“Nefh”, havayı başka bir varlığın boşluğuna göndermeye denir.71 Bahar gelip otlar yeşerdiği ve insan kilo aldığı zaman da “intefeha” kelimesi kullanı- lır.72
“Nefh” kelimesini daha iyi anlayabilmekiçin Kur’an’daki diğer kulla- nımlarını inceleyelim. Bu kelime üç ayette Hz. Âdem (AS) için kullanılırkenşu iki ayette de Hz. Meryem’e üflenen ve bu üflemenin neticesi ile Hz. İsa (AS)’ya hamile kalmasına sebep olan ruhtan bahsetmekiçin kullanılmak- tadır:
هيِمَلاعْلِل ًةَيآ اَهَىْبّاَو اهاَىْلعَجَو اَىِحوُر هِمّ اَهيِف اَىْخفَىَف اَهَجرَف تَىصْحَأ يِتَلاَو
“Irzını iffetle korumuş olan (Meryem’ide an.) Biz ona ruhumuzdan üfledik; onu ve oğlunu cümle âlem için bir ibret kıldık.”73
“(Yine Allah, inananlara) İmran kızı Meryem’i de (örnek gösterdi). Biz ona ruhumuzdan üfledik.”74
Şu iki ayettede İsa (AS)’nın çamurdan kuş yapıp, onlara üflemesi ilekuşların canlanmasına sebep olan üflemeden bahsedilmekte:
هلّلا ِنذإِب ارْيَط ُنىُكَيَف هيِف ُخفوأَف ِرْيَطّلا ةئَْيَهَك ِهيِطّلا َهِمّ مّكُ َل ُقلخْ َأيِوَأ
“Size çamurdan bir kuş sureti yapar, ona üflerim ve Allah’ın izni ile o kuş oluverir.”75
“Benim iznimle çamurdan kuş şeklinde bir şey yaratıyor, içerisine üflüyordun ve benim iznimle kuş oluyordu”76
“(Zülkarneyn) bana demir kütleleri getirin. İki dağın arasını (bu demirkütleleri ile dağlarla) aynı seviyeye getirince, “üfleyin” dedi”77
Bu ayette ise “nefh” kelimesi ateşi tutuşturmak anlamındakullanılmıştır.
يِوىُتآ َلاَق اراَو ُهَلعَج اَذِإ ًَتَح اىُخفوا َلاَق هْيَفَدصلا َهْيَبّ يَواَس اَذِإ ًَتَح ِديِدَحْلا َرَبُّز يِوىُتآ ارْطِق ِهْيَلَع غِرْفُأ
“(Zülkarneyn) bana demir kütleleri getirin. İki dağın arasını (bu demirkütleleri ile dağlarla) aynı seviyeye getirince, “üfleyin” dedi”77
Bu ayette ise “nefh” kelimesi ateşi tutuşturmak anlamındakullanılmıştır.
Şu ayetlerde ise Sur’a üflenmeden sonra insanların tekrar diriltileceklerinden bahsedilmektedir:
بعْمَج مّهُ بَىْعَمجَف ِرىُصّلايِف َخفُوَو
“Sura üflenmiştir ve hep bir araya toplanmışızdır.”78
“Sura üflendiği gün artık insanlar arasında (birbirlerinin soylarını sorma)
yoktur.”79
“Sura üflendi. İşte onlar kabirlerinden (kalkıp) Rab’lerine koşuyorlar.”80
“Sura üflendi, yerde vegökte olanlar(korku)dan (düşüp) bayıldılar. Ancak Al-
lah’ın dilediği kaldı. Sonra ona bir daha üflendi vebirden onlar kalktılar”81
Yukarıdaki ayetlerde geçen “nefh” kelimesi şu anlamlarda kullanılmıştır:
1- Cebrail (AS)’in Meryem’e üflemesi ve ondan İsa’ya hamile kalması.
2- İsa (AS)’nın çamurdan kuş yapması ve onlara üflemesi, onların da canlanması.
2- İsa (AS)’nın çamurdan kuş yapması ve onlara üflemesi, onların da canlanması.
3- Allah’ın Âdem’in çamuruna üflemesi ve ondan canlanması.
4- Zülkarneyn’in ateşteki demireüflemesi ve onun üflemesi ile demirinbir ateş parçası haline gelmesi.
5- İsrafil (AS)’in sura üflemesi ile ruhların tekrar bedenleri ile birleşerek yeniden dirilmenin gerçekleşmesi.
4- Zülkarneyn’in ateşteki demireüflemesi ve onun üflemesi ile demirinbir ateş parçası haline gelmesi.
5- İsrafil (AS)’in sura üflemesi ile ruhların tekrar bedenleri ile birleşerek yeniden dirilmenin gerçekleşmesi.
Yukarıdaki verilen manaların hepsinde ortak olan, “üfleme”den sonra bir canlanmanın meydana gelmiş olmasıdır.
“Nefh” kelimesinin anlamı ve Kur’an’da kullanılış şekillerini zikrettik- ten sonra Hz. Âdem (AS)’a üflenen ruhtan maksadın ne olduğu konusunu in- celeyelim.
Âdem (AS)’a Ruh Üflenmesinden Maksat
“Ruh üflemek”den maksat, onun yaratılışı tamamlanıp, azaları belirlenip ve bütün parçaları tamam olduktan sonra, onun içerisine ruh üflemek değil, onu canlı kılacak şeyin onda varedilerek onun hayat sahibi, nefes alıp verebilen bir varlık kılınmasından kinayedir. Ne içerisine ruh üfleyen ne de üflenen vardır. Allah hakkında, insanlardaki gibi bilfiil üflemeyi düşünmek imkân- sızdır82
“Üfleme”denmaksat, ruhun üfleme ile bir cismin içerisine girmesi de- ğil, bedende insani ruhun var edilmesi veya orada latif bir kuvvetinoluştu- rulması ile cansız olan bedenincanlanması kast edilmiştir.83 Yani bu üfleme- den sonra cansız olan beden bir ruha kavuşarak yaşamını onunla devam et- tirmeye başlamıştır.
Allah’ın onu akıllı kılması84, ruhun bedende zuhur etmesi85, Allah’ın sı- fatvefiilinin varlıkta zuhuru86 gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir.
Âdem (AS)’in yaratılış sürecini bütün olarak değerlendirdiğimiz za- man, buradaki ruh üflemeden maksadın, onu canlı kılacak ruhun onda varedilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu ruhüflenmesi ile birlikte düşünen, idrak edebilen hayat sahibi bir varlık haline gelmişti.
Ruhun Allah’tan Olması
“Nefh” kelimesinin anlamı ve Kur’an’da kullanılış şekillerini zikrettik- ten sonra Hz. Âdem (AS)’a üflenen ruhtan maksadın ne olduğu konusunu in- celeyelim.
Âdem (AS)’a Ruh Üflenmesinden Maksat
“Ruh üflemek”den maksat, onun yaratılışı tamamlanıp, azaları belirlenip ve bütün parçaları tamam olduktan sonra, onun içerisine ruh üflemek değil, onu canlı kılacak şeyin onda varedilerek onun hayat sahibi, nefes alıp verebilen bir varlık kılınmasından kinayedir. Ne içerisine ruh üfleyen ne de üflenen vardır. Allah hakkında, insanlardaki gibi bilfiil üflemeyi düşünmek imkân- sızdır82
“Üfleme”denmaksat, ruhun üfleme ile bir cismin içerisine girmesi de- ğil, bedende insani ruhun var edilmesi veya orada latif bir kuvvetinoluştu- rulması ile cansız olan bedenincanlanması kast edilmiştir.83 Yani bu üfleme- den sonra cansız olan beden bir ruha kavuşarak yaşamını onunla devam et- tirmeye başlamıştır.
Allah’ın onu akıllı kılması84, ruhun bedende zuhur etmesi85, Allah’ın sı- fatvefiilinin varlıkta zuhuru86 gibi anlamlara geldiği de söylenmiştir.
Âdem (AS)’in yaratılış sürecini bütün olarak değerlendirdiğimiz za- man, buradaki ruh üflemeden maksadın, onu canlı kılacak ruhun onda varedilmesi olduğunu söyleyebiliriz. Bu ruhüflenmesi ile birlikte düşünen, idrak edebilen hayat sahibi bir varlık haline gelmişti.
Ruhun Allah’tan Olması
“Nefh” kavramı ve “ruh üflemek”ten maksadın ne olduğunu açıkladıktan sonra “ruhun Allah’a izafe edilmesi”nden
maksadın ne olduğu meselesiniaçıklamaya çalışalım. Buradaki ruh
Allah’tan bir cüz mü değil mi? Allah’a izafe edilmesindenmaksat
nedir? Bu konu hakkındaki görüşleri şu şekildesıralayabiliriz:
1. Ruhun Allah’a izafe edilmesi ruhun Allah’tan bir cüz olduğu için değil, Beytullah ve Nakatullah (Allah’ın devesi) ifadelerinde olduğu gibi ruhu tazim, teşrif ve onun eşsiz bir yaratık olduğu içindir.87
2. Ruhun Allah’a izafe edilmesi, bir mülkün malikine veya yaratılmışın yaratıcısınaizafeti gibi bir şeydir. Yani o benim içindir ve benim yaratıkla- rımdan bir yaratıktır demektir.88
3. İnsanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki varlığının bedeni değil ruhu olduğunu ifade etmek içindir.89
4. Hayatiyetin devamı için Allah’ın, zatının nurunun parıltılarından bazılarını karşıya aksettirmesidir.90
5. Buradaki ruhun Allah’a izafe edilmesiihtisas içindir. Sanki O şöylededi: “Ona bir şey üfledim ki, o üflenenşey Allah’a ve O’nun ilmine mahsus- tur.”91
6. İnsana verilen ruh, Allah’ta olan ruh gibi bir ruhtur. “Ruhumdan üfle- dim”den maksat da “kendimde olan ruhtan verdim demektir.”92 Allah’ın, İsa (AS)
1. Ruhun Allah’a izafe edilmesi ruhun Allah’tan bir cüz olduğu için değil, Beytullah ve Nakatullah (Allah’ın devesi) ifadelerinde olduğu gibi ruhu tazim, teşrif ve onun eşsiz bir yaratık olduğu içindir.87
2. Ruhun Allah’a izafe edilmesi, bir mülkün malikine veya yaratılmışın yaratıcısınaizafeti gibi bir şeydir. Yani o benim içindir ve benim yaratıkla- rımdan bir yaratıktır demektir.88
3. İnsanın insan olmasını sağlayan asıl ve hakiki varlığının bedeni değil ruhu olduğunu ifade etmek içindir.89
4. Hayatiyetin devamı için Allah’ın, zatının nurunun parıltılarından bazılarını karşıya aksettirmesidir.90
5. Buradaki ruhun Allah’a izafe edilmesiihtisas içindir. Sanki O şöylededi: “Ona bir şey üfledim ki, o üflenenşey Allah’a ve O’nun ilmine mahsus- tur.”91
6. İnsana verilen ruh, Allah’ta olan ruh gibi bir ruhtur. “Ruhumdan üfle- dim”den maksat da “kendimde olan ruhtan verdim demektir.”92 Allah’ın, İsa (AS)
için üflenen ruhtan bahsederken “biz” zamirini, insanın yaratılışından bahsederken de “ruhumdan”şeklinde “ben”zamirini kullanmış olması da, insana üflenen ruhun doğrudan doğruya Allah’tan olduğuna işaret eder. 93
İnsana üflenen ruhun Allah’ınruhun dan bir parça olduğu görüşüne katılmıyoruz. Çünkü bir şeyin Allah’a izafe edilmesi, onun Allah’tan bir parça olmasını veya Allah’ta olan bir özelliği taşımasını gerektirmez. Bunun örneklerini Kur’an’da değişik şekillerde görebilmekteyiz. Bu konu ile ilgili olaraken doyurucu bilgiyi ise İbni Kayyım el-Cevziye zikrettiğiiçin yukarıdaki id- dialara cevap olması açısından zikretmeyi uygun görüyoruz.
Ona göre, ruhların Allah’a izafe edilmesi ikikısımdır:
Birincisi; Sıfatlardır. Sıfatlar tekbaşlarına bulunmazlar. İlim, kudret, kelam, işitme ve görme gibi. Bunlar mevsufasıfatların izafesidir. Allah’ın ilmi,kelâmı, iradesi, kudreti ve hayatı O’nun sıfatlarındandır ve mahlûk da değil- lerdir.
İkincisi; Allah’a ilişmeyen bir takım eşyaların onunla birlikte zikredilmesi. Ev, deve, kul, resul ve ruhun izafeleri böyledir.Bu izafeler Hâlık’ı tara- fından yaratılmış, mucidi tarafından icat edilmiştir, ama bunlar izafetle be n- zerlerinden şereflendirilme ve özelleştirilmeile ayrılmışlardır.Mesela bütün evler Allah’ın olmakla birlikte Beytullah bu konumdadır.Yine bütün develerAllah’ın olmakla birlikte Nakatullah başkadır. Fakat bu gibi izafetlerin Al- lah’ın Ulûhiyetliğine yapılmasıO’nun bunları yarattığını, icât ettiğini gerekti-rir. Umumî izafetler yaratmayı,hususî izafetler ise seçmeyi ifade ederler. Allah dilediğini yaratır ve yarattıklarından da dilediğini seçer. Nitekim âyette:“Allah dilediğini yaratır ve dilediğini de seçer”94buyrulmaktadır.Ruhun Allah’aizafe edilmesi de hususi izafetlerdendir. Umumî izafetler ve sıfatların kendine izafe edilmesi babından değildir.95
Ruhun Allah’a izafe edilmesinin teşrif için olduğunu söyleyebiliriz.“Ruhundan üfledi” derken, ruhun Allah’ınbir cüzi olduğu anlamında olmayıp Allah yaratmış olduğu yaratıklarından bir yaratık olduğu anlaşılır. Bu mandaKur’an’da Allah’a izafe edilen, “Allah’ın kulları, Allah’ın evi” gibi birçok varlık-tanbahsedilmektedir. Nasıl ki, Allah’ın evi ifadesindenAllah’ın cüzi olan bir ev anlaşılmayacağıgibi, “O’nun ruhu” ifadesinden de O’nun cüzi olan ruh anlaşılmaz.
Kur’an, insanı sadece beden veya ruh olarak görmez, ruh ve bedenden müteşekkil bir bütün olarak görür. İnsanın fiziki yaratılış süreçlerini zikrettik-ten sonra, ona ruh üflenmesini ise: “sonra onu başka bir yaratılışla insan hali- ne getirdik”96 şeklinde ifade eder. Yine “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdanüflediğim zaman”97şeklindeönce bedeninin yaratılmasından ve akabinde de ruh verilmesinden bahsedilmektedir.98 Allah, bedeninyaratılmasını kendisineizafe ettiği gibi ruh verilmesini de kendisine izafe etmektedir. Bedenin Allahtarafından yaratılmışolması bedenin Allah’ın bir cüzi anlamına gelmeyeceğigibi, ruhundaAllah’a izafe edilmesi onun Allah’ın bir cüzi olduğu anlamına gelmez.
İnsana üflenen ruhun Allah’ınruhun dan bir parça olduğu görüşüne katılmıyoruz. Çünkü bir şeyin Allah’a izafe edilmesi, onun Allah’tan bir parça olmasını veya Allah’ta olan bir özelliği taşımasını gerektirmez. Bunun örneklerini Kur’an’da değişik şekillerde görebilmekteyiz. Bu konu ile ilgili olaraken doyurucu bilgiyi ise İbni Kayyım el-Cevziye zikrettiğiiçin yukarıdaki id- dialara cevap olması açısından zikretmeyi uygun görüyoruz.
Ona göre, ruhların Allah’a izafe edilmesi ikikısımdır:
Birincisi; Sıfatlardır. Sıfatlar tekbaşlarına bulunmazlar. İlim, kudret, kelam, işitme ve görme gibi. Bunlar mevsufasıfatların izafesidir. Allah’ın ilmi,kelâmı, iradesi, kudreti ve hayatı O’nun sıfatlarındandır ve mahlûk da değil- lerdir.
İkincisi; Allah’a ilişmeyen bir takım eşyaların onunla birlikte zikredilmesi. Ev, deve, kul, resul ve ruhun izafeleri böyledir.Bu izafeler Hâlık’ı tara- fından yaratılmış, mucidi tarafından icat edilmiştir, ama bunlar izafetle be n- zerlerinden şereflendirilme ve özelleştirilmeile ayrılmışlardır.Mesela bütün evler Allah’ın olmakla birlikte Beytullah bu konumdadır.Yine bütün develerAllah’ın olmakla birlikte Nakatullah başkadır. Fakat bu gibi izafetlerin Al- lah’ın Ulûhiyetliğine yapılmasıO’nun bunları yarattığını, icât ettiğini gerekti-rir. Umumî izafetler yaratmayı,hususî izafetler ise seçmeyi ifade ederler. Allah dilediğini yaratır ve yarattıklarından da dilediğini seçer. Nitekim âyette:“Allah dilediğini yaratır ve dilediğini de seçer”94buyrulmaktadır.Ruhun Allah’aizafe edilmesi de hususi izafetlerdendir. Umumî izafetler ve sıfatların kendine izafe edilmesi babından değildir.95
Ruhun Allah’a izafe edilmesinin teşrif için olduğunu söyleyebiliriz.“Ruhundan üfledi” derken, ruhun Allah’ınbir cüzi olduğu anlamında olmayıp Allah yaratmış olduğu yaratıklarından bir yaratık olduğu anlaşılır. Bu mandaKur’an’da Allah’a izafe edilen, “Allah’ın kulları, Allah’ın evi” gibi birçok varlık-tanbahsedilmektedir. Nasıl ki, Allah’ın evi ifadesindenAllah’ın cüzi olan bir ev anlaşılmayacağıgibi, “O’nun ruhu” ifadesinden de O’nun cüzi olan ruh anlaşılmaz.
Kur’an, insanı sadece beden veya ruh olarak görmez, ruh ve bedenden müteşekkil bir bütün olarak görür. İnsanın fiziki yaratılış süreçlerini zikrettik-ten sonra, ona ruh üflenmesini ise: “sonra onu başka bir yaratılışla insan hali- ne getirdik”96 şeklinde ifade eder. Yine “Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdanüflediğim zaman”97şeklindeönce bedeninin yaratılmasından ve akabinde de ruh verilmesinden bahsedilmektedir.98 Allah, bedeninyaratılmasını kendisineizafe ettiği gibi ruh verilmesini de kendisine izafe etmektedir. Bedenin Allahtarafından yaratılmışolması bedenin Allah’ın bir cüzi anlamına gelmeyeceğigibi, ruhundaAllah’a izafe edilmesi onun Allah’ın bir cüzi olduğu anlamına gelmez.
Âdem (As)’A Eşi Hz. Havva’nın Yaratılması
Kur’an, Âdem (AS)’in yaratılışının bir bölümü olarak ta eşi Hz. Hav- va’nın yaratılışından bahseder. Âdem(AS)’in topraktan başlayan yaratılış sü-reciruh verilmesi ile birlikte tamamlandıktansonra, huzur bulup sükûneteermesi için de eşiyaratılmıştır. Bununla ilgili olarak şu ayetler zikredilir:
“Ey insanlar!Sizi bir tek nefisten yaratan ve ondandaeşini yaratan ve ikisin-den birçok erkekler ve kadınlarüretip yayan Rabbinizden sakının. Adını kullanarak birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’dan ve akrabalık haklarına riayetsizliktendesakının. Şüphesiz Allahsizin üzerinizde gözetleyicidir.”99
“Sizi tek bir nefisten (Âdem’den)yaratan, (gönlü) onunla huzur bulsun diyeeşini de (onun özünden/cinsi)nden var eden O’dur.”100
İlk ayette,insanın bir tek nefisten ve ondan da eşinin yaratıldığı ve bu ikisinden ise insan neslinin var edildiğinden bahsedilirken,ikinci ayette ise insanın eşinin yaratılış gayesinden bahsedilmektedir.
Buradaki “nefis” den maksadın; Âdem (AS)101, cins102, insanı meydana getiren sıvı103 ve Âdem (AS)’ınyaratılmış olduğu çamur104 olduğu söylense de en yakın anlamın “cins” olduğu söyleyebiliriz. Yani Allah sizi bir nefisten ve onun cinsindende onun eşini yaratarak bir aile haline getirdi. Sonrada bu iki cinsten doğum ve üreme yolu ile insan cinsi olan kadın ve erkekleri yaratı105 ve onları da değişik renk ve dillerde dünyanın değişik bölgelerine yaydı.106
Hz. Havvâ; Kur’an’ın ifadesi ile eşi Âdem (AS)’in kendisinde huzurbulması için yaratılmışveöylede olmuştu. Eşine son derece sadakat örneğisergilemiş, onunla birlikte dünyaya geldikten sonra yeryüzünün imar edilme- sinde, peygamberlikvazifesini ifa etmesinde, çocuklarının yetiştirilmesindekocasına en büyük desteği sağlamış ve annelik konusunda da en güzel örneğisergileyerek sonradan gelecek tüm kadınlara örnek olmuştur.
Kur’an, Hz. Âdem (AS)’in
yaratılışı, yaratılmış olduğu madde, bu maddenin geçirmiş olduğu süreç,
madde üzerinde yapılan müdahalelerve yaratılış gayesi hakkında detaylı
bilgiler vermektedir.
Kur’an, “Muhakkakki Allah katında İsa’nın (babasız dünyaya gelişinin) durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra “ol” dedi, o da derhaloluverdi.”107 buyurmakla Âdem (AS)’in yaratılışının diğer insanlar gibi olma- dığına ve bunda olağan üst bir durumun olduğuna vurgu yapmıştır.
Diğer insanlar bir anne ve babadan meydana gelirlerkenÂdem(AS) anne ve baba olmaksızın, Allah’ın kudretini ifade eden “ol” emrininbir neti- cesinde topraktan meydana gelmiştir. Diğer insanların meydana gelmeleri vetekâmül süreçleri belli bir takım fiziki ve biyolojik kanunlara bağımlı olurken,Âdem(AS)’ı tamamen kendine münhasır kurallar içerisinde gerçekleşmiştir.
Allah, Âdem (AS)’ı son derece önemsizbir varlık olan topraktan baş-layarak ruhîve bedenî anlamda mükemmelbir insan haline getirdi.Onuvar- lıklar içerisindenüstün bir konuma çıkartarak, meleklerin dahi secde edecek-leri bir mevkie ulaştırdı. En sonunda da onu peygamberlikleödüllendirerekdiğerinsanlar arasında seçip çıkardı.108
Kur’an’da anlatılan ve topraktan başlayanyaratılış süreci, suyun katıl- ması ile çamur haline gelmesi, belirli bir süre mayalandıktansonra yapışkan hal alması, şekil verilerek kurutulması, tesviye olarak nitelendirildiği şekilde
bedenin
ruhu kabullenecek hale gelmesi ve en son aşamada da kendisinde ruhunvar
edilmesi gibi durumlar onun diğer insanlardan farklılığını
ortayakoymaktadır. Diğer insanlara ruh üflenmeden önce de bedenlerinde
biyolojikbir canlılık varken, Âdem (AS)’in önce bedeni yapısı şekillendi
ve daha sonra ona ruh verildi.Kur’an, “Muhakkakki Allah katında İsa’nın (babasız dünyaya gelişinin) durumu, Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı. Sonra “ol” dedi, o da derhaloluverdi.”107 buyurmakla Âdem (AS)’in yaratılışının diğer insanlar gibi olma- dığına ve bunda olağan üst bir durumun olduğuna vurgu yapmıştır.
Diğer insanlar bir anne ve babadan meydana gelirlerkenÂdem(AS) anne ve baba olmaksızın, Allah’ın kudretini ifade eden “ol” emrininbir neti- cesinde topraktan meydana gelmiştir. Diğer insanların meydana gelmeleri vetekâmül süreçleri belli bir takım fiziki ve biyolojik kanunlara bağımlı olurken,Âdem(AS)’ı tamamen kendine münhasır kurallar içerisinde gerçekleşmiştir.
Allah, Âdem (AS)’ı son derece önemsizbir varlık olan topraktan baş-layarak ruhîve bedenî anlamda mükemmelbir insan haline getirdi.Onuvar- lıklar içerisindenüstün bir konuma çıkartarak, meleklerin dahi secde edecek-leri bir mevkie ulaştırdı. En sonunda da onu peygamberlikleödüllendirerekdiğerinsanlar arasında seçip çıkardı.108
Kur’an’da anlatılan ve topraktan başlayanyaratılış süreci, suyun katıl- ması ile çamur haline gelmesi, belirli bir süre mayalandıktansonra yapışkan hal alması, şekil verilerek kurutulması, tesviye olarak nitelendirildiği şekilde
Âdem (AS)’a üflenen ruhun direk olarak Allah’aizafe edilmesi de onaverilen ve onu diğer insanlardanayrı kılan diğer bir özelliktir. Diğer insanla- rın var olabilmeleri için biyolojik bir süreç gerekirken, Allah onu böyle bir sü-recetabi tutmadanruhvermiştir. Ona verilen değeri ve onun Allah katındaüstlüğünü ifade etmek içinde ona verilen ruh Allah’a izafe edilmiştir. Her ru-huAllah yaratırken, Âdem (AS)’in ruhunu ayrıca zikretmesi onu yüceltmek içindir.
Âdem (AS)’in yaratılışı diğer insanlardanfarklı olduğu gibi eşinin ya- ratılışı da farklı olmuştur. Âdem(AS)’in yaratılışı geniş geniş anlatılırken, eşinin yaratılışı çok kısa olarak bahsedilmişveayrıntıya girilmediği için demüphem olarak kalmıştır. Kur’an’ın ifadesine göre, eşinin kendisinde huzur bulması için ve Âdem (AS)’in kendi cinsinden yaratılmıştır. Bu şekilde hemilkailenin temeli atılmış hem de kendilerindensonra gelecek olan insan nes-linin aslını oluşturmuşlardı.
76 Mâide, 5/ 110
77 Kehf,18/ 96
78 Kehf,17/ 99
79 Mü’minun, 23/ 101
80 Yâsîn, 36/ 51
81 Zümer, 39/ 68
70 Sâd, 38/ 71-72
71 el-Isfahânî, a.g.e., s.500; İbn-i Manzûr, a.g.e., III, 64; Razi, a.g.e., XIX, 156; Beydâvî, a.g.e.,I, 531;Tabatabâî, a.g.e., XIV, 154; el-Mehdî, a.g.e., III, 396; eş- Şevkânî, a.g.e., s. 761; Alusî,a.g.e., XIV, 54
72 el-Isfahânî,a.g.e., s.500; İbn-i Manzûr, a.g.e.,III, 64
73 Enbiyâ, 21/ 91
74 Tahrîm, 66/ 12
75 Âl-i İmran, 3/ 49
82 Zemahşerî, a.g.e., II, 555; Kurtûbî, Ebu Abdullah Muhammed b.Ahmed, el-Camı’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Daru’l-Fıkr, Beyrut, 1987, X, 24; Ebu Hayyan, a.g.e., V, 441; Ebu’s- Suûd, Muhammed b. Muhammed, El-Ammâdî, Tefsîr’ü Ebis’-Suûd (İrşâdü’l-Aklı’s-Selîm ilâ Mezâya’l-Kur’anı’l-Kerîm, Daru İhyau’t-Turâsı’l- Arabiyye, Beyrut, 1990, VII,
236; Bursevî, a.g.e., IV, 485; Alusî, a.g.e., XIV, 54; Yazır, Elmalı Hamdi, Hak Dini Kur’an
Dili, Eser Kitabevi, İstanbul, Tarihsiz, VI, 4109; Merağî, a.g.e. XXI, 106
83 Razi, a.g.e., XIX, 156; Beydâvî, a.g.e., I, 531; Suyûti, a.g.e., III, 64; Havva, a.g.e., VI, 2879; el-Mehdî, a.g.e., III, 396; eş- Şevkânî, a.g.e., s.761; Tabatabâî,c. XIV s. 154;Alusî, a.g.e.,XIV, 54; Salime Leyla Gürkan, a.g.m., IX, 15
84 İbni Kesîr, Ebul Fida İsmail, Tefsirü’l-Kur’ani’l-Azim, Mektebetu Darı’t-Turâs, Kahire,
Tarihsiz, III, 458; Yakut, Ahmet, a.g.m.,V,13
85 Aydın, Münire, Müslüman Düşünürlere Göre Ruh Kavramı, İstanbul, 1988, s.51
86 Giridî, a.g.e.,s.23
87 Razi, a.g.e., XXV, 155; Beydâvî, a.g.e., II, 824; Ebu Hayyan, a.g.e., V, 441; Kurtûbî, cX, s.24; el-Beğavî, Muhammed el-Hüseyin bin Mesûd el-Ferâ, Tefsirü’l-Beğavî, Daru’l-Ma’rife,Beyrut,1987, III, 49; et-Tabresî, a.g.e,, VI, 516; Tabatabâî, a.g.e., XIV, 155; Ebu’s-Suûd,a.g.e., VII, s.236; Ali ve SüleymanEfendi, Tefsîr-ü Zebedi’l-Âsâr, İstanbul, 1292 h., II,178; İbn-i Aşur, c.VII, s.144; HasanHan, Sıddîk, Fethu’l-Beyân fi Makâsıdı’l-Kur’an, kahire,Tarihsiz, V,182; Havva,a.g.e., VI, 2879;Bursevî, a.g.e., IV,487;eş-Şirbînî, a.g.e. II, 226;Konevî, a.g.e., XV, 255;el-Mehdî, a.g.e., VI, 232; Alusî, a.g.e., XII, 188; eş- Şevkânî, a.g.e., s.
761; es-Sâbûnî, a.g.e., II, 502; Komisyon, Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Diyanet İşleri
Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2008, IV, 350
88 Ebu Hayyan, a.g.e., VII, 194; el-Kelbî, a.g.e. I, 452; es-Seâlebî, Abdurrahman b. Muham- med b.Mahlûf Ebî Zîr, Tefsîrü’s-seâlebî (Bil Cevâhiri’l-Hısân fî Tefsîri’l-Kur’an), Dâr-u İhyâi’t-Turâsı’l-Arabiyyi, Beyrut, 1997, III, 400; el-Mehdî, a.g.e., VI, 232; eş- Şevkânî,a.g.e., s. 76; Zuheylî,a.g.e. II, 1219
89 Komisyon, Kur’an Yolu, III, 350
90 Geylânî, a.g.e.,II, 443
91 en-Nesefî, Ahmet Bin Mahmud, Tefsirü’n-Nesefi, Pamuk Yayınları, İstanbul, Tarihsiz, III,
287
92 Atay, Hüseyin, “Nefis”, Ank. Ünv. İlahiyat Fakültesi Dergisi, XXXVII, 50-51
93 Ünal, Ali, Kur’an’da Temel Kavramlar,Kırkanbar yayınları, İstanbul, 1998, s. 20294 Kasas, 28/68
95 el-Cevziyye, İbni Kayyım, Kitabu’r-Ruh, Daru’l-Hadîs, Mısır, 1989, s.148
96 Mü’minun, 23/14;
97 Hicr, 15/29
98 Yakut, Ahmet,a.g.m., V,17
99 Nisâ, 4/1
100 A’râf, 7/189
101 Beğavî, a.g.e., I, 389;Kurtûbî, a.g.e., V, 2; Beydâvî, a.g.e., I, 203; Ebu Hayyân, a.g.e., III,
162; eş-Şevkânî, a.g.e., s. 266; Salime Leyla Gürkan, a.g.m., IX, 43
102 en-Nahhâs, a.g.e., V, 251; Beğavî, a.g.e. III,480; İbni Atıyye, et-Tabresî, a.g.e., VIII, 41;Razî, a.g.e. III,140; İbn Aşûr, a.g.e., IV, 215; SalimeLeyla Gürkan, a.g.m., IX, 42
103 Yakut, Ahmet,a.g.m., V,11
104 Tabresî, a.g.e. III, 6; İbni Aşûr, a.g.e. IV, 215
105 et-Taberî,a.g.e., III, 566; Nahhâs, a.g.e. II, 7; Beğavî, a.g.e. I, 389; Zemahşerî, a.g.e. I, 451;
Tabresî, a.g.e. III, 6; İbni Atiyye, a.g.e. 397; Beydavî,a.g.e. I, 203
106 İbni Kesîr, a.g.e. I,44
107 Âl-i İmran, 3/59
108 Âl-i İmran, 3/33
Kemiyet ve Keyfiyet İtibariyle Müteşâbih bir İfade Olarak Kur’ân’da “Nefh-i Sûr”
April 30, 2016 in İlmi Makaleler
Öz
Kur’ân-ı Kerim’in pek çok yerinde
kıyamet koparken ve insanlar yeniden diriltilirken “sûra üfleneceğinden”
bahsedilmektedir. Bu ifadenin hakiki mânada bir üfleme mi yoksa mecâzî
mânaları olan bir tabir mi olduğu hususu tartışılmıştır. Aynı şekilde
sûra kaç defa üfleneceği de ihtilaf konusu olmuştur. Sûra kimin
üfleyeceği, o esnada umûmî ölümden istisna edilecek kişilerin kimler
olduğu ve arada geçecek zaman konuları da açıkça haber verilmemiştir. Bu
makalede müfessirlerin bu hususlardaki görüş ve tercihleri
araştırılarak bir neticeye varılmaya çalışılmıştır.
Anahtar kelimeler: Kur’ân, Sûr, Nefh, Kıyamet, Baʻs.
As of Quantity and Quality Blowing the Trumpet as a Mutashabih Statement in the Qur’an
Abstract
In many parts of the Qur’an, during the
crack of doom and the resurrection of people the blowing the trumpet has
been mentioned. Whether the true meaning of the expression is the
genuine meaning of blowing or metaphorical sense of the term has been
discussed. Likewise how many times the blowing the trumpet will take
place also has been a subject of conflict. At the same time, issues
like, who will blow the trumpet, who will be exempted from public deaths
and the meanwhile the passing time have been not explained clearly. In
this article we investigated the view and preferences of the
commentators about this subject and tried to reach a conclusion.
Keywords. The Qur’an, Trumpet, Blowing, Doomsday, Resurrection
A. GİRİŞ
Kur’ân’daki bazı ifadeler muhkem,
bazıları da müteşâbihtir. (Âl-i İmrân 3/7; Zümer 39/23). Kur’ân’ın
müteşâbih ifadelerinden biri de kıyametin kopması ve insanların yeniden
diriltilmesiyle alâkalı olarak sıkça kullanılan “Nefh-i Sûr” tabiridir.
Sûr, var olması itibariyle muhkem olmakla birlikte nasıl ve ne kadar
olacağı, kimin üfleyeceği, kimlere tesir etmeyeceği ve arada ne kadar
zaman geçeceği gibi konular açısından müteşâbihtir. Bu makalede “Nefh-i
Sûr” meselesini derinlemesine inceleyerek âlimlerimizin bu hususlardaki
görüşlerinin ne olduğunu ortaya koymaya ve kendimiz de buradan bir
sonuca varmaya gayret edeceğiz.
1. Kavramlar
Konumuzla ilgili bilinmesi gereken mühim ıstılahların başında muhkem, müteşabih, nefh ve sûr kavramları yer almaktadır:
a) Muhkem: Lügatte “sağlam
kılınmış, dış tesirlere ve bozulmalara karşı korunmuş” gibi mânalara
gelir. İlk müfessirlerden Mücâhid (v. 104), “Haram, helâl ve bunun
dışındaki diğer konulardan içinde ne varsa sağlam kılınmış olan âyetler”
diye tarif eder (1410: 248). Dil âlimlerimizden Ferrâ (v. 207), “Helâl
ve haramı beyan edip nesh edilmeyen âyet” (t.y.: I, 190), Râgıb
el-Isfahânî (v. 502) ise, “lâfız ve mâna yönüyle kendisine şüphe ârız
olmayan şey” diye tarif etmiştir. (1412: 251) Tefsir ve hadis
ilimlerindeki ıstılâhî mânası hakkında farklı görüşler bulunmakla
birlikte genel kabule göre “anlam yönünden başka bir ihtimal taşımayan
açık mânalı âyet ve hadisleri” ifade etmektedir (Başoğlu,
2006: XXXI, 42).
b) Müteşâbih: “Teşâbüh”
masdarından türemiş olup, “benzeşen, ayırt edilmesi zor olacak şekilde
birbirine benzeyen” demektir. Mücâhid, müteşâbihi, “birbirini tasdik
eden” diye açıklamıştır (1410: 248). Ferrâ, müteşabihten kastedilenin
hurûf-u mukattaa olduğunu ve bunların cümmel hesabıyla bu ümmetin ömrünü
bulmaya çalışan yahudilere karışık geldiğini söylemiştir (t.y.: I,
190). Ma’mer b. Müsennâ (v. 209), “birbirine benzeyen âyetler” diye
açıklarken (1381: I, 86), Râgıb el-Isfahânî, “lâfız veya mâna yönüyle
başkasına benzediği için tefsiri müşkil olan şey” diye tarif etmiş ve
kıyamet günüyle ilgili tavsiflerin mânası müteşâbih ifadelere dâhil
olduğunu söylemiştir (1412: 443-444). Istılah olarak müteşabih, mâna
yönünden birden fazla ihtimal taşıması sebebiyle anlaşılmasında güçlük
bulunan lafız veya sözü ifade eder. Müteşâbih âyette yer alan bir lafız,
konumuna göre başka âyetlerde farklı mânalara gelebilir, ancak her
birinin kastedilebilir olması açısından anlamlar birbirine benzer,
bundan dolayı hangi mânanın kastedildiği açıkça bilinemez
(Yavuz, 2006: XXXI, 204).
c) Sembolik Din Dili: Sembol, iki
yarım parçanın -gösteren ve gösterilenin- bir araya getirilmesi
anlamına gelir. Bir şeyi diğer formda tasavvur etme, görünmez olan şeyi
bir formda görme işidir (Çınar, 2006: 326. Krş. Tokat, 2009: 85).
Sembolik düşünce biçimi, dilin sınırlarının tecrübenin nihai sınırı
olmadığı gerçeğine dayanır. Bir başka ifadeyle lafzî dilin ulaşamadığı
ya da ifade etmekte yetersiz kaldığı hakikatler, sembolik olarak
anlaşılabilir ve kavranabilir (Çınar, 2006: 325). Şüphesiz Kur’ân’ın
dili metafiziksel bir dil olmaktan çok sembolik ve mecâzî bir özellik
taşır. Ama bu durum onun bütünüyle sembolik veya mecâzî bir dil
kullandığı anlamına gelmez (Bkz. Koç, 1998: 124). Bu sebeple din dilinde
aşırı sembolizme kaçma doğru değildir (Koç, 1998: 266). Ancak sembolik
dilin dinin gerekli gördüğü teslimiyet ve değerler konusunda çok tesirli
ve motive edici bir gücü vardır. Sembolik söylemin sağladığı imkânları
görmezden gelir ve işe yaramaz diye atacak olursak tüm ibadetlerimiz ve
Tanrı’ya yönelişlerimiz içi boş hâle gelir. Tanrı hakkındaki konuşmada
sembolik ile sözlük anlamına dayalı dil arasında bir denge oluşturulması
gereği ortaya çıkmaktadır. Sözlük anlamına hiç dayanmayan bir dil bir
çeşit agnostisizme, hatta ateizme götürebilir. Öte yandan sembolik ve
mecâzî söyleme hiç yer vermeyen, katı sözlük anlamına dayalı bir dil de
kaba bir antropomorfizme yol açabilir. Analoji öğretisi bu iki aşırı
kutup arasında nispeten orta bir yol olarak görünmektedir (Bkz. Koç,
1998: 269-270). Bir kelimenin insan için kullanıldığındaki anlamıyla
Tanrı hakkında kullanıldığındaki anlamı arasında bir analoji (benzeşme)
vardır (Tokat, 2009: 84).
Kur’ân’daki ifadelerin hangisinin
sembolik, hangisinin lafzî olarak alınacağı husûsunda hep ihtilâf
edilegelmiştir. İşte Nefh-i Sûr meselesi de bunlardan biridir.
d) Nefh: نفخ kelimesi,
“Bir şeyin içine hava üflemek” diye tarif edilmiştir (Râgıb, 1412: 816).
Bunun masdarı olan “Nefha”, “kıyametin kopması, ayrıca ölülerin yeniden
diriltilmesi için sûra yapılacak üfleyiş” anlamında Kur’an’da geçen bir
kavramdır (“Nefha” md., 2006: XXXII, 523).
e) Nefha-i Feza‘: فزع, korkmak,
ürkmek, dehşete düşmek demektir (Halil b. Ahmed, t.y.: I, 360). Nefha-i
Fezaʻ, sûra ilk üfürülüşe verilen isimdir. Son derece şiddetli sesiyle
bütün canlıları korkutup dehşete düşürdüğü ve öldürdüğü için bu isim
verilmiştir (Zemahşerî, 1407: III, 386).
f) Nefha-i Sa‘k: صعق, İnsanın çok
şiddetli bir ses duyarak bayılması ve aklının gitmesi demektir (İbn
Düreyd, 1987: II, 885). Kur’ân’da “ölmek” mânasına da kullanılmıştır
(Ebû Hayyân, 1403: 201). Bu ölüm ya sesin şiddetinden veya yanmadan
dolayı olur (Zemahşerî, 1407: I, 85, 142, 142). Nefha-i Saʻk da sûra ilk
üfürülüşe verilen bir isimdir. Daha evvel ölümü tatmayan bütün canlılar
bu sûr ile ölecektir. Daha önce ölmüş olanlar ile Allah’ın istisnâ
ettiği ve kendilerine ölüm yazmadığı canlılar bunu hâricindedir (Sâlihî,
1417: II, 571. Bkz. Taberî, 1420: XXI, 329-330).
g) Nefha-i Kıyâm: قيام, kalkmak
demektir (Halil b. Ahmed, t.y.: V, 232). Nefha-i Kıyâm, ölülerin yeniden
dirilecekleri zaman vuku bulan ikinci üfleyişe verilen isimdir (Taberî,
1420: XXI, 333). Bu sûr ile birlikte yeniden dirilen ölüler ayağa
kalkıp bakınmaya başlarlar. Zemahşerî Zümer 39/68’deki “kıyâm”ın,
durmak, şaşkınlıktan yerinde donup kalmak mânasına da gelebileceğini
ifade eder (1407: IV, 145).
h) Sûr: Lügatte “seslenmek, ses
çıkarmak; eğmek” mânasındaki صور kökünden türeyen sûr “ses çıkaran eğri
boynuz” demektir. Katâde (v. 117), Ebû Ubeyde (v. 209) ve bazı dilcilere
göre sûr, “şekil” anlamına gelen “صورة: sûret”in çoğuludur ve onların
içine ruhları üflenecektir (Bkz. Ma’mer b. Müsennâ, 1381: I, 196, 416;
II, 162-163; İbn Kuteybe, t.y.: 29; Taberî, 1420: XI, 463; Mâtürîdî,
1426: VIII, 140; Râgıb, 1412: 498; İbn Manzûr, 1414: IV, 476). İbn
Kuteybe (v. 276) bu mânayı naklettikten sonra bazılarına göre de Yemen
ehlinden bir kavmin lügatinde “boynuz” mânasına geldiğini söyler ve bir
şiirle istişhâd eder. Sonra da Rasûlullah (s.a.v)’in; “Vazifeli
melek Sûr’u eline almış, üfleme emri gelir gelmez hemen üflemek üzere
izin beklerken ben nasıl sevinç duyar ve nîmetlerden zevk alabilirim!” (Tirmizî,
1395: Kıyâmet, 8/2431. Krş. İbn Ebî Şeybe, 1409: VI, 76/29587; Ahmed,
t.y.: I, 326; III, 7; IV, 374; Hâkim, 1411: IV, 603/8678; Ebû Nuaym,
1394: III, 189; Beyhakî, 1423: I, 532/346)[1]
hadisi sebebiyle ikinci görüşün, birinciye göre daha çok hoşuna
gittiğini ifade eder (İbn Kuteybe, t.y.: 29). Taberî başta olmak üzere
diğer bazı müfessirler de hadis-i şerifleri dikkate alarak bu görüşü
tercih ederler (Taberî, 1420: XI, 462-463; XVIII, 121-122; Beğavî, 1417:
III, 157; İbn Kesîr, 1420: III, 281). Bu mânayı destekleyen diğer
hadisinde Allah Rasûlü (s.a.v); “Sûr bir boynuzdur, ona üflenir” buyurmuştur
(Ahmed, t.y.: II, 162, 192; Dârimî, 1992: Rikâk, 79/2801; Ebû Dâvûd,
1992: Sünnet, 24/4742; Tirmizî, 1395: Kıyamet, 8/2430; Tefsîr, 39/3244;
Hâkim, 1411: II, 473/3632; Ebû Nuaym, 1394: VII, 243; Beyhakî, 1423: I,
529/344). Tirmizî bu hadisin “hasen sahih”, Zehebî ve Şuayb Arnaût
“sahih” olduğunu söylemişlerdir. Râgıb el-Isfahânî, Allah Teâlâ’nın
sûru, sûretlerin ve ruhların cisimlerine geri dönmesine sebep kıldığını
ifade ederek (1412: 498) iki görüşü telif etmiş gibi görünmektedir. İbn
Atıyye (v. 542), İbnü’l-Cevzî (v. 597), Fahreddin er-Râzî (v. 606) gibi
müfessirler, bu görüşün cumhurun tercihi olduğunu söylerler (İbn Atıyye,
1422: IV, 63, 272; İbnü’l-Cevzî, 1422: II, 45; Râzî, 1420: XXIV, 574).
Râzî, ehl-i İslâm katında Allah Teâlâ’nın boynuza benzer bir sûr
yarattığında ve meleklerden birinin ona üfleyeceğinde hiç şüphe
olmadığını, ancak En’âm Sûresi 73. âyette bahsedilen sûrun, sûretin
çoğulu olup olmadığı konusunda ihtilaf edildiğini söyleyerek tartışmaya
farklı bir boyut katar (1420: XIII, 28). Bu ifadeden, Râzî’ye göre
Kur’ân’da geçen sûr kelimelerinin bir kısmının “sûret”in çoğulu
olduğunu, diğer bir kısmının da “kendisine üflenen boynuz şeklindeki
âlet” mânasına geldiğini anlamak mümkündür. Kurtubî (v. 671) sûrun
“nurdan bir boynuz” olduğunu, İsrâfil (a.s)’ın ona üfleyeceğini söyler
(1384: XIII, 239. Krş. İbn Atıyye, 1422: V, 358).
Sûr kelimesi on âyette, sözlük anlamı
“üfürmek, üflemek” olan nefh kökünden türeyen fiillerle kullanılmakta,
bunların üçünde göklerin ve yerin mevcut düzeninin bu üfleyişle
bozulacağı (Zümer 39/68; Kâf 50/20; Hâkka 69/13), diğerlerinde ise
insanların kabirlerinden kalkıp huzûr-i ilâhîye çıkacakları ifade
edilmektedir (Enʻâm 6/73; Kehf 18/99; Tâhâ 20/102; Mü’minûn 23/101; Neml
27/87; Yâsîn 36/49-52; Nebe’ 78/18). Bir âyette sûr kelimesi açıkça
ifade edildikten sonra “ona ikinci kez üflenir” denilerek
kendisine iki kez işaret edilmiştir (Zümer 39/68). Bir âyette de “boru,
borazan” mânasındaki nâkûr kelimesi, “ses çıkarmak” anlamına gelen nakr
kökünden türemiş “نُقِرَ” fiiliyle kullanılarak ikinci nefhaya, yani
yeniden diriliş hâdisesine temas edilmiştir (Müddessir 74/8). Bunların
hâricinda başka âyetlerde de sûrun üflenişine işaret edilmektedir (Tâhâ
20/105-109; Yâsîn 36/49-52; Sâffât 37/19-21; Kâf 50/41-44; Kamer 54/6-8;
Nâziât 79/6-9). Sûr konusu Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd
ve Tirmizî gibi muhaddislerin rivayetlerinde de yer almıştır (Wensinck,
1992: “صور” md.; Bebek, 2009: XXXVII, 533).
Tefsir âlimleri genel olarak sûr’un,
“kendisine üflenen boru gibi bir âlet” olduğunu kabul etmektedirler. Bu
görüşü tercih etmelerindeki en büyük sebep, konuyla ilgili sahih
haberlerdir (Meselâ bkz. İbn Atıyye, 1422: IV, 63, 272; Râzî, 1420:
XXIII, 294). Kur’ân-ı Kerim’de “sûra üfürülme” ifadesinin çokça tekrar
edilmesi de müfessirlerin bu görüşü benimsemesini kolaylaştırmıştır.
Bunlara ilaveten Râzî, nassın zâhirinin buna delâlet ettiğini ve bu
mânaya engel olacak herhangi bir mâninin olmadığını da söyler. (1420:
XXIV, 574)
2. Diğer Dinlerde Nefh-i Sûr
Diğer dinlerde sûrdan açıkça
bahsedilmemekle birlikte onu andıran ifadeler yer almaktadır. Dünya
hayatının ebedîliğini kabul eden klasik Hindu kozmolojisine göre
evrenin tarihi, yaratılışla başlayıp yok oluşla sona eren devrelerin
sonsuza kadar birbirini takip etmesinden ibarettir. Her devrenin sonunda
kâinat çeşitli felâketler neticesinde çözülüp bozulacak, ardından yeni
bir kâinat doğacaktır (Topaloğlu, 2002: XXV, 516-517).
Hinduizm’den etkilenen Budizm’de
de zaman, birbiri ardınca gelip sonsuza kadar devam eden ve kalpa adı
verilen dönemlere bölünmüş olup her kalpa kendi içinde çözülme, kaos,
yeniden teşekkül ve varlığını sürdürme safhalarına ayrılır
(Topaloğlu, 2002: XXV, 517).
Yahudi inancında âhiret hayatının en
mühim alâmetlerinden biri olan hüküm günü öncesinde seller, zelzeleler,
güneşin ve ayın kararması, yıldızların dökülmesi gibi tabiatüstü
olaylar, korkunç değişiklikler vuku bulacak, her yeri karanlık saracak,
daha sonra ölüler dirilip hesaba çekilecek, kötüler cezaya
çarptırılacak, iyiler de mükâfatlandırılacaktır (Kitâb-ı Mukaddes,
İşaya, 13/6-16; Yoel, 2/2-11; Tsefanya, 1/14-18. Bkz.
Topaloğlu, 2002: XXV, 517).
Hristiyanlıkta da dünya hayatı sonludur.
Savaşlar, kıtlıklar, zelzeleler, fesadın çoğalması, yalancı
peygamberlerin, mesîh iddiasında bulunanların ortaya çıkması gibi
çeşitli alâmetler bu sonun işaretleridir. Bütün bunların ardından güneş
kararacak, ay ışığını vermeyecek, yıldızlar gökten düşecek ve göklerin
kudretleri sarsılacaktır. Gökler büyük gürültüyle zeval bulacak, maddî
unsurlar yanarak yok olacak, yer ve yeryüzünde yapılmış her şey yanıp
tükenecektir. O günü ve saati sadece Allah bilmektedir. Ardından
insanlar dirilip mezarlarından çıkacak, hesaba çekilecek, kötüler ebedî
azaba duçar olacak, iyiler de ebedî hayata kavuşacaktır (Kitâb-ı
Mukaddes, Matta, 24/3-25/46; Markos, 13/5-35; Luka, 21/5-31; Yuhanna,
5/27-29; II. Petrus, 3/9-11. Bkz. Topaloğlu, 2002: XXV, 517; Yıldırım,
1996: 219-220).
Câhiliye Arapları ise âhirete
inanmadıkları için, bu dünyanın yok oluşuyla ilgili bir düşünceleri
yoktu. Onlar sadece ölüp yok olacaklarını düşünüyorlardı (Enʻâm 6/113;
Aʻrâf 7/45; Hûd 11/19; Yûsuf 12/37; Nahl 16/22; Câsiye 45/24).
B. KEYFİYET İTİBARİYLE NEFH-İ SÛR
Sûrun ve ona üflemenin mâna ve mahiyeti
konusunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür. Büyük çoğunluğu
oluşturan gruba göre “sûr”, gerçek anlamda bir boynuz, boru veya
borazan; “üfürme” ise ona üflenince korkunç, sarsıcı ve kulakları sağır
edici bir ses çıkarmasıdır. Ancak Katâde’den nakledilen bir görüşe göre
sûr, “sûret” kelimesinin çoğulu olup, üfürme de “can verme” demektir. Bu
durumda “nefh-i sûr” “ruhların bedenlere (sûretler) iade edilmesi”
anlamına gelir (Taberî, 1420: XIX, 504). Zemahşerî (v. 538), Râzî, Ebû
Hayyân (v. 745) gibi müfessirler “suver” kıraatinin bu mânaya delalet
ettiğini söylerler ancak Râzî diğer mânanın daha evlâ olduğunu, Ebû
Hayyân da nassın zâhirinden hakiki mânada bir nefh’in anlaşıldığını
ifade eder (Zemahşerî, 1407: III, 87; Râzî, 1420: XXII, 98; Ebû Hayyân,
1420: IV, 557). Sûrun, “sûret” kelimesinin çoğulu olduğu görüşü ve buna
bina edilen yorum Zeccâc (v. 311) gibi dil âlimleri ve diğer müfessirler
tarafından da kabul edilmemiştir. Zira sûret kelimesinin çoğulu sûr
değil Kur’an’da da geçtiği gibi “suver”dir (Mü’min 40/64; Tegābün 64/3.
Mâtürîdî, 1426: VIII, 140, 706; X, 174; Râzî, 1420: XIII, 28; İbn
Manzûr, 1414: IV, 473). Ayrıca çeşitli hadis rivayetlerinde sûrun boynuz
veya borazandan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Râzî de ikinci görüşün
dil açısından tutarsızlığına temas ettikten sonra ilgili âyetlerde yer
alan nefh-i sûrdan maksadın ruhların cesetlere iadesi olsaydı Cenâb-ı
Hakk’ın bunu doğrudan doğruya kendi zâtına nispet edeceğine dikkat
çeker. Nitekim Kur’ân’da Hz. Âdem’in yaratılışı anlatılırken “ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman …”
buyrulmuştur. (Hicr 15/29) Benzer ifade Hz. Meryem’in Îsâ’ya hamile
kalması hususunda da kullanılmıştır (Tahrîm 66/12. Râzî, 1420: XIII,
28-29; Bebek, 2009: XXXVII, 533).
Ebû Hüreyre’den (v. 58) gelen bir
rivayette sûrun yerle gök arası genişliğinde çok büyük bir şey olduğu
nakledilmiştir (İbn Ebî Hâtim, 1419: IX, 2928; Kurtubî, 1384: XIII,
239-240). Ancak bu rivayet “mürsel”dir. Ebû Saîd (r.a)’den (v. 74) gelen
bir rivayete göre sûr o kadar ağırdır ki hac için toplanan Mina ehli
onu yerden kaldırmak için toplansalar kaldıramazlar (İbn Ebî Hâtim,
1419: IX, 2928). Sûrun nurdan veya kristal saflığında beyaz inciden
yapılmış, ruhlar adedince deliği bulunan bir tür boru olduğunu ileri
sürenler de vardır (İbn Atıyye, 1422: V, 358; VI, 160; Kurtubî, 1384:
VII, 20; XIII, 239; Kurtubî, 1425: 478; Süyûtî, 1416: 85; Âlûsî, 1415:
X, 240). Bazı haberlerde sûrun, içinde ruhları barındıran ve onların
sayısınca delikleri bulunan bir boru olduğu nakledilmiştir (Râzî, 1420:
XXX, 702; Lekânî, 1955: 214; Bebek, 2009: XXXVII, 533-534). Râgıb
el-Isfahânî, “Sûrun içinde bütün insanların sûretleri vardır” diye bir
habere yer verir (1412: 498). Râzî ise Cenâb-ı Hakk’ın, âhirete dâir
halleri, insanların dünyada şâhit oldukları şeyleri misal vererek
anlattığını ifade eder. Ona göre insanlar seferlerde ve ordularda boru
çalmayı âdet edinmişlerdir, bu sebeple de kâinatın harap olmasının ve
ölülerin yeniden diriltilmesinin alameti olan şey, insanların meseleyi
kavrayabilmesi için boruya benzetilmiştir (1420: XXII, 98; Nu’mânî,
1419: XIII, 383; Neysâbûrî, 1416: IV, 570). Bu konudaki rivayetlerin
zayıf olduğunu ve Râzî’nin yerinde hatırlatmasını düşündüğümüzde sûrun
şeklî yapısıyla ilgili hususları fazla irdelememek gerektiği
anlaşılmaktadır.
Mâtürîdî (v. 333), “nefh” konusundaki ihtilafa da temas ederek şu görüşleri sıralar:
1. Bazıları, “Bu hakiki mânada bir
üfleme değildir, kıyameti koparmanın Allah Teâlâ’ya ne kadar hafif
geleceğini haber vermek için kullanılmış bir ifadedir. Çünkü insanlara
en hafif ve en kolay gelen şey üflemedir” demiş ve şu âyeti delil
getirmişlerdir: “Kıyametin kopması ise, göz açıp kapama gibi veya daha az bir zamandan ibarettir”
(Nahl 16/77). Cenâb-ı Hak kıyametin kopmasını göz açıp kapamaya
benzetmiştir. Çünkü insana bundan daha kolay gelen bir şey yoktur.
Kıyamet esnasındaki nefh da aynı mânada kullanılmıştır. Zira üflemek de
insanlara çok kolay gelir.
2. Âyetlerde “nefh”in zikredilmesi,
kıyametin kopmasının ne kadar süratli olduğunu ifade etmek içindir.
Çünkü insan için “üflemek” kadar hızlı yapılan başka bir iş yoktur.
Âyetlerdeki “Tek bir sayha” (Yâs-sîn 36/49, 53; Sâd 38/15. Krş. Kamer 54/50), “tek bir sarsıntı” (Sâffât 37/19; Nâziât 79/13) ifadeleri de aynı şekilde sürati ifade eder.
3. Hakiki mânasıyla üflemedir. Bu
görüşleri zikreden Mâtürîdî, “Eğer bu üçüncü görüş doğru ise o zaman
Cenâb-ı Hak, sûru üfleyen meleği imtihan etmektedir. Çünkü ona ihtiyacı
yoktur. Tıpkı Kirâmen Kâtibîn’e ihtiyacı olmadığı halde kullarının
amellerini yazdırması, ölüm meleğine ihtiyacı olmadığı hâlde tayin
edilen vakitte ruhları alıp almayacağı hususunda onu imtihan etmesi
gibi” der (VIII, 139-140, 706; X, 406).
Hasan Basrî (v. 110), “Sûr boynuzdur”
demiştir. Bazıları onun bu sözünü şöyle tevil etmişlerdir: “Ruhlar
boynuzun içinde toplanır, sonra ona üflenince ruhlar cesetlerine gider
ve bedenler canlanır” (Beğavî, 1417: VI, 181).
Kurtubî “nefh”in, mahlûkatı mükâfat ve
ceza meydanına toplamak için boru sesine benzer bir şey olduğunu
Katâde’den nakleder (1384: XIII, 240).
Ebû Hayyân, nefhin hakiki mânada
olduğunu ve bunun çoğunluğun görüşü olduğunu söyler ama meseleye farklı
bir açılım getirerek bu hakiki mânanın ya boynuz gibi olan âlete veya
sûretlere üflemek şeklinde olacağını ifade eder (1420: VIII, 272).
4. Ebû Hayyân nefhin mahiyeti konusunda
bir görüşe daha yer verir. Temrîz sîgasıyla zayıf olduğuna işaret ettiği
bu görüşe göre “nefh-i sûr”, kıyametin kopacağını ve dünyanın sona
ereceğini ifade etmek için kullanılan bir tabirdir ve burada istiare
yapılmıştır (1420: IV, 557. Krş. Râzî, 1420: XXIII, 294).
5. Yine Ebû Hayyân, nefhin ölüleri
çağırmayı ifade eden bir temsil olabileceği görüşünü de nakleder. Bu
durumda ölülerin kabirlerinden çıkışı, mecazen askerlerin boru sesini
işitince yerlerinden çıkışına benzetilmiştir. Bu görüşleri nakleden Ebû
Hayyân, Kur’ân’da ve sahih hadislerde sûra üfürmenin çok geçmesi
sebebiyle çoğunluğun kabul ettiği hakiki mamadaki nefhin doğru olduğunu
söyler (1420: VIII, 272).
Müfessirler umumiyetle, sûr ile alâkalı
sahih hadislere itimat ederek “nefh”in hakiki mânasını kabul etmişler,
meleğin boruya benzer bir âlete üfleyeceğini ve bunun kıyametin
kopmasına bir alâmet (Mâtürîdî, 1426: X, 405; Râzî, 1420: XXVI, 326)
olacağını söylemişlerdir.
C. KEMİYET İTİBARİYLE NEFH-İ SÛR
Sûra kaç defa üfleneceği konusunda da çeşitli görüşler vardır:
1. Sadece Mâtürîdî’nin, sahibini
zikretmeden yer verdiği, Kur’ân’da bir tek sesten söz edilmesine (Yâ-sîn
36/49, 53) dayanan görüş sûra yalnızca bir defa üfleneceği şeklindedir
(1426: VIII, 140).
2. Dahhâk (v. 105), Hasan Basrî, Katâde,
Taberî, Âlûsî (v. 1270) gibi âlimler sûra iki defa üfleneceğini
söylemişlerdir. Bu, cumhurun görüşüdür (Taberî, 1420: XIX, 71; XXIV,
191-192; Zemahşerî, 1407: IV, 601; Kurtubî, 1384: XIII, 240; XV, 39; Ebû
Hayyân, 1420: IX, 221; Âlûsî, 1415: X, 242). İbnü’l-Cevzî, “Kur’ân’ın
zâhiri, sûra iki defa üfleneceğine şâhitlik eder” der (1422: II, 45).
Kurtubî’ye göre sahih olan nefh-i sûrun iki defa gerçekleşeceğidir. O,
üflemenin üç defa olmayacağını, üzerine basa basa ve tekrar tekrar ifade
eder. Nefhatü’l-Feza‘ın Nefhatü’s-Sa‘k’a râcî olduğunu, çünkü ikisi
için ayrı ayrı zamanın olmadığını, insanların sûrun üflenişiyle şiddetli
bir korkuya kapılacaklarını ve bu sebeple hemen öleceklerini söyler
(1384: XIII, 240; XV, 279. Bkz. İbn Atıyye, 1422: IV, 272; Ebû Hayyân,
1420: VII, 382; VIII, 271; IX, 221). Sûra iki defa üfleneceğini kabul
edenlere göre ilk sûrda canlıların üzerine müthiş bir korku atılır, buna
tabiatları dayanamaz ve korkudan bayılır, sonra da ölürler (Beğavî,
1417: VI, 181; Râzî, 1420: XXIV, 574). Bu görüşte olanlara göre, Nefha-i
Feza‘ ile Nefha-i Sa‘k’tan bahseden ayetlerdeki istisnanın aynı olması
da bu iki nefhanın aynı olduğunu göstermektedir (Neml 27/87; Zümer
39/68. Kurtubî, 1425: 491; Süyûtî, 1416: 90; Âlûsî, 1415: X, 241).
Kurtubî, Kuşeyrî (v. 465) ve benzerlerinin kabul ettiği gibi
Nefhatü’l-Feza‘ın, Nefhatü’l-Baʻs’e de râcî olabileceğini ifade eder.
Buna göre insanlar ikinci sûr ile büyük bir dehşet ve korku içinde
dirilirler (1384: XIII, 240). Türkiye Diyanet Vakfı İslâm
Ansiklopedisi’nde “Kıyamet” maddesini yazan Bekir Topaloğlu da sûra
üflenişin iki defa olacağı görüşünü tercih etmiştir. (XXV, 518-519).
Sûra iki defa üfleneceğini söyleyen
âlimlerin çoğunluğu, Yâsîn Sûresi’nde önce kıyametin kopmasını ifade
eden korkunç bir sesten, ardından yeniden diriltme ve inşâ için sûra
üflenmesinden (36/49, 51), Zümer Sûresi’nde sûra üflenmesiyle bazı
istisnalar hariç bütün canlıların öleceğinden, ardından yeniden dirilişi
sağlayacak ikinci bir üfürmeden bahsedilmiş olması (39/68. Taberî,
1420: XI, 462) ve Nâziât Sûresi’nde kâinatı sarsan bir şeyi ikincinin
takip edeceğinden söz edilmesiyle (79/6-7) istidlâl etmiş, ayrıca
muteber hadis kaynaklarında iki üflemeden bahsedilmiş olmasını da göz
önünde bulundurmuştur (Buhârî, 1992: Tefsîr, 39/4; 78/1; Müslim, 1992:
Fiten, 116, 141; Fedâil, 159).
3. Sûra üç defa üfleneceğini iddia
edenler çeşitli sûrelerde yer alan nefh-i sûr âyetlerini birleştirmişler
ve Ebû Hüreyre’den rivayet edilen uzun bir hadiste üç üfleyişten söz
edilmesine (İbn Râheveyh, 1412: I, 84; Beyhakî, 1406: 336)
dayanmışlardır (Taberî, 1420: XVIII, 122, 558; İbn Atıyye, 1422: III,
544; Kurtubî, 1384: XIII, 240; İbn Kesîr, 1420: III, 282; V, 389). Ancak
Ukaylî, çok uzun olan bu hadisin “mürsel” olduğunu, sahih olmadığını
söylemiştir (1404: IV, 146-147). Ebû Bekir b. Arabî, Kurtubî ve Moğoltay
bu hadisin sahih olduğunu söylerken Beyhakî ve Abdülhak (v. 582) zayıf
olduğunu söylemiş, İbn Hacer (v. 852) de bu ikisini doğrulamıştır
(Süyûtî, 1416: 71-72). Bu görüşü benimseyenlere göre birincisi kulları
korkutan Nefhatü’l-Feza‘, ikincisi bütün canlıların öldüğü
Nefhatü’s-Sa‘k, üçüncüsü de ölülerin yeniden dirildiği Nefhatü’l-Kıyâm
li-Rabbi’l-Âlemîn veya Nefhatü’l-Baʻs’tir. Diğer bir anlayışa göre
bunların üçü de ölümden sonra olacaktır. Birincisi kabirde olacak,
ikinci sûr ile kabirdekiler dirilecek, üçüncüsüyle ölüler kabirlerinden
çıkıp mahşere toplanacaklardır. Bu durumda kabir azabı ikinci ile üçüncü
sûr arasında olacaktır. Bu konuda rivayetlerin nakledildiğini söyleyen
Mâtürîdî, “Eğer rivayetler sabitse böyle olacaktır, değilse tevakkuf
ederiz” der (1426: VIII, 140, 706; X, 406. Bkz. İbnü’l-Cevzî, 1422: II,
45-46).
Taberî ve İbn Kesîr (v. 774), Yâ-sîn
36/51 âyetinin üçüncü sûrdan bahsediyor olabileceğine işaret ederler
(1420: XX, 533; 1420: VI, 581). İbn Atıyye, Neml 27/87 âyetinin
tefsirinde sûra üç defa üfleneceğini söyleyenlerin görüşünün daha sahih
olduğunu ifade eder (1422: IV, 272). Gaznevî (v. 593) iki ile üçü
zikreder, sonra üç defa olduğunu söyleyenlerin görüşünün daha sahih
olduğunu söyler (1419: 220-221). Râzî ise, Zümer 39/68’deki “صعق”
kelimesinin “bayılma” mânasına geldiğini kabul edenlere göre nefh-i
sûrun ancak iki defa olabileceğini, “ölüm” mânasını verenlere göre de üç
defa olacağını söyler. Bunlara göre canlılar Nefha-i Feza‘da sesin
şiddetinden ölürler. Kabirlerinde tekrar dirilip Berzah hayatını
yaşadıktan sonra Nefha-i Sa‘ka ile tekrar ölürler. Sonunda Nefha-i Kıyâm
ile baʻsolunurlar. Nefha-i Feza‘ Neml 27/87’de, diğer ikisi de Zümer
39/68’de zikredilmektedir (1420: XXVII, 476).
Sefârînî (v. 1188) de sûra üç defa
üfleneceğini söyleyenler arasındadır. O Nefha-i Fezaʻı, âlemin nizamının
bozulması ve canlıların dehşetli bir korkuya kapılması olarak anlar.
Nefha-i Saʻk ise her şeyin helâk olmasıdır (1402: II, 161-166).
Bu görüşte olanlar Hac Sûresi’nin
başında haber verilen “Kıyâmet Zelzelesi”nin kıyametten önce olacağını,
kıyamete çok yakın olduğu için “Kıyâmet Zelzelesi” diye
isimlendirildiğini, bunun kıyamet alâmetlerinden biri olacağını ve
birinci sûrun akabinde meydana geleceğini söylerler. Sûra iki defa
üfleneceğini kabul edenler ise bu zelzelenin kıyamet günü ölüler
kabirlerinden kalktıktan sonra Arasât’ta olacağını ifade ederler. Taberî
de bunu tercih etmiş, önceki görüşe mesnet teşkil eden hadisin zayıf
olduğunu söyleyerek ikinci görüşü destekleyen pek çok sahih hadis
zikretmiştir (1420: XVIII, 557-562. Krş. İbn Kesîr, 1420: V, 389-390).
4. İbn Hazm (v. 456) ile Kadı İyâz’a (v.
544) nisbet edilen ve sûra dört defa üfürüleceğini ileri süren görüşün,
Kur’ân ve Sünnet’te böyle bir beyan bulunmamakla birlikte aksine de
işaret edilmediği, kıyametin kopmasından itibaren huzur-ı ilâhîye
varacak zamana kadar birçok kozmik olayın vuku bulabileceği şeklinde bir
akıl yürütmeye dayandığı söylenebilir (Süyûtî, 1416: 90; Âlûsî, 1415:
X, 241; Bebek, 2009: XXXVII, 534). Onlara göre birinci nefhada bütün
canlılar ölür, Cenâb-ı Hak, “Bugün mülk kimindir?” (Mü’min 40/16) buyurur ama kimse cevap vermez. Yine “O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır” (Kasas 28/88) diye nidâ eder. İkincisi Nefha-i Baʻs’tir ki “Nihayet Sûr’a üflenecek. Bir de bakarsın ki onlar kabirlerinden kalkıp koşarak Rablerine giderler!”
(Yâsîn 36/51) âyetinde buna işaret edilir. Üçüncüsü Nefha-i Sa‘k’tır ki
bu Nefha-i Feza‘ ile aynıdır. Bunda bütün canlılar bayılır. Şu
âyetlerde buna işaret edilir; “Sûra üflenince, Allah’ın diledikleri müstesna olmak üzere göklerde ve yerde ne varsa hepsi çarpılıp yıkılmıştır.” (Zümer 39/68),
“Sûra üfürüldüğü gün -Allah’ın diledikleri müstesna- göklerde ve yerde
bulunanlar hep dehşete kapılır. Hepsi boyunları bükük olarak O’na
gelirler” (Neml 27/87, 89. Krş. Enbiyâ 21/103; Sebe’ 34/51).
Dördüncü nefha, ifâka yani baygınlıktan ayılmak içindir. Buna da Cenâb-ı
Hak Nefha-i Sa‘k’ı zikrettikten sonra şöyle temas eder; “Sonra ona bir daha üflenince, bir de ne göresin, onlar ayağa kalkmış bakıyorlar!”
(Zümer 39/68) Bu görüş, Nefha-i Sa‘k’ı, Nefha-i Baʻs’tan sonra
göstermesi sebebiyle tenkit edilmiş, bunun naslara uymadığı söylenmiştir
(Âlûsî, 1415: X, 241-242).
Bu ihtilafları zikreden Mâtürîdî, “Nefh
ve sûrun şöyle veya böyle olduğuna dâir herhangi bir tefsir yapmayız,
herhangi bir işarette bulunmayız. Ancak Rasûlullah (s.a.v)’den bu
hususta bir açıklama sâbit olursa o kabul edilir. Bu konu ameli
gerektiren bir şey değildir ki yapılan tefsirlerin doğru veya yanlış
olduğunu ortaya koymak için tekellüfe girilsin! Bunları sadece tasdik
etmek gerekir. Biz de nefh ve sûr’u bize geldiği şekilde tasdik ederiz,
tefsirine girmeyiz” der (1426: VIII, 140-141). Mâtürîdî tevakkuf etmiş
ancak âlimlerin çoğunluğu sûra iki defa üfleneceğini kabul etmiştir.
1. İki Üfleyiş Arasında Ne Kadar Zaman Vardır?
Ebû Hüreyre (r.a) Allah Rasûlü’ne (s.a.v) sûra iki üfleniş arasında ne kadar zaman geçeceğini sormuş, o da “kırk” diye
cevap vermiştir. Râvi Ebû Hüreyre’ye bu rakamla yıl mı, ay mı yoksa gün
mü kastedildiği tek tek sorulduğunda her birine ısrarla “Bir şey
diyemem” diye cevap vermiştir (Buhârî, 1992: Tefsîr, 39/3, 78/1; Müslim,
1992: Fiten, 28; Beyhakî, 1423: I, 539/348). Onun bu sözü iki şekilde
yorumlanmıştır:
– Rasûlullah (s.a.v)’den bir bilgi aldığı halde soranlara açıklama yapmamıştır.
– Rasûlullah (s.a.v)’e neyi kastettiğini
sormamış, bu sebeple kendisi de bilmemektedir (Süyûtî, 1416: 87-88).
İlme çok meraklı olan Ebû Hüreyre’nin böyle bir meseleyi Allah Rasûlü’ne
sormamış olması düşünülemez. İlk zamanlar bunu rivayet ederken daha
sonra yaşlılık sebebiyle bu kelimede tereddüt etmiş ve hadis naklindeki
titizliği sebebiyle sükût ederek ısrarla cevap vermemiş olması
muhtemeldir. Zira yine ondan ve İbn Abbâs’tan (v. 68) gelen diğer
rivayetlerde bu sürenin kırk sene olduğu açıkça ifade edilmiş (İbn
Mende, 1406: II, 794; Beyhakî, 1423: I, 541) ve bu genel kabul görmüştür
(Gazâlî, 1409: 118; Beğavî, 1417: VII, 132; Kurtubî, 1425: 287; Süyûtî,
1416: 86-88; Bebek, 2009: XXXVII, 534).
Ferrâ, “denilir ki” diye zayıf olduğuna
işaret ederek bir görüşe yer verir. Buna göre; insanlar ve bütün
mahlûkat ilk sûr ile ölürler. Bununla diğer sûr arasında kırk sene
vardır. Bu esnâda Allah (c.c) bir yağmur gönderir. Kırk gün erkeklerin
menileri kıvamında yağar. Annelerinin karnında yetiştikleri gibi
kabirlerinde inbât ederler. Şu âyet-i kerime bu yetişmeden
bahsetmektedir: “İşte ölüleri de böyle çıkaracağız” (Aʻrâf 7/57).
Yani ölü yerden yağmurla meyveleri çıkardığımız gibi ölüleri de
kabirlerinden çıkarırız (t.y.: I, 382). Taberî de aynı rivayeti senetsiz
olarak zikreder. Onun rivayetinde bu yağmura “Mâu Hayevân” denildiği zikredilir (1420: XII, 493-494). Taberî başka bir yerde bu sudan “Mataru’l-hayât”
diye bahseder (1420: XXI, 334. Krş. İbn Ebî Hâtim, 1419: VIII, 2784;
Beyhakî, 1423: I, 541; Ebû Hayyân, 1420: V, 79). Allah Teâlâ’nın semadan
su indireceği ve ölülerin bununla yeşilliklerin büyüdüğü gibi yeniden
yaratılacağı sahih rivayetle haber verilmiştir (Buhârî, 1992: Tefsîr,
78/1). Bu suyun kemiyet ve keyfiyetine dair rivayetler ise zayıftır.
Sahih rivayetlere göre toprak, insanın bütün cesedini yiyip tüketecek,
ama Allah Rasûlü (s.a.v)’in teşbihiyle bir hardal tanesi gibi olan
(Ahmed, t.y.: III, 28) ve insan bedeninin çekirdeği sayılan “Acbü’z-zeneb: Kuyruk
sokumu kemiği” çürümeyecektir. İnsan Acbü’z-Zeneb’den yaratılmıştır,
tekrar ondan diriltilip hayat bulacaktır (Müslim, 1992: Fiten 142-143).
Ferrâ iki üfleme arasında kırk sene geçeceğini başka bir yerde de
tekrarlar (t.y.: II, 170). Diğer müfessirler de genellikle bu
rivayetleri nakletmişlerdir.
2. Sûra Üflendiğinde Ölümden İstisna Edilenler Kimlerdir?
Kıyametin kopuşu esnasında ölmeyeceği
bildirilenlerin (Neml 27/87; Zümer 39/68) kimler olduğu hususunda farklı
görüşler ileri sürülmüştür. Ma’mer b. Müsennâ “O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır”
(Kasas 28/88) âyetini tefsir ederken, sadece O’nun ve genelden istisna
edilen varlıkların kalacağını söyler ama bir tayinde bulunmaz. Bunun da
iki nefha arasında olacağını bildirir. Ona göre Cennet, Cehennem, melek,
semâ, arz, ölüm meleği gibi bütün her şey yok olduğunda ve tek başına
Allah kaldığında sûra son üfleyiş üflenir Cennet, Cehennem, melek ve
Allah’ın dilediği her şey tekrar yaratılır. Bundan sonra Cennet ehli
Cennet’te, Cehennem ehli Cehennem’de ebedî kalırlar (1381: II, 112).
Mâtürîdî, bunların Allah’ın arşını
taşıyan sekiz melekle Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil, Azrâil, şehitler ve
peygamberler olabileceğini, ancak Rasûl-i Ekrem’den bu hususta bir beyan
gelmedikçe kesin bir hüküm verilemeyeceğini söyledikten sonra sûrenin
son âyetinde: “Kim iyilikle (ilâhî huzura) gelirse, ona daha iyisi verilir. Ve onlar o gün korkudan emin kalırlar” (Neml 27/89) şeklinde bahsedilenlerin olabileceğini ifade etmiştir (1426: VIII, 141, 707; X, 177. Krş.
Taberî, 1420: XXI, 330-332; Zemahşerî, 1407: III, 386). Câbir b.
Abdullah (v. 78), Hz. Musa’nın Allah’ın istisna ettiği kişilerden
olduğunu nakletmiştir (Beyhakî, 1423: I, 532-533/346). Lekânî (v. 1078)
ise bunların dört büyük melek, hûriler ve Musa (a.s) olduğunu
söylemiştir (1955: 214-215; Bebek, 2009: XXXVII, 534. Krş. İbn Kayyım,
t.y.: 35). Bazıları da Cehennem’in vazifelileri olan Mâlik ve zebâniler
ile Cehennem’in akrep ve yılanlarını bunlara ilave etmiştir (Beğavî,
1417: VI, 181-183; Âlûsî, 1415: X, 243; Süyûtî, 1416: 81).
Ebû Hüreyre ve Saîd b. Cübeyr’den (v. 94
[?]) bunların “şehitler” olduğu rivayet edilmiştir. Mütekaddimîn devri
Eş‘ariyye kelâmcısı ve Şâfiî fakihi Halîmî (v. 403) de bunu tercih
etmiştir. Gerekçe olarak da meleklerin yeryüzü sâkini olmadıklarını,
Arş’ın ve Cennet’in semâların üzerinde olduğunu, Cennet ve içindekilerin
bekâ için yaratıldığını, dolayısıyla meleklerin, vildân ve hurilerin bu
âyetin hükmüne dâhil olmadığını söylemiştir (Beyhakî, 1423: I,
533-536/346. Bkz. Taberî, 1420: XIX, 504; İbn Ebî Hâtim, 1419: IX, 2930;
X, 3257; Beğavî, 1417: VI, 181-183; Ebû Hayyân, 1420: VIII, 272; İbn
Kesîr, 1420: V, 390; Süyûtî, 1416: 79-81).
Bazı âlimler âyetlerde istisnâ edilen
kişilerin kimler olduğunu tayin eden sahih bir haber gelmediği için bu
söylenenlerin hepsinin muhtemel olduğunu söylerken Kurtubî, bunların
şehitler olduğunu ifade eden Ebû Hüreyre hadisinin onlara gizli
kaldığını, hâlbuki Kadı Ebû Bekir b. Arabî’nin bu hadisin sahih olduğunu
söylediğini, tayin hususunda bu rivayete itimat edilmesi gerektiğini,
çünkü tayin konusunda nas olduğunu, diğer görüşlerin ise içtihat
olduğunu söyler (1384: XIII, 241, XV, 279-281. Krş. Ebû Hayyân, 1420:
VIII, 272).
Taberî ve Kurtubî’nin nakline göre Hasan
Basrî, “İstisnâ edilen, Vâhid ve Kahhâr olan Allah Teâlâ’nın
kendisidir, semâ ve arz ehlinden hiç kimseyi bırakmadan herkese ölümü
tattıracaktır” demiştir. Bazıları da nefha-i ûlâ’dan önce ölenlerin
istisnâ edildiğini söylemiştir (1420: XXI, 332; 1384: XV, 280. Krş.
Beğavî, 1417: VII, 131).
Kuşeyrî’ye (v. 465) göre Musa (a.s)’ın
ve şehitlerin istisna edildiği söylendiğinde Zümer 39/68’de bahsedilen
“sa‘ka”yı hayatın değil de aklın gitmesi olarak anlamak gerekir. Çünkü
onlar ölmüşlerdir ancak Allah katında hayattadırlar. Bununla birlikte
“sa‘ka”nın ölümü ifade etmesi de mümkündür. Bu meseleyi çözmek için
sahih bir habere ihtiyaç vardır. Kuşeyrî’nin bu düşüncelerini nakleden
Kurtubî, Hz. Musa ile ilgili sahih bir hadis nakleder (Buhârî, 1992:
Husûmât, 1; Müslim, 1992: Fedâil, 160). Hadiste geçen “ifâkat”ın
baygınlıktan ve aklın gitmesinden sonra olacağını, ölümden sonra hayatın
geri verilmesi şeklinde olmadığını ifade eder (1384: XV, 281).
Bu zikredilenler içinde en kuvvetli
görünen şehitler ile Hz. Musa’nın istisna edilecek olmasıdır. Hz. Musa
ile ilgili hadislerde ihtimalli bir ifade kullanıldığı, kesin bir bilgi
verilmediği için ilk sûr ile ölmekten istisna edilenlerin şehitler
olması kuvvet kazanmaktadır. Müfessirlerin çoğu da bu görüşe meyillidir.
D. SÛR’A KİM ÜFLEYECEK?
Kur’ân-ı Kerim’de sûra üfleneceği hep
meçhul sığa ile haber verilmiş, kimin üfleyeceği tasrih edilmemiştir.
Taberî, En’âm Sûresi’nin 73. âyetinde İbn Abbâs’tan “Sûra, gayb ve
şehadet âlemlerini bilen yani Allah Teâlâ üfleyecektir” şeklinde bir
görüş nakleder, ancak onu tercih etmez (1420: XI, 464).
İslâm âlimleri, sûra üfleyecek ve
insanları hesap meydanına çağıracak olan davetçinin (Tâ-hâ 20/108; Rûm
30/25; Kāf 50/41; Kamer 54/6-8) bir melek olduğu ve kendisine “İsrâfil”
(Cebeci, 2001: XXIII, 180) ismi verildiği hususunda ittifak etmişlerdir
(Taberî, 1420: XI, 463; XVIII, 369; İbn Ebî Hâtim, 1419: IX, 2928;
Beğavî, 1417: V, 295; VI, 181; Zemahşerî, 1407: III, 87, 88; IV, 393; İbn Atıyye, 1422: IV, 63; Râzî, 1420: XXII, 98; Kurtubî, 1384: XV, 279; 1425: 488; İbn Kesîr, 1420: I, 342; III, 281; V, 200, 315; VI, 216; VIII, 314; Süyûtî, 1416: 84).
Bazı rivayetlerde bu iş için iki meleğin
hazır beklediğinden bahsedilir (İbn Mâce, 1992: Zühd, 33; Süyûtî, 1416:
84). Bunlardan birinin İsrâfil (a.s), yanındakinin de Cebrâil (a.s)
olduğu söylenmiştir (Kurtubî, 1384: XV, 279). Ancak Muhammed Fuad
Abdülbâki bu rivayetin “zayıf”, Elbânî ise “münker” olduğunu
söylemiştir. Muhaddisler, doğrusunun “sâhibu’s-sûr” şeklinde tek
melekten bahseden Tirmizî rivayeti olduğunu söylemişlerdir.
Bazı rivayetlerde ise İsrâfil’in sağında
Cebrâil’in, solunda Mîkâil’in bulunduğundan söz edilmektedir (Ahmed,
t.y.: III, 9; Ebû Dâvûd, 1992: Hurûf, 1/3999; Hâkim, 1411: II, 291/3048;
Bebek, 2009: XXXVII, 534). Şuayb Arnaût ve Elbânî bu rivayetin
“zayıf” olduğunu söylemişler, Zehebî ise sükût etmiştir. Dolayısıyla son
iki görüş zayıf görülmüştür.
Kur’ân-ı Kerîm’de İsrâfil ismi geçmez,
ancak “sûr” ve “nâkûr”dan bahsedilen her âyette zımnen bunları üflemekle
vazifeli olan İsrâfil’den de söz edildiği söylenebilir (Cebeci,
2001: XXIII, 181). Hadislerde ise İsrâfil ismi açıkça zikredilmektedir
(Müslim, 1992: Müsâfirîn, 200; İbn Mâce, 1992: İķâme, 180; Tirmizî,
1395: Deavât, 31; Nesâî, 1992: Sehiv, 88, Ķıyâmü’l-Leyl, 12, İstiâze,
56). Bu rivayetlerde kıyamet gününde yapacağı vazife açısından
tanımlanarak “melekü’s-sûr” (Süyûtî, 1405: 33-35), “sâhibü’s-sûr”
(Ahmed, t.y.: III, 9; İbn Mâce, 1992: Zühd, 33; Ebû Dâvûd, 1992: Hurûf,
1/3999; Hâkim, 1411: II, 291/3048) ve “sâhibü’l-karn” diye tavsif
edilmiştir (İbn Ebî Şeybe, 1409: VI, 76/29587; Ahmed, t.y.: I, 326; III,
7; IV, 374; Tirmizî, 1395: Kıyâmet, 8/2431; Hâkim, 1411: IV, 603/8678;
Ebû Nuaym, 1394: III, 189; Beyhakî, 1423: I, 532/346). Bu rivayetlere
göre İsrâfil (a.s), Allah’ın “üfle!” emrini beklemektedir (Ahmed, t.y.:
III, 73; Hâkim, 1411: IV, 603/8677; Ebû Nuaym, 1394: III, 189; Beyhakî,
1423: I, 532/346). İsrâfil’in levh-i mahfûzla ilgili vazifeleri
bulunduğunu söyleyenler de olmuştur (Beyhakî, 1423: I, 529; İbn Kesîr,
1420: VIII, 373; Süyûtî, 1405: 34). Hz. İbrâhim’i ziyaret edip bir
çocuğunun olacağını müjdeleyen (Zâriyât 51/24-30), Lût peygambere insan
sûretinde görünüp kavminin cezalandırılacağını bildiren (Hûd 11/69-82)
melek grubu içinde İsrâfil’in de yer aldığı (Taberî, 1420: XV, 381;
Beğavî, 1417: IV, 187, 190; Yazır, t.y.: IV, 2800; VI, 4536; VIII,
5326), ayrıca onun Arş’ı taşıyan meleklerden biri olduğu da
kaydedilmektedir (Beyhakî, 1423: I, 529; Zemahşerî, 1407: IV, 151;
Süyûtî, 1405: 34; Cebeci, 2001: XXIII, 181).
Kaynaklarda “İsrâfil” kelimesinin
menşeine dair kesin bilgi bulunmamakla birlikte İbrânîce’den Arapça’ya
girdiği kabul edilir. İsrâfîl’in “Allah’ın kulu” (abdullah) veya
“Rahmân’ın kulu” (abdurrahman) mânalarına geldiğini bildiren bazı
rivayetler bulunmaktadır (Buhârî, 1992: Tefsîr, 2/6. Krş. Süyûtî, 1405:
33) Bundan hareketle İsrâfil’in İbrânîce’de “kul” anlamındaki isrâf
(serâf) ile “tanrı” anlamındaki îl (el) kelimelerinden oluşan bir isim
olabileceği düşünülmüştür (Cevherî, 1373: IV, 1373; İbn Manzûr, 1414:
IX, 151; Cebeci, 2001: XXIII, 180).
E. SONUÇ
Kur’ân-ı Kerim’de sıkça bahsedilen sûrun
ve ona üflemenin ne mânaya geldiği ve kaç defa olacağı tartışılmış,
âlimlerin çoğunluğu usûl gereği öncelikle âyetlerin zâhir mânasına
bakarak ve bu husustaki sahih hadisleri dikkate alarak sûrun boynuz
şeklinde kendisine üflenen bir âlet olduğu görüşüne varmışlardır. Bazı
müfessirlerin “sûr, «sûret (şekil)» kelimesinin çoğuludur, ona üflemek
de cesetlere ruh vermektir” şeklinde özetlenebilecek olan görüşleri pek
itibar görmemiştir. Genel kabule göre sûr ismi verilen âlete bildiğimiz
mânada üflenecek ve o da korkunç bir ses çıkaracaktır. Bu ses Allah
Teâlâ’nın kıyameti kopardığına, kâinatın nizamını değiştirdiğine, bütün
canlıları o esnada öldürdüğüne bir alamet olacaktır.
Sûra kaç defa üfleneceği de tartışma
konusu olmuş, birden dörde kadar olacağını ifade eden görüşler
serdedilmiştir. Bunların en kuvvetlileri iki ve üç defa üfleneceğini
söyleyenlerin görüşleridir. Âlimler daha çok ikisi arasında tereddütte
kalmışlardır. Âyetlerdeki ifadelerden kesin bir hükme varamayan
müfessirler hadislere bakmışlar, onlarda da sahih bir rivayete
ulaşamayanlar tevakkuf etmişlerdir. Bir kısmı iki de üç de
olabileceğini, sayıları az da olsa bir kısmı ise üç defa olduğunu
söylemiştir. Kur’ân’daki ifadelerin verdiği ağırlıklı kanaatlerine sahih
kabul ettikleri rivayetleri de ilave eden müfessirlerin ekseriyeti ise
sûra iki defa üfleneceğini, biriyle bütün canlıların öleceğini,
ikincisiyle de bütün ölülerin dirilip mahşer meydanına toplanacağını
ifade etmişlerdir.
Bazı rivayetlerden hareketle iki sûrun
arasından kırk sene geçeceği genel kabul görmüş, ilk sûrda ölmeyecek
olan, umumdan istisna edilenlerin “şehitler” olduğu çoğunluğun
birleştiği kanaat hâline gelmiştir.
Sûra bir meleğin üfleyeceği âyetlerden
anlaşılabilmekle birlikte bu meleğin isminin “İsrâfil (a.s)” olduğu
ancak hadislerden öğrenilebilmiştir.
Kaynaklar
Abdurrezzâk b. Hemmam (1403). Musannef (I-XI), thk. Habîburrahmân el-A’zamî, Beyrut: el-Mektebetü’l-İslâmî.
Lekânî, A. (1955). Şerhu Cevhereti’t-tevhid (İthâfü’l-mürîd), Kahire: el-Mektebetü’t-Ticareti’l-Kübra.
Ahmed b. Hanbel (t.y.). Müsned (I-VI), Kâhire: Müessesetü Kurtuba, t.y. (Şuayb Arnaût’un değerlendirmeleri Şâmile programından alınmıştır.)
Âlûsî, Ş. (1415). Rûhu’l-me‘ânî fî tefsîri’l-Kur’âni’l-azîm ve’s-seb’i’l-mesânî (I-XVI), thk. Ali Abdülbârî Atıyye, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Başoğlu, T. (2006). “Muhkem” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXXI, 42.
Beğavî, Muhyi’s-Sünne (1417). Meâlimü’t-Tenzîl fî tefsiri’l-Kur’ân (I-VIII), thk. Muhammed Abdullah en-Nemr – Osman Cum’a Dumeyriyye – Süleyman Müslim el-Harş, Dâru’t-Taybe.
Beydâvî, N. (1418). Envâru’t-Tenzîl ve esrâru’t-te’vîl (I-V), thk. Muhammed Abdurrahman el-Mer’aşlî, Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
Beyhakî, Ahmed b. Huseyn (1406). el-Baʻs ve’n-nüşûr, thk. Şeyh Âmir Ahmed Haydar, Beyrut: Merkezü’l-Hıdemât ve’l-Ebhâsi’s-Sekâfiyye.
Beyhakî, Ahmed b. Huseyn (1423). Şuabu’l-iman (I-XIV), thk. Abdülalî Abdülhamid Hâmid – Muhtâr Ahmed en-Nedvî, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd.
Buhârî, Muhammed b. İsmail (1992). es-Sahîh (I-VIII), İstanbul: Çağrı Yayınları, 1992.
Cebeci, Lütfullah (2001). “İsrâfil” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXIII, 180.
Cevherî, Ebü’n-Nasr (1407). es-Sıhâh tâcü’l-lüğa ve sıhâhu’l-arabiyye, thk. Ahmed Abdülğafûr Attâr, Beyrut: Dâru’l-İlm li’l-melâyîn.
Çınar, A. (2006). “Din Dili: Dinî Sembol ve Ritüel”, Dindarlık Olgusu (Sempozyum Tebliğ ve Müzakereleri), Bursa: Kurav Yayınları.
Dârimî, Ebû Muhammed (1992). Sünenü’d-Dârimî (I-II),
İstanbul: Çağrı Yayınları. (Eseri tahkik eden Huseyn Selîm Esed
ed-Dârânî’nin değerlendirmeleri Şâmile programından alınmıştır.)
Ebû Dâvûd, Süleyman bin Eş’as (1992). Sünenü Ebî Dâvud (I-V), İstanbul: Çağrı Yayınları.
Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf (1403). Tuhfetü’l-erîb bi-mâ fi’l-Kur’âni mine’l-ğarîb, thk. Semîr el-Meczûb, el-Mektebetü’l-İslâmî.
Ebû Hayyân Muhammed b. Yûsuf (1420). el-Bahru’l-muhît fi’t-tefsîr (I-X), thk. Sıdkî Muhammed Cemîl, Beyrût: Dâru’l-Fikr.
Ebû Nuaym Ahmed b. Abdillah (1394). Hilyetü’l-evliyâ ve tabakâtü’l-asfiyâ (I-X), Mısır: es-Saâde.
Ebü’s-Suûd, M. (t.y.). İrşâdü’l-akli’s-selîm ilâ mezâya’l-Kitâbi’l-Kerîm (I-IX), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
Ferrâ, Ebû Zekeriyya (t.y.). Meâni’l-Kur’ân (I-III) thk. Ahmed Yûsuf en-Necâtî – Muhammed Ali en-Neccâr – Abdü’l-Fettâh İsmail eş-Şelebî, Mısır: Dâru’l-Mısrıyye.
Gazâlî, Ebû Hâmid (1409). ed-Dürretü’l-fâhire fî keşfi ulûmi’l-âhire (Mecmuatü resâili’l-İmâm el-Gazâlî içinde), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Gaznevî, C. (1419). Kitabu Usûli’d-dîn, thk. Ömer Vefîk ed-Dâûk, Beyrut: Dâru’l-Beşâiri’l-İslâmiye.
Hâkim en-Neysâbûrî (1411). el-Müstedrek ale’s-Sahîhayn (I-IV), thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Halil b. Ahmed el-Ferâhîdî (t.y.). Kitâbu’l-Ayn (I-VIII), thk. Dr. Mehdî el-Mahzûmî – Dr. İbrahim es-Sâmirrâî, Dâru ve Mektebetü’l-Hilâl.
Heysemî, N. (1414). Mecmau’z-zevâid ve menbau’l-fevâid (I-X), thk. Hüsâmüddîn el-Kudsî, Kâhire: Mektebetü’l-Kudsî.
İbn Atiyye el-Endelüsî (1422). el-Muharraru’l-vecîz fî tefsiri’l-Kitâbi’l-Azîz (I-VI), thk. Abdüsselam Abdüşşâfî Muhammed, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
İbn Ebî Hâtim er-Râzî (1419). Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (I-XIII), thk. Es’ad Muhammed et-Tîb, Memleketü’l-Arabiyyeti’s-Suûdiyye: Mektebetü Nizâr Mustafa el-Bâz.
İbn Ebî Şeybe (1409). Kitâbü’l-Musannef fi’l-ehâdîsi ve’l-âsâr, thk. Kemâl Yûsuf el-Hût, Riyâd: Mektebetü’r-Rüşd.
İbn Kayyım el-Cevziyye (t.y.). er-Rûh fi’l-kelâmi alâ ervâhi’l-emvât ve’l-ahyâ bi’d-delâili mine’l-Kitâbi ve’s-Sünneti, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
İbn Kesîr (1420). Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm (I-VIII), thk. Sâmî b. Muhammed Selâme, Dâru’t-Taybe.
İbn Kuteybe ed-Dineverî (t.y.). Ğarîbu’l-Kur’ân, thk. Saîd Lahhâm, y.y.
İbn Mâce (1992). es-Sünen (I-II), nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, İstanbul: Çağrı Yayınları.
İbn Manzûr, M. (1414). Lisânü’l-Arab (I-XV), Beyrut: Dâru Sâdır.
İbn Mende (1406). el-Îmân (I-II), thk. Ali b. Muhammed b. Nâsır el-Fakîhî, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle.
İbn Râheveyh (1412). Müsnedü İshâk b. Râheveyh (I-V), thk. Abdülğafûr b. Abdilhak el-Belûşî, el-Medînetü’l-Münevvera: Mektebetü’l-İman.
İbnü’l-Cevzî (1422). Zâdü’l-mesîr fî ilmi’t-tefsîr (I-IV), thk. Abdürrazzâk el-Mehdî, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî.
Koç, T. (1998). Din Dili, İstanbul: İz Yayıncılık.
Kurtubî (1384). el-Câmi li-ahkâmi’l-Kur’ân (I-XX), thk. Ahmed el-Berdûnî – İbrahim Itfeyyiş, Kâhire: Dâru’l-Kütübi’l-Mısrıyye.
Kurtubî (1425). et-Tezkira bi-ahvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âhira, thk. es-Sâdık b. Muhammed b. İbrahim, Riyad: Mektebetü’l-Minhâc.
Malik bin Enes (1992). el-Muvatta’ (I-II), nşr. Muhammed Fuad Abdülbaki, İstanbul: Çağrı Yayınları.
Ma’mer b. Müsennâ, Ebû Ubeyde (1381). Mecâzü’l-Kur’ân (I-II), thk. Muhammed Fuad Sezgin, Kâhire: Mektebetü Hancî.
Mâtürîdî, Ebû Mansûr (1426). Te’vîlâtü Ehli’s-Sünne (I-X), thk. Mecdî Baslûm, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Mücâhid b. Cebr (1410). Tefsîru Mücâhid, thk. Dr. Muhammed Abdüsselâm Ebu’n-Nîl, Mısır: Dâru’l-Fikri’l-İslâmi’l-Hadîs.
Müslim b. Haccâc (1992). es-Sahîh (I-III), İstanbul: Çağrı Yayınları.
“Nefha” md. (2006). Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXXII, 523.
Nesâî (1992). Sünenü’n-Nesâî (I-VIII) İstanbul: Çağrı Yayınları.
Neysâbûrî, N. (1416). Ğarâibu’l-Kur’ân ve reğâibu’l-Furkân (I-VI), thk. Zekeriyya Umeyrât, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Nu’mânî, S. (1419). el-Lübâb fî ulûmi’l-Kitâb (I-XX), thk. eş-Şeyh Âdil Ahmed Abdülmevcûd – eş-Şeyh Ali Muhammed Muavviz, Beyrût: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Râgıp el-Isfahânî (1412). el-Müfredât fî ğarîbi’l-Kur’ân, thk. Safvân Adnân ed-Dâvudî, Dımeşk: Dâru’l-Kalem.
Râzî, F. (1420). et-Tefsîru’l-kebîr (Mefâtîhu’l-ğayb) (I-XXXII), Beyrut: Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabî.
Sâlihî ed-Dımeşkî (1417). Şerhu’l-Akîdeti’t-Tahâviyye (I-II), thk. Şuayb Arnaût – Abdullah b. Muhsin et-Türkî, Beyrut: Müessesetü’r-Risâle.
Sefârînî (1402). Levâmiü’l-envâri’l-behiyye ve sevatıu’l-esrâri’l-eseriyye li-şerhi’d-Dürrati’l-mudıyye fî akdi’l-firkati’l-merdıyye (I-II), Dımeşk: Müessesetü’l-Hâfıkayn.
Semerkandî, Ebü’l-Leys (t.y.), Bahru’l-ulûm (I-III), y.y.
Süyûtî, C. (1405). el-Habâik fî ahbâri’l-melâik, thk. Muhammed Saîd b. Besyûnî Zağlûl, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Süyûtî, C. (1416). el-Büdûrü’s-sâfire fî ahvâli’l-âhire, thk. Ebû Abdullah Muhammed Hasan, Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye.
Taberî, Muhammed b. Cerîr (1420). Câmiu’l-beyân fî te’vîli’l-Kur’ân (I-XXIV), thk. Ahmed Muhammed Şâkir, Müessesetü’r-Risâle.
Tirmizî (1395). es-Sünen (I-V), thk. Ahmed Muhammed Şâkir – M. Fuad Abdülbâkî – İbrahim Atve Ivaz, Mısır: Mektebetü Mustafa el-Bâbî.
Tirmizî (1992). es-Sünen (I-V), İstanbul: Çağrı Yayınları. (Elbânî’nin değerlendirmeleri Şâmile programından alınmıştır.)
Tokat, L. (2009). “Dinin Sembolik Dili”, Milel ve Nihal, cilt: 6, sayı: 1, Ocak-Nisan.
Topaloğlu, B. (2002). “Kıyamet” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi (DİA), XXV, 516-517.
Ukaylî, Ebû Ca’fer (1404). ed-Duafâü’l-kebîr (I-IV), thk. Abdülmu’tî Emîn Kal’acî, Beyrut: Dâru’l-Mektebeti’l-İlmiyye.
Yavuz, Y. Ş. (2006). “Müteşâbih” md., Diyanet İslâm Ansiklopedisi, XXXI, 204.
Wensinck, A. J. (1992). el-Mu’cemü’l-müfehres li-elfâzi’l-hadîsi’n-Nebevî (I-VIII), Leiden.
Yazır, E. M. H. (t.t.). Hak Dini Kur’ân Dili, İstanbul: Eser Kitapevi.
Yıldırım, S. (1996). Mevcut Kaynaklara Göre Hıristiyanlık, İzmir: Işık Yayınları.
Zemahşerî (1407). el-Keşşâf an hakâiki’t-Tenzîl ve uyûni’l-ekâvîl (I-VI), Beyrut: Dâru’l-Kütübi’l-Arabî.
[1] Tirmizî bu hadisin “hasen”, Elbânî ise, “sahîh” olduğunu söylemiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder