğümüz (inanç ve eylemler)e uyarız.’ diye cevap verirler. Ya ataları akıllarını hiç kullanmamış ve hidayetten nasip almamış iseler?”[44]
- Din bilginlerine kayıtsız şartsız itaat: “Onlar hahamlarını, rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih’i Allah’la beraber rableri olarak gördüler. Oysa, onlar Tek bir ilaha kulluk etmekle emrolunmuşlardı…”[45]
- Hakikate karşı inatçı tavır takınmak: Bu durum ayette şöyle tasvir edilmiştir: “Ve (hakitatin) bütün işaretlerini görselerdi yine de ona inanmazlardı; o kadar ki, onlar tartışmak için sana geldiklerinde, hakikati inkâra şartlanmış olanlar, ‘Bu, eski zamanların masallarından başka bir şey değil’ derler.”[46]
- Kontrolsüz, aşırı sevgi: Bir şeyi severken sınır koymamak basireti öldürür. Hz. Peygamber de bu durumu şu çarpıcı sözleriyle açıklamıştır: “Bir şeyi çok sevmek/ölçüsüz sevmek gözü kör kulağı sağır eder.”[47]
- Allah’ın ayetlerine karşı tavır alanlarla birliktelik oluşturmak ve onlarla ortak bir pakt kurmak: Hz. Peygamber, İslam’ı tebliğe başladığı andan itibaren müşriklere karşı ilkeli durmayı emretmiş ve: “Kim bir müşrikle beraber olur (dostluk kurar) onunla birlikte (gönül hoşluğuyla) kalırsa o da onun gibidir.”[48] buyurmuştur. Onlar batıl fikirlere sahip oldukları için “Onların ateşiyle aydınlanmayın (müşriklerle, müminlerle ait konularda istişare etmeyin.)”[49] uyarısını da yapmıştır. Müşriklerle birlikteliği yasaklayan birçok ayet de vardır. Bu ayetlerden birinde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “İmdi, mesajlarımız hakkında ileri geri konuşan kimselere rastladığın zaman, bu kimseler başka konulara geçinceye kadar onlardan uzak dur; ve eğer şeytan sana (yapman gerekeni) unutturursa, hiç değilse, hatırladıktan sonra, artık açıkça zulmeden böyle bir topluluğun içinde yer alma.”[50]
- Günahlara çokça dalmak: Çok günah işlemek de basireti öldürür. Basiret ölünce feraset kalmaz. Allahuteala bu konuya şu ayetiyle açıklık getirmektedir: “Ne zaman mesajlarımız onlara iletilse, hep ‘geçmişin masalları’ derler. Hayır, onların kalpleri, yaptıkları (kötülükler) ile pas tutmuştur.”[51]
- Akıllarını gereği gibi kullanmamak, düşünmemek ve evrendeki Allah’ın kevnî ayetlerine kayıtsız kalmak: “Gerçek şu ki; Biz, cehennem için, kalpleri olup da gerçeği kavramayan, gözleri olup da göremeyen, kulakları olup da işitemeyen cinlerden ve insanlardan birçok kişi yarattık. Onlar hayvan sürüsü gibidir; hayır hayır, hakikati kavramada onlar hayvanlardan da aşağıdırlar…”[52]
- Allah’ın zikrinden, ayetlerinden yüz çevirmek: “Kim, benim zikrimden/vahyimden yüz çevirirse, bilsin ki, onun dar bir hayat alanı olacaktır. Biz, kıyamet günü onu kör olarak haşredeceğiz.”[53]
- Manasını anlayarak, ayetler üzerinde derin derin düşünerek, Allahuteala’nın maksadını anlamaya çalışarak Kur’an-ı Kerim okumak.
- Farzlardan ayrı olarak nafile ibadetlerini çok yaparak Yüce Allah’a yakınlaşmaya çalışmak.
- Her an; dille, kalple, amelle ve hâl ile Allah’ı zikretmek.
- Allah’ın sevip razı olduğu şeyleri, kişinin kendi sevdiği şeylere tercih etmesi.
- Allah Tealayı, isimleri ve sıfatlarıyla bilip bu isim ve sıfatların anlamlarından çıkardığı nasiple ahlaklanmak.
- Yüce Allah’ın insana yaptığı zahiri ve batınî iyilik ve ihsanı her zaman müşahede edip düşünmek.
- Allah’ın huzurunda olduğunun bilinci içerisinde kalp huzuruyla beklemek.
- İlahi rahmetin iniş vaktinde Allah’a dua ederek, Kur’an okumak, kalbi kontrol ederek tövbe ve istiğfar hâlinde olmak.
- Hz. Peygamberi örnek almak ve onun hâliyle ahlaklanmaya çalışmak.
Bütün bu güzel ameller, insanın basiret nurunun artmasına vesiledir ve mümin bu nur sayesinde hayata Allah’ın nuruyla bakmaya başlar.
Dr. Mehmet Sürmeli
[1] 62 Cuma 2.
[2] 30 Rum 22.
[3] Muhammed b. Ebubekir b. Abdulkadir er-Razi, Muhtaru’s-Sıhah, trsz, s. 46; İbn Manzur, Lisanu’l-Arap, I, 290; Zemahşeri, Keşşaf, II, 52.
[4] Cürcani, Seyyid Şerif, Tarifat, 46.
[5] Lisanu’l-Arap, I, 290-291; Muhtaru’s-Sıhah, s. 46.
[6] 7 Araf 179.
[7] Bursevi, İsmail Hakkı, Sohbetü’s-Salikin, ter: Mustafa Uslu, İ.H.Burs. Yay, No: 1, Bursa, s.17.
[8] İbn Manzur, a.g.e, 291; Zemahşeri, a.g.e, II, 52; Suyuti, Celaleyn, 203; Havva, Said, el-Esas, X, 6266, İbn Kesir, Tefsir, II, 477; Uludağ, Süleyman, T.D.İ.Vakfı Ansiklopedisi (ilgili madde), V, 103.
[9] Uludağ, T.D.İ.Vakfı Ansiklopedisi, V, 103.
[10] Cürcani, a.g.e, s. 46; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 139; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 86.
[11] Bagavi, Meâlimu’t-Tenzil, s. 467; Hazin, Tefsir, (Mecmau’t-Tefasir’de), II, 461.
[12] Sülemi, Hakaiku’t-Tefsir, I, 211.
[13] İbn Kesir, a.g.e, II, 154.
[14] Alusi, Ruhu’l-Meani, V, 78.
[15] 11 Hud 113.
[16] 74 Kıyame 13-14.
[17] Zemahşeri, a.g.e, IV, 648; İbn Manzur, a.g.e, s. 292.
[18] Bagavi, a.g.e, s. 990.
[19] İbn Manzur, a.g.e, s. 292.
[20] Cürcani, a.g.e, s.116.
[21] Kuşeyri, Risale, s.279-281.
[22] Acluni, Keşfu’l-Hafa, I, 42; Taberi, Camiu’l-Beyan, VII, 528; Heysemi, Mecmau’z-Zevaid, X, 271.
[23] Acluni, a.g.e, I, 42.
[24] Taberi, a.g.e, VI, 225.
[25] Uludağ, Süleyman, Sözlük, s. 194.
[26] Bk. 2 Bakara 185, 23 Furkan 1.
[27] Cürcani, a.g.e, 116; Zemahşeri, a.g.e, II, 208; İbn Kesir, a.g.e, II, 289.
[28] Isfahani, Müfredat, s.633-634.
[29] 8 Enfal 29.
[30] Taberi, a.g.e, VI, 222-223.
[31] Ferra, Meani’l-Kur’an, I, 408; İbn Kesir, a.g.e, II, 289.
[32] 50 Kaf 16.
[33] 57 Hadid 4.
[34] 57 Hadid 6.
[35] 67 Mülk 13.
[36] 82 İnfitar 12-13.
[37] Cürcani, a.g.e, s. 210.
[38] Bagavi, a.g.e, 496; Taberi, a.g.e, VII, 528; Isfahani, a.g.e, 871.
[39] Zemahşeri, a.g.e, II, 563; Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, II, 564.
[40] Ayrıca bkz: Taberi, a.g.e, VII, s. 527-529.
[41] 17 İsra 80.
[42] 12 Yusuf 108.
[43] Taberi, a.g.e, VII, 314.
[44] 2 Bakara 170.
[45] 9 Tevbe 31.
[46] 6 Enam 25.
[47] Ebu Davud, Edeb, Had No: 5130 V, 347.
[48] Ebu Davud, 9 Cihad, Had No: 2787, III, 224.
[49] Ahmed, Müsned, III, 99.
[50] 6 Enam 68. Ayrıca bkz. 4 Nisa 140.
[51] 83 Mutaffifin 13-14.
[52] 7 Araf 179.
[53] 20 Taha 124.
[54] 2 Bakara 204.
[55] 15 Hicr 99.
[56] 98 Beyine 5.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder