Hadis ve Sünnete Yapılan Saldırının İç Yüzü
Ara sıra medyada Kur'an-ı Kerim'in cem edilmesi yani bir araya toplanması ile ilgili "Bu iş Peygamberimizden sonra yapılmıştır. Dolayısıyla bu işi yapanların Kur'an a kendi düşüncelerine göre ekleme veya çıkarma yapmış olmaları muhtemeldir" şeklinde doğrudan Kur'an-ı Kerim'i hedef alan haberler olur. Bu, doğrudan Kur'an a saldırıldığında ne kadar tepki geleceğini test etmek için yapılır. Genellikle yoğun tepki geldiğinden hemen geri adım atılır ve daha az tepki gören hadis ve sünnete saldırma yöntemine geçilir.
Doğrudan Kur'an a saldırı yapamak yerine müslümanların dini kaynak konusunda yumuşak karnı olan hadislere saldırmak onlar açısından daha akılcıdır. Çünkü hadislere çamur atmak kolaydır. Nihayetinde bunu bize bildiren sahabe efendilerimizdir. Hadislerin insan kelamı olması, aynı hadisin metninde bile bazı farklılıklar bulunması (bunun değişik sebepleri vardır), doğrudan birinci ağızdan yazıya geçirilmemiş olması müşteşriklerin bu konuda istedikleri gibi at sürebilecekleri bir alan oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bazı uydurma hadislerin bulunması onların bu alanda at sürmelerini daha da kolaylaştırmıştır.
Önce hadisler itibarsızlaştırılacak, sonra Kur'an ın hadis ve sünnetle olan irtibatı ortadan kaldırılacak, daha sonra Kur'an, sünnet ve hadis olmadan açıklama yoluna gidilecek. Bu şekilde sorunları çözecek bir izah olamayacağından doğru açıklamalar yapılamayacak ve haşa "Bakın işte biz söylemiştik zaten. Kur'an Allah kelamı değildir. O zamanki sahabeler bunun içerisine kendi kafalarına göre eklemeler ve çıkarmalar yapmışlardır. Dolayısıyla Kur'an itibar edilecek bir kitap değildir" şeklinde bir hükme varılacak ve müslümanların dini kaynak bakımından birinci sırasında yer alan Kur'an ı itibarsızlaştırarak hayatlarından çıkarmalarına sebep olunacaktır.
Peygamber Efendimizin irtihalinden sonra hadis ve sünnete birinci dereceden şahit olan sahabenin ölüm sebebiyle yavaş yavaş ortadan kalkması, sahabe efendilerimizin zaten hayatlarının her alanına hakim olan hadis ve sünnete ayrı bir önem vermelerine sebep olmuştur. Sırf bir hadisin doğruluğunu öğrenmek için "Peygamber efendimiz böyle böyle buyurmuştu. Sen de oradaydın doğru mu?" sorusuna karşılık evet veya hayır cevabını alabilmek için rihle denilen aylar süren yorucu yolculuklar yapılmıştır. Sadece bu bile sahabe efendilerimizin hadislere ne kadar büyük önem verdiğini ortaya koymaktadır.
Hadislerin toplanmasında çok titiz davranılmış, bir kere bile yalan konuştuğu bilinen bir raviden (hadis nakleden kişi) doğru dahi olsa hadis rivayeti yapılmamıştır. Hadisleri toplama-derleme çalışmalarında hadis usulü denilen bir ilim ortaya konulmuş ve çok katı kurallara bağlanmıştır. Hadislerin doğruluğunu ortaya koyabilmek için çok sıkı tedbirler uygulanmıştır.
Çocuk yaşında zamanın eşsizi manasında Bediuzzaman ünvanını alan Said Nursi hazretleri "Hususan Buharî, Müslim, İbn-i Hibban, Tirmizî gibi kütüb-ü sahiha; tâ zaman-ı sahabeye kadar, o yolu o kadar sağlam yapmışlar ve tutmuşlar ki, meselâ Buharî'de görmek, aynı sahabeden işitmek gibidir" buyurmuştur (1). Bu söz üzerine kim söz söyleyebilir?
Buhari, Müslim, Ahmet Bin Hanbel gibi muhaddisler (hadis âlimi) topladıkları hadisleri amacına göre sınıflandırarak kitap haline getirmiştir. Ki bu alimler yatsı namazının abdestiyle 40 yıl boyunca sabah namazını kılacak kadar din ile uğraşan, aklı-fikri her şeyi din olan, bütün amacı dini hakikatleri ortaya çıkarmak olan insanlardır. Bırakın âlim olanını, o zamanki sıradan insanların birkaç düşüncesinden biri dindi. Şimdiki alimlerin ise birkaç bin düşüncesinden birisi din. Onlarla bizim dini düşüncelerimiz arasında bu derece fark vardır. Şimdi zamane hadis tenkitçileri hangi saikle hadisleri, hadis kitaplarını tenkid edebiliyorlar. Biz yirmi dört saatimizin kaçını dinle alakalı işlerle geçiyoruz? Bırakın ibadet etmeyi, bağışlayın taharet almasından haberi olmayan bu zamane din adamları, o büyük alimlerin o kadar titiz ve neredeyse günlerinin tamamını alacak derecede vakitlerini harcayarak hazırlamış oldukları bu eserlere hangi hakla dil uzatma cesareti gösterebiyorlar? Bunlar bu halleriyle, doktora giden birinin doktorun koyduğu teşhisi beğenmeyip, kendisi birtakım öngörülerde bulunan ahmağın kat kat ötesinde bir ahmaklık ortaya koyuyorlar.
Eğer Kur'an kendi başına anlaşılabilecek bir kitap olsaydı Allah onu bir dağa kitap olarak indirir, insanlara gidin alın ve okuyun derdi. Ama Allah Kur'an ı açıklayıcısı ile beraber göndermiştir. Onun açıklayıcısı Peygamber efendimiz Muhammed Mustafa Sallallahu Aleyhi ve Sellem dir. O sözleriyle, fiileriyle takrirleriyle Kur'an ı açıklamıştır.
Sünnet olmadan ne namaz kılabilir, ne hac, kurban gibi pek çok ibadeti doğru olarak yerine getirebilirsiniz. Peygamber efendimiz bunları uygulamalı olarak göstermiştir. Bu da sünnettir. Maide suresi 6. ayette abdestin nasıl alınacağı açıklanmıştır. Ama mest ile ilgili bir açıklama yoktur. (Kur'an da her şeyin olduğu gibi mestin de izahı vardır. Ama bunu farkedebilecek çok yüksek idrak lazımdır). Eğer sünnet ve hadisi kabul etmezsek mest gibi bir kolaylığı da kabul etmemiş olacağız. Hadi mesti kabul ettik, nasıl mest yapacağız? Hz. Ali efendimiz "Peygamberimizi, mestlerin üstünü mest ettiğini görmesem alt kısmını mest ederdim" buyurmuştur. Aklen öyle olması gerekir. Ama akıl ile hikmet çoğu zaman tevafuk etmez. Görüldüğü gibi mestin nasıl yapılacağı ayrıntısında bile sünnet belirleyici olmaktadır.
Günümüzde Milli Eğitim Bakanlığı ders kitaplarının tamamını ücretsiz olarak öğrencilerimizin önüne koymaktadır. Peki Milli Eğitim Bakanlığı "İşte kitap burada. İçerisinde herşey var. Bütün bilgiler mevcut. Okuyun anlayın." deyip öğrencileri kendi halinde mi bırakıyor yoksa milyarlarca lira harcayıp her sınıfa bir öğretmen mi atıyor? Eğer o kitaplar kendi başına okunup anlaşılabilecek kitaplar olsaydı öğretmene ihtiyaç kalmaz, her öğrenci açar okur, orada yazan bilgiyi edinirdi. Ama orada yazan bilginin o öğrenciler tarafından yeteri kadar anlaşılabilmesi için muhakkak surette bir rehber, bir öğretmen lazım geldiğinden devlet milyarlarca lirasını öğretmenler için harcamaktadır. Doğru olan da budur. Kur'an da aynıdır. Okul sırasındaki kitap gibidir. İçerisinde her türlü bilgi mevcuttur. Ama nasıl ki öğrenci ders kitabında yazan bilgiyi doğru şekilde anlayamıyor, doğru şekilde kullanamıyorsa bizim de bir açıklayıcı olmadan Kur'an ı doğru şekilde anlamamız mümkün değildir. Onun için Allah, Kur'an ı açıklayıcısı ile yani Peygamber Efendimiz ile birlikte göndermiştir.
Kur'an bir yana hadisler bile tevile yani açıklamaya muhtaçtır. Bir gün Efendimiz sahabeleri ile beraber otururken çok yüksek bir ses işitilmiş ve herkes bu sesin nereden geldiğini sormuş. Peygamber Efendimiz "70 sene önce cehennemin dibine yuvarlanan bir taşın cehennemin dibini boylamasının sesidir" (2) buyurmuştur. Sahabe efendilerimiz bu ifadeyi gerçek manasında anlamış, ancak biraz sonra bir sahabi efendimizin getirmiş olduğu haberle işin özü meydana çıkmıştır. Sahabi Efendimiz çok meşhur bir münafığın öldüğünü haber vermiş ve bu şekilde hadisin işaret etmiş olduğu mana da ortaya çıkmıştır. Yani 70 yaşında olan ve yapmış olduğu işlerle hayatı boyunca cehenneme doğru sürüklenen bir münafığın o anda öldüğünü yani cehennemin dibini boyladığını anlamışlardır. Eğer bu haberci gelip o münafığın öldüğünü haber vermemiş ve bu konu burada kapanmış olsaydı bu olay nasıl anlaşılacak, işin gerçeği nasıl meydana çıkacaktı? Görüldüğü gibi hadisler bile tevile muhtaçken hardal tanesi misali bilginle ayetleri hadis ve sünnet olmadan açıklamaya kalkamazsın. Böyle bir açıklama yapıldığında ortaya müşteşriklerin (3) istediği çözümsüzlük çıkacak ve dolayısıyla Kur'an ın Allah kelamı olmadığı ve Kur'an ı toplayan, mushaf haline getiren sahabe tarafından ona ekleme veya çıkarma yapıldığı ileri sürülecektir. Olay budur, olayın perde arkası budur. Hadislerin itibarsızlaştırılmak istenmesindeki maksat budur. Hadisler ve sünnet, dolayısıyla Kur'an itibarsızlaştırmak istenmektedir.
Bir ayet/hadis okuduğumuz veya duyduğumuz zaman eğer aklımıza yatmıyorsa onu inkar etmemeliyiz. Ya bir hayır var, burada anlatılmak istenen başka bir mana var deyip bir kenara koyacağız veya büyük islam alimlerinin ifadelerine başvuracağız. Yoksa bizim aklımızın almaması o hadisin veya ayetin yanlış/yalan olduğu manasına gelmez. Sen havayı da aklını da görmüyorsun. O zaman aklının olmadığını söyleyebiliyor musun? Havayı görmüyorsun. Ama sana hava vardır diyen birisine havayı görmediğin halde sen yalan konuşuyorsun, hava yoktur diyemiyorsun. Bir şeyi görmüyor, anlamıyor olman, o şeyin yokluğuna delil olamaz. Dolayısıyla bizim aklımızın bir konuyu almaması o konunun veya bilginin yanlış, yalan olduğu manasına gelmez. Bize düşen bunun içyüzünü araştırmak böyle bir imkanımız yoksa doğrudur deyip -oradaki emirleri ister yaparsın ister yapmazsın- ama en azından inkar etmeden yaklaşmaktır.
Selam ve dua ile...
Ayhan Kaplan
1- Risale-i Nur/Mektubat/19. Mektup/10. İşaret
2- Müslim, Cennet-31
3- Müşteşrik: İslamı araştıran (!) batılı ilim adamları, oryantalist, şarkiyatçı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder