Gavs - Kutub Efsanesi
Gavs :
Kutub derecesine eren en büyük velîye kendisinden manevî yardım istendiği (istigâse) için gavs da denilir. Gavs-ı A'zam tabiri de kutb-i ekberi karşılar.
Tasavvuftaki klasik Mitolojik hikayelerden biriyle daha karşı karşıyayız! Yüce Allah'ı rububiyyet ve uluhiyyetten soyutlanın ve felsefede "Akl-ı evvel", Hristiyanlıkta "Kelime" ve tasavvufta "Kutup" olarak adlandırılan batıl bir kuruntuya giydirilen bir uydurma!..
Gavs sıfatının lugati Farsça , Fars'ın da (İran) Şia, "Tasavvuf"un da Şia'dan beslenerek ortaya çıktığı gibi, Hallac-ı Mansur, Celaleddin-i Rumi (Mevlana), İbn Arabi vs pek çok tasavvuf ehlince büyük sanılan önderleri İran'da bulundukları, eğitim aldıkları siyerleri incelendiğinde görülecektir.
Kutub inancına ilk defa Muhammed b. Ali el-Kettânî'de (ö. 322/934) rastlanır. Kettânî, ricâlu'l-gaybdan bahsederken kutub anlamında kullanılan gavsın bir tane olduğunu söyler. (Şa'rânî, et-Tabakât, 1, 95)
Kettani'den sonra kutubdan daha açık ve geniş olarak Hucvîri bahsetmiştir.
Hucviri'ye göre kutub zahir ve bâtın, maddî ve manevî bütün varlıkların eksenidir, yani her şey onun üzerinde ve çevresinde döner, ona dayanır. Onun her şeye feyiz veren bir özelliği vardır. Allah âlemi ve âlemdeki düzeni onun aracılığı ile devam ettirir. (Keşfu'l-mahcub, s. 249, 329,346)
Bazı mutasavvıflar gavslık (gavsiyet, kutbiyet) makamını ikiye ayırırlar.
Birinci makam: İrşâd,
ikinci makam: Vucud makamını oluşturur.
İrşâd makamı, nübüvvetin bâtınını; vucud makamı da son nebi Muhammed (s.a.v.)'in bâtınını temsil eder. İrşâd makamı birden çok gavs tarafından temsil edilebilir, dolayısıyla aynı anda birçok gavs bulunabilir. Fakat vucud makamı ancak tek gavs tarafından işgal edilebilir; bu nedenle her yüzyılda ancak bir vucud gavsi vardır. Bu tarifte vucud gavsı, gavsu'l-âzam demektir. Gavsu'l-âzam'a ayrıca Abdullah, Abdu'l-Câmi adları da verilir.
el-Kaşanî şöyle diyor:
"Kutup, ya madde alemindeki yaratıklara nisbetle kutuptur ki, ölünce ona yakın bedel yerine halife olur, ya da gayb ve şehadet (madde) alemindeki bütün mahluklara nisbetle kutuptur ki, onun yerine ne bir bedel halife olur ne de bir başka yaratık yerini tutar. Bu da şehadet aleminde birbirini takip eden kutupların kutbudur. Ondan önce ne bir kutup olur ne de yerine başkası geçer. O da "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım' ifadesinde sözü edilen Mustafa (Muhammed)'in ruhudur.
(el-Kaşânî, Keşfu'l-Vucuhi'l-Ğur, 2/103, 1320 h. Divan şerhi hamisinde. Meşhur tasavvuf kitaplarının hepsinde bu konu değiişik boyutlarıyla işlenmekledir. "Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım" anlamındaki hadisi tasavvufçular kutup anlayışları ve Hakikat-ı Muhaımmediyye inançlarına dayanak yapmak için uydurmuşlardır. Bu rivayet hadis değil, uydurma bir sözdür. (Keşfu'l Hafa 2/164, Leyla mad.)
Gavs'ın ya da gavsu'l-âzam'ın başkanlık ettiği veliler örgütüne ricâlu'l-gayb (gayb adamları, gayb erenleri) denir. Bunlar, Kur'an'ın, "Yeri döşedik ve oraya sabit dağlar (revâsi) yerleştirdik" (Kaf, 7) ayetinde andığı "dağlar" mesâbesindedir.
Ricâlullah, merdân-ı huda, merdân-ı gayb, hukûmet-i sufiye gibi adlarla da anılan ricâlu'l-gayb örgütünde gavs'ın altında İmaman (iki İmam) bulunur.
Sağdaki imama, İmam-ı yemîn, soldaki imama; İmam-ı yesâr denir. İmam-ı yemîn, gavs'ın hükümlerinin, imamı yesâr gavs'ın hakîkatinin mazharıdır. Gavs öldüğü zaman yerine İmam-ı yesâr geçer.
3'ler de denilen gavs ile imaman'ın altında yeryüzünün dört yönünü yöneten evtâd-ı erbaa (dört direk) bulunur. Daha aşağıda ise nuceba (necibler, 8 ya da 40 veli) ve nükebâ (nakibler, denetçiler, on ya da üçyüz veli) yeralır.
Başka bir tasnife göre, ricâlu'l-gayb toplam 4000 veliden oluşur. Bunlar halktan gizlidirler (mektûm). Bunlar içinde ahyâr (hayırlılar) adı verilen 300 veli, ilk üst grubu oluşturur. Ahyâr, işlerin yapılmasına ya da yapılmamasına karar veren ehl-i hal ve'l-akd veliler, komutan velilerdir.
Bunların üstünde 40 velîden oluşan ve abdâl, budelâ denilen velîler; bunların üstünde de ebrâr (iyiler) denilen 7 velî yer alır. Örgütün en üst mertebelerini de 4 velîden oluşan evtâd (direkler); 3 velîden oluşan nukebâ(denetçiler) ve gavs (ya da gavsu'l-âzam) işgal ederler.
Ricâlu'l-gayb, yardımlaşarak kâinatı idare ederler.
Kutub konusu en geniş ve kapsamlı bir şekilde Muhyiddin İbnu'l-Arabî ve izleyiçileri tarafından işlenmiştir.
İbnu'l-Arabî el-Futuhatu'1-Mekkiyye'ye kutub meselesine geniş yer ayırdığı gibi ayrıca Menzilu'1-kutb, Risale fî marifeti'l-aktâb ve er-Risaletu'1-ğavsiyye adıyla eserler de yazmıştır.
Ona göre her eksen, çevresinde dönen şeylerin kutbudur. Bu anlamda kabile şefi ve aşiret reisi kabilesinin ve aşiretinin kutbudur. Çünkü yönettiği toplum ona dayanır, onun etrafında döner. Tasavvuftaki kutub da böyledir.
İbnu'l-Arabî bir işin erbabı ve ustası olan, herhangi bir nitelik veya yetenek kendisinde en mükemmel şekilde tecelli eden kişilere de kutub nazarıyla bakar. Meselâ bir çağda en mükemmel mütevekkil kim ise o çağda tevekkül ehlinin kutbu odur. Buna göre kutub bir tür prototiptir, belli bir zümrenin veya mesleğin ideal temsilcisi ve piridir.
İbnu'l-Arabî ayrıca tasavvuf! makamların sahibi olan kutublardan bahseder. Ona göre her çağda tevekkül, muhabbet, marifet gibi makam ve hallerin her biri için mutlaka bir kutub vardır. Rasûl-u Ekram'in manevî bir özelliğine en yüksek derecede vâris olan bir velîye Muhammedi kutub dendiği gibi yine Peygamber vasıtasıyla önceki peygamberlerden birinin özelliğini güçlü bir şekilde temsil eden velîye de meselâ İbrahimi kutub, Musevi kutub gibi adlar verilir.
Kutbu'l-aktâb çeşitli işlevleri itibariyle kutb-i âlem, kutb-i cihan, kutb-i ekber, kutb-i irşâd, halife, kutb-i zaman, kutb-i vakt, vâhid-i zaman, sâhib-i vakt, hicâb-ı a'lâ. mir'ât-ı Hak, kutb-i medar ve gavs adını alır. Mâna alemindeki adı Abdullah olan kutbu'l-aktâbın biri solunda, diğeri sağında olmak üzere iki imam vardır. Soldakinin mâna alemindeki adı Abdulmelik olup melekût âlemini, sağdakinin mâna alemindeki adı Abdurrab olup mülk âlemini yönetir. Kutub vefat edince yerine derecesi daha yüksek olan halifesi Abdulmelik geçer ve Abdullah adını alır.
Bütün kutublar kutbu'l-aktâbın emri altındadır. On iki kutubdan yedisine iklim kutubları, beşine velayet kutubları denir. İklim kutublannın her biri bir İklimi kontrol eder. Diğer velîler velayet kutublarından feyiz alır.
İbnu'l-Arabî ayrıca, velayet yolunda ilerleyen bir sûfînin ulaştığı çeşitli kutbiyet mertebelerinden söz eder. Ona göre kutbu'l-aktâb için de kendine has dereceler vardır.
Kutbu'l-aktâb yükselince ferdâniyyet mertebesine ulaşır. Bu mertebede bulunan kutbun irade ettiği her şeyi Hak da irade eder. Bu derecedeki kutub bir velîyi veya kutbu azletme, yerine başkasını tayin etme yetkisine sahip olur. Alâuddevle-i Simnânî'ye göre irşad kutbu güneş veliliğine sahip olup bütün âlemi aydınlatır. Abdal kutbu ise ay veliliğine sahiptir; yedi iklimde sözü geçer Ferdâniyyet mertebesindeki kutbü'l-aktâb yükselince vahdet kutbu mertebesine ulaşır. Bu mertebe maşuk olma makamıdır. Bâyezîd-i Bistâmî, Şiblî ve Abdulkâdir-i Geylânî'nin bu dereceye ulaştığına inanılır.
Ferdâniyyet mertebesinde mekân söz konusu olmaz. Kutubları halk göremez, fakat derecesi yüksek olan kutublar alt makamlardaki kutubları bilirler.
Sûfîlerin kutub inancı ve kutba yükledikleri işlevler bazı âlimlerin eleştirilerine yol açmıştır.
Kur'an'da, hadiste, selefte ve ilk sûfîlerde kutub inancının bulunmadığını söyleyen Takıyyuddin İbn Teymiyye'ye göre; her şeyden önce bazı velîlere kutub ve gavs denilmesi yanlış bir adlandırmadır. Ona göre bu inanç, Şiîler'in masum imam veya astronomi âlimlerinin kutub fikrinden kaynaklanmış olup temelinde Allah'ı hükümdara benzetme fikri yatmaktadır. Allah'a ait bazı sıfatların kutba atfedilmesi, gavstan imdat istenmesi anlayışı da İslâm'ın tevhid anlayışıyla bağdaşmaz.
(Mecmu'u fetâuâ, II, 363, 376,433,440)
İbn Haldun da kutub fikrinin İsmâiliyye inançlarıyla benzerliğine dikkat çekmiştir.
Said Nursi; Abdulkadir Geylânî’nin aşağıdaki beyiti kendisi için 8 asır önce yazdığını iddia etmektedir :
Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.
Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada
Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.
Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.
Müridim ister doğuda olsun ister batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada”
(Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat, İstanbul 1991, s. 119)
Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar.
(İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza.)
İsbat için, cifir ilmi denen hayali, yahudi tılsımlarına dayanır ve şiirde şu anlamın saklı olduğunu söylerler:
"O Gavs'ın müridi Said Kürdî, Rusya'da esirken kuzeydoğu Asya’dan bid’atçıların eliyle Asya’nın batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim."
Yardımın nasıl gerçekleştiği, şöyle anlatılıyor:
“Evet Hazret-i Gavs'ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya'nın kuzeydoğusunda, yok edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs'ın dediği gibi hep koruma altında olmuştur.
Üstadımız diyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim.
Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur" derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir".
(Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat s. 120)
Bu sapkın inancın İslama aykırılığı Kur’an’da da sabittir:
“Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz..“ (Neml 62)
Güç yetirilemeyen konularda Allah’tan başkasından yardım alınabilirse, kim Allah’a sığınır?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
“De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınız ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.
Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur.” (isrâ 56- 57)
“Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğunuzu bilir. Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey yaratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.
Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler.” (Nahl 19- 21)
Kutub Yaverleri
1- İmâmân (İki imam): Kutbun iki veziri mesabesindedir. Biri melekut, diğeri mülk alemi ile görevlidir.
2- Evtadı Erbaa (dört kazık): Bunların üç kişi olduğu da söylenir. Zamanın kutbu ölünce onlardan biri onun yerine geçer. Bilgileri Kutbu'1-Aktab'tan bir feyizdir. Bunlar ölecek olursa, bütün alem bozulur.
3- Ebdal (bedeller): Bedel, velisi göçmüş olan bölge ruhlarının toplandığı ruhani bir hakikattir. Sayılan kırktır. Yirmi ikisi Şam'da, onsekizi İrak'tadır. (Diğerleri herhalde kayıplara karışmış)
4- Nuceba' (Soylular): Bunlar Ebdal'dan aşağıdırlar. Yerleri Mısırdır. İşleri yaratıkların yüklerini taşımaktır. Yetmiş kişidirler.
5- Nukeba' (Başkanlar): Sayılarının üçyüz veya beşyüz olduğu söylenir. Görevleri, yerin altındaki gizlilikleri ortaya çıkarmaktır. (Ebdal ile ilgili hadis sahih değildir. Muhammed Nasıruddin el-Elbani, Silsiletu'l-Ehadisi'z-Zaifla, C.2 hadis no:936; Zaifu'l-Camii's-Sagir ve Zıyadetuhu el-Fethu'l-Kebir, s, 355, hadis nu.2269)
Tasavvufçularm hayalleri ve gülünç hurafeleriyle uydurdukları masal ülkesinin hiyerarşisi bunlardır. İnsanları arzularına ram etmek, Allah'tan korkar gibi kendilerinden korkmak ve bütün arzularına boyun eğdirmek, kulların kaderlerinde ve ruhlarında tasarruf yetkileri olduğunu telkin etmek için uydurdukları masal ülkesi budur.
Yaşayanların iman ve nzıklarını çalmak, ölenlerin de kefenlerini soymak için tasavvufçuların Allah'ın egemenliğine ve birliğine karşı ortaya attıkları hayal ülkesi budur. Bütün bu işleri tasavvuf bürokratları yaptığına, insanların ruhları, nzıkları, ecelleri, kaderleri ve hayatları üzerinde bu şekilde tasarruf ettiklerine göre, acaba Allah'a, peygamberlere ve meleklerine ne kalmış olur? Başka bir ifade ile, Allah'a, peygamberlere ve meleklere ne ihtiyaç kalır. (Cevahiru'l-Maani,1/93) Allah, zalimlerin uydurduklarından munezzehtir. Yerlerin ve göklerin mülkü ve hakimiyeti O'nundur.
Bu masalı bir de Molla Cami'den dinleyelim.
Bilindiği gibi Molla Cami, nerede bir batını varsa, hepsini veli olarak ilan etmiş ve Nefahatu'1-Uns Min Hadarati'l-Kuds kitabına almıştır.
Günümüz harfleriyle de Türkçe tercümesi olduğu için bir nevi el kitaplarından olmuştur. Tasavvufun meşhurlarından biri olarak bu masalı bir de ondan dinleyelim:
"Şeyh Muhyiddin Arabi'den şöyle nakledilmiştir:
Hakikatta Muhammed'in kutubları iki türlüdür. Biri peygamberimizin bi'setinden önce olanlardır. Bunlar sayıları üçyüz onüç tane ofan peygamberlerdir. Diğeri bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar oniki kutubdur. Yani oniki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bîr peygamberin izi üzerindedir. Bir bölgede veya bir tarafta, yedi bölgedeki ebdal gibi, insanlardan bir topluluğun işi bir kutba havale edilmiştir. Zira her iklimde bir bedel vardır. O da iklimin kutbudur. Bunlar dört evtad gibidirler. Onlarla Allah doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi muhafaza ediyor. Halkı mu'min veya kafir her memleketin bir kutbu olduğu gibi, Allah velilerinden biri ile o memleketi muhafaza eder. Yine makam sahiplerinden her birinin bir kutbu vardır ve o onların zamanında işlerin merkezi olmuştur. Onlara Kutbu'i-Arifin, Kutbu'l-Muhibbin, Kutbu'1-Mutevekkifin, Kutbu'z-Zahidin, Kutbu'l-Abidin denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir. Peygamberimizden sonra geleceğini söylediğimiz on iki kutub bu ummetin işlerini üzerine almışlardır. (Tasavvufçıılar, her tasavvufçunun azmettiği zaman kutup olabileceğini ve evrende tasarruf sahibi olacağını iddia ederler. Bu konuda daha fazla bilgi için Abdulvahhab eş-Şarani, el-Yevakil ve'l-Cevahir, 2/79-83; ibn Arabi, Futuhat-ı Mekkiyye, 2/7, 8, 52, 208. Ayrıca bu sapık inançların eleştirisi, kaynakları ve sonuçları hakkında bilgi için Muhammed Fihr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l Halk, 89-96; Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 229-247.)
Nitekim alemdeki cisimlerin yörüngesi on iki tanedir. İbadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların dışındadır. Bunlar bir topluluktur ki, kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır ve iki Hatem onlardandır. Bi'setten evvel peygamberimiz de onlardandı.
(Sıfatlan sayılmakta ve Allah'a mahsus sıfatlarla donatılmaktadır. Aynı şekilde diğer kutubların da sıfatları sayılmaktadır.)
On iki kutub şunlardır:
1- Hz. Nuh'un izinde olanlar.
2- Hz. ibrahim'in izinde olanlar.
3- Hz. Musa'nın izinde olanlar.
4- Hz. İsa'nın izinde olanlar.
5-Hz. Davud'un izinde olanlar.
6- Hz. Süleyman'ın izinde olanlar.
7- Hz. Eyyub'un izinde olanlar.
8- Hz. İlyas'ın izinde olanlar.
9- Hz. Lut'un izinde olanlar.
10- Hz. Hud'un izinde olanlar.
11- Hz. Salih'in izinde olanlar.
12- Hz. Şuayb'ın izinde olanlar.
(Her birine ait olan sure ve her birinin tasarruf alanları, yetkileri anlatılmaktadır).
Futuhat-ı Mekkiyye'de ayrıca Recebiler denilen ehlullah'tan bir zumre anlatılır. Bunlar kırk kişidirler. Ne fazla ne eksik. Recep ayının ilk gününde sanki gökler onlar üzerine çökmüş gibi bir kenar çekilirler. Asla bir harekete güçleri yoktur. Ne ayak üzerinde durabilirler, ne oturabilirler... Bu taifeden Recep ayında birçok tecelliler, keşifler ve gayba muttali olmak gibi haller meydana gelir, (ibn Arabi'nin onlardan birini gördüğünü, bu Receb'in rafızileri simalarından tanıdığını kaydeder).
İmamân; iki şahıstır. Biri Gavs (Kutbu'l-Aktab)'ın sağındadır. Nazarları alemi melekutadır. Ona Abdurrab denir. Biri de solundadır. Hazarları alemi melekedir. Ona Abdulmelik denir. Mertebe bakımından bu imam Abdurrab'dan raha faziletlidir. Evtad: Alemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ve adı Abdulhay'dır. Biri batıdadır ve adı Abdulalim'dir. Biri kuzeydedir ve adı Abduimürid'dir. Biri de güneydedir ve adı Abdulkadir'dir.
(Nefehatu'l-Uns min Hadarati'l-Kııds, 49-55. Bedir Yayınevi, İstanbul 1971, Sadeleştirilip özetlenmiştir)
(Ondan sonra ebdal, nuceba, nukeba, rukeba ve hususiyetleri, görevleri anlatılır).
Üçler, yediler, kırklar gibi halk arasıda yaygın olan batıl inancın bu masallara dayandığı anlaşılıyor. Nitekim Hızır'ın kişiliği etrafında Örülen masallar ve uydurulan hikayeler de bu inançlara dayanmaktadır. Çünkü gayb ricali, mukaddes ruhlar, nukeba, nuceba, rukeba, evtad, ebdal, aktab, gavs, gavsı a'zam gibi batini şii memleketin kurmayları yahut erkanı toplumun zihinlerine mukaddes inanç olarak sokulmuş ve bir inanç sistemi haline getirilmiştir. Zaten tasavvuf şii-batıniliğin aldatıcı maskesinden ibaret değil midir?
Kutup, gavs, ebdal, evtad, gibi tasavvufi çevrelerin dilinde dolaşan bu isimlerin dinden hiçbir delili yoktur. Bunlarla ilgili söylenen şeylerin tümü uydurmadır.
Bu konuda İbn Teymiyye şöyle demektedir:
"Fasıkların ve halktan birçokların dilinde dolaşan Mekke'deki gavs, dört evtad, yedi kutup, kırk ebdal, üç nuceba isimleri ne Allah'ın kitabı Kur'an'da mevcuttur, ne de sahih, hatta ebdal lafzının hamledileceği zayıf bir senedle Rasulullah'dan rivayet edilmiştir.
(ibn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava 11/433, Hz. Ali'ye nisbet edilen ve senetli sahih olmayan bir rivayete göre Şam'da kırk ebdal varmış, onlardan biri Ölünce yerine yenisi geçermiş.
Halbuki rivayet sahih değildir. Mecmuu'l Fetava -11/434. Bu sınıflarla ilgili söylenenlerin sahih olmadığını aynı şekilde Zehebi de belirtmektedir. Mizanu'l-İtidal ,1/ 187)
"Bu kişilerin Rasulullah'dan sonra olduğu iddia edilirse, iddia sahiblerine şunu sormak gerekir; Bunlar ne zaman var oldular?
Onların ilki kimdir?
Kur'an'dan veya altı hadis kitabından hangi delile dayanmaktadırlar?
İlk üç nesilde bu sınıflar iddia edilen sayılarda hangi mutevatir icma ile sabit olmuştur ki bunların varlığına inanalım?
Bilindiği gibi akaid konuları ancak kitap, sünnet ve ümmetin icmaı ile sabit olur. İddia sahiblerine "Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin" diyoruz. Bu seri dört çeşit delille isbat etmezlerse, şubhesiz yalancıdırlar ve yalanlarına da inanmıyoruz.
"Kim yer yüzündekilerin sıkıntılarının giderilmesi ve üzerlerine rahmetin inmesi için ihtiyaçlarını önce üçyüz'e, onlar da yetmiş'e, onlar da kırk'a. onlar da yedi'ye, onlar da dörde, onlar da ğavs'a bildirdiklerini iddia ederse, yalancıdır, dalalettedir, müşriktir.
(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437)
"Bu mertebeleri iddia edenler bazı yönlerden Rafızileri taklit etmektedirler. Hatta bu sayılar ve bu sıralama bazı yönlerden İsmailiyye ve Nusayriyye'nin Sabık, Tali, Natık, Esas, Cesed gibi Allah'ın bildirmediği tasniflerine benzemektedir.
(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437 - 438)
Rakipsiz En Büyük Kutuptur İbn Arabi
Aktab, evtad ve ebdal için İbn Arabi, bu nitelikleri saydıktan sonra haliyle kendini bu unvanlardan biriyle niteleyecektir. Ne var ki aşağı bir unvanı yahut küçük bir mertebeyi kendine yakıştıracağını sanmayınız.
Onun için kendisinden büyük bir kutbun bulunmadığı en büyük kutup olarak kendini ilan etmekte ve şöyle demektedir:
"Bu asırda ubudiyet makamında benim kadar tahakkuk eden birinin olduğunu bilmiyorum. Çünkü Rasulullah'a veraset hükmüyle ubudiyet makamında hedefe ulaştım. Allah bu makamı kendisinden bir bağış olarak bana verdi. Onu amel ile elde etmedim, sadece Allah'ın vergisidir.
(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437 - 438)
Görüyorsunuz, ibn Arabi, kendini hiçbir zirvenin boy ölçüşemeyeceği bir zirveyde koşuyor ve herhangi bir kimse kendisinden bu tercihin ve seçimin delil ve belgesini sormaması için bunun kendisine Allah tarafından verildiği yalanını söylüyor.
Bu şekilde İbn Arabi, şeytanın hasta tasavvuf zihniyetine çizdiği gizli devlet üzerinde taç giymiş bir melek veya hükümdar olarak kendini ilan ediyor. Kendini kutupların kutbu, peygamberin varisi ve bilginlerin bilgim olarak empoze ediyor. Kendisinden sonra gelen ve yolunu izleyen bütün tasavvuf şeyhleri de bu yalanım onaylıyor, kendisine şeyh-i ekber ve hatemu'l-evliya diye niteliyorlar.
Felsefeyi, eski dinleri ve her döneminde cahiliyye hurafelerini ezberleyip bir sentezini yapan İbn Arabi, bu sapık inançlarım bütün dinler ve inançlar sentezi halinde insanlara sunabilmekte, ona tilkiden daha kurnaz bir ustalıkla ayet ve hadislerden bir kılıf giydirmektedir. Bu kılıfla bu batıl inanç, cahil müslümanlar arasında velayetin zirvesi ve kutupların kutbu olarak yayılabilmekte, asırlar boyunca batılın simsarları bunun ticaretini yapmaktadır.
3'ler, 7'ler, 40'lar...
Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır.
Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'ın sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batın dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır.
Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okuma yazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hayat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan murdar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bildikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler.
(eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66)
7119
"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mülazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûlâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.
Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.
Bunlardan başka 7'ler ve 40'lar tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vucud bulur.
Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'da bulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın musavidir.
Bunlardan başka 100'ler, 300'ler, 700'ler ve 1000'ler de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.
Ayrıca 3000'ler, 7000'lerLER, 10000'LER de vardır.
Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez. Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.
(Mehmed Nuri Şesııddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 47-48, Salah Bilici Kitabevi, istanbul 1976.
Tasavvuf ülkesinin bu esrarengiz kurmaylarının rütbeleri, özellikleri ve sayıları hakkında hakkında ayrıca Ahmed Ziyaııddin Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul). 41-51, tercüme, Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İst. 1977, Hace Muhamed Parsa-, Tevhide Giriş, (Faslıı'l- Hitab li Vasli'l-Ahbab tercümesi], 409-417, 568-594. Tercüme: Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yayınları, İstanbul, No. 45. İmam Rabbani, Mektııbat, 251; 256, 260, 285, 2İS? nolu mektuplar. Ter. Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1968.)
Günümüzde Kutupluk (Ricalu'1-Gayb)
İslam inancında ricalu'1-gayb inancı olmadığı halde tasavvufçular Batınıyye-İsmailiyye fırkasından ve başka batıl dinlerden bu inancı almış ve İslam inancı gibi benimseyerek hayatın ve kainatın tasarruf yetkisini ricalu'l gayb dedikleri kişilerin eline vermişlerdir.
Şimdi tasavvuf hocalığı yapan bir kişiden bu masalı dinleyelim:
"Abdal, Allah'ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimselerdir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ederler. Abdal 40'ı Şam'da; 30'u diğer memleketlerde olmak üzere 70 kişidir.
(Şam'daki bu 40 kişi herhalde İslam şeriatına ve müslümanlara düşmanlığı, onları toplu halde öldürmesiyie meşhur oları diktatör Hafız Esad'ın emrinde çalışmakla veya ona yardım elmektedirler. Hafız Esad'ın yaptıklarını görüp müslümanların yardımına koşmuyorlarsa; bu kişiler Şamda ne halt ediyorlar!!
Şam'ın kuzeyinde bulunduğu söylenen Kasyun dağında yüzyirmi üç bin peygamberin bulunduğu, o dağın evliya ve enbiya yatağı olduğu, onun için ışık olmadığı halde geceleyin nur yalımlar halinde parladığı iftirasını da isterseniz Bel'am Muhammed Nazım Kıbrısî (Şeyh Nazım)'ın sohbetlerinden okuyunuz: Tasavvufi Sohbetler, 59)
Diğer bir rivayete göre Abdal, Gavs, İmaman ve evtad olmak üzere 7 kişiden ibarettir. İç alemleri Hakka yöneliktir. Vaaz ve nasihatlarıyla insanları ıslaha çalışırlar. Kutb, değirmen taşının miline benzer. Değirmen taşı, milinin çevresinde döndüğü gibi, alem de onun etrafında döner. Her işin, her ülkenin, her yerin bir kutbu" vardır. Asıl kutub, kutbu'l-aktab'dır. Kendisinden yardım dileyene manen yardım elini uzattığı için "Gavs" ismi ile de anılmıştır. Bu zat, Muhammedi hakikatin varisidir.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye imaman ismi verilmiştir. Bunlardan birine, sağ yanındaki imam (imamı yemin),diğerine sol yanındaki (imamı yesar) derler...
Bunlardan başka yeryüzünün dört yönünü idare eden ve "Dört direk" (Evtad-1 Erbaa) denen erler vardır. Doğuda olana Abdulhay, batıdakine Abdulalim, kuzeydekine Abdulmurid, güneydekine Abduikadir denilmiştir. Bu topluluğun içinde kadınlar da bulunabilir. Maddelerini manaya, nefislerini ruha, mevhum varlıklarını gerçek varlığa tebdil ettiklerinden abdal diye anılmışlardır. (Ayrıca Nuceba ve nukebayı anlatır).
Kutup ölünce her dereceye aşağı derecelerdeki biri yükseltilmek ve sonra, velilerden eksilenin yerine de alttan birini seçip yüceltmek suretiyle bu erenlerin sayıları tamamlanır.
(Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatilar, 48-49 Marifet Yayınları , İstanbul 1981)
Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî (295/888) tarafından nakledilen hadîs-i serîf :
“Bu ümmetim içinde İbrâhim tabiatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Îsâ tabiatı üzere üç, Muhammed (a.s.)tabiatı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.”
(İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Kesfü’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs Ammâ İstehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, II. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1351 H., c. I, s. 24; Ayrıca krs.: Ahmed b. Hanbel, Musned, c. I, s. 112; c. V, s. 322; c. VI, s. 316)
Hatta abdal hadislerini Musned’inde nakleden Ahmed b. Hanbel, yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanımadığını söylemektedir.
Ehli Tasavvufa göre Ricâlu’l-gayb olduğu söylenen bâzı kimselere, onları Allâh’a ortak gösterir gibi olağanüstü güçler ve yetkiler atfetmenin İslâm inancıyla bağdaştırılamayacağını söyleyen İbn Teymiyye, bu tür bir anlayışın daha çok hristiyanların ve aşırı Şiî fırkalarının inanış biçimlerini yansıttığını belirtmektedir.
(Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, Tahkîk: Muhammed Resîd Rızâ-Muhammed el-Enver Ahmed el-Baltacı, (5 cilt, 2 mucelled hâlinde) Nesreden: Mektebetu Vehbe, Kahire, 1992, c. I, ss. 88-92.
İbn Teymiyye, sûfîlerin “ricâlu’l-gayb” dedikleri kisilerin cinlerden ibâret oldugunu söylemektedir. Bk.: Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâili’l-Kubrâ, Beyrut, 1979, c. I, s. 72)
İbn Haldun ise, kutub ve ebdâl telakkîsinin (Tasavvufta ebdâl telakkîsi, çesitli müelliflerce az çok farklı sekillerde açıklanmış olsa da bütün tasavvuf zümreleri arasında benimsenmiş ve zamanla aynı mânâda deger kazanan ricâlU’l-gayb anlayısıyla bütünlesmistir) ilk defa Irak sûfîlerinde görüldüğünü ve bu sebeble ricâlu’l-gayb ile ilgili diğer kavramların ortaya çıkışında Şia’nın ve Râfizîliğin etkili olmuş olabileceğini ileri sürmektedir. (İbn Haldun’un bu konudaki görüsleri için bk.: İbn Haldun, Sifâu’s-Sâil -Tasavvufun Mâhiyeti-, Terc.: Süleyman Uludag, II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1984, ss. 263-265 (“Mukaddime’de Tasavvuf İlmi” bölümü)
Nitekim İranlı yazarlar, abdal terimini XII. yy.dan îtibâren daha ziyâde heterodoks (Heterodoks: Bir ilâhiyat ve sosyal târih terimi olarak; kabul edilmiş resmî din anlayısına, yâni
ortodoksluga (sünnîlik) zıt ve aykırı olan bir tür din anlayısını ifâde eden bu kavramın siyâsî, sosyal ve teolojik yönleriyle ilgili bir degerlendirme için bk.: Ahmet Yasar Ocak, Babaîler İsyânı Alevîligin Tarihsel Altyapısı [Babaîler İsyânı], II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1996, ss. 77-78) dervişleri tanımlamak için kullanıyorlardı.(Ocak, Babaîler İsyânı, s. 67)
Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır. Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'm sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batm dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okumayazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hı yat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan mur dar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bji dikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler. (eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66)
"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mulazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûtâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.
Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.
Bunlardan başka "7 'ler" ve "40 'lar" tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vücud bulur.
Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'dabulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın müsavidir.
Bunlardan başka yüzler , 300'ler, 700'ler ve 1000'ler de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.
Ayrıca 3000'ler, 7000'ler, 10000'ler de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez.
(Geniş bilgi için Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sııl'i fi Dav'il Kilab ve's-Sunne, 229, 241, 247. Kutup inanımın bizzati Rafizilerin inancı olduğuna dair bakınız. İbn Haldun, Mukaddime, 473, Muesseselu'l-A'lemi, Hevrul. İbn Haldun, muteahbtr mutasavvıfların bu inanç ve anlayışlarını tenkid elmetle beraber selellerini savunmakla, gıayb alemini ve geleceği bilme, şatahat ve makamları' gibi durumlarını onaylamakla, fakihlerin ve başka alimlerin onları tenkid etmelerine de karşı çıkmaktadır. Hatta sibirbaz ve cincilerin yaptıklarına benzer olaylar sergileyen tasavvufçuların yaptıklarının keramet olduğunu söylemekte ve savunmaktadır, lîk/. Mukaddime, 467-475. Muesseselu'l-A'lemi lîeyrul, Şüphe yok ki, iki konularda İbn (İ. Haldun'un söylediklerine katılmamak mümkün değildir)
Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.
224
Tasavvufun bid'atlarından olan ricalu'1-gayb ve tasavvufun divanı inancını çağdaş tasavvufçulardan dinlemeye devam edelim:
"Her hafta divanı salihin, tensib edilen bir gecede kurulur. Rasulullah teşrif ederse reis odur. Teşrif etmezlerse, varis-i rasul riyaset eder. Ve ahval-i aleme ait kararlar alınır. Hükümler verilir. Cari hadisatın ekserisi bu hükümlere bağlıdır. (Ali Erol, Hatıratım, 53)
"Divanı salihinde Rasulullah bulunursa, Arapça konuşulur. Bulunmazsa Süryanice. (Ali Erol, Hatıratım, 61)
Muhyiddin İbn Arabi kendisini hatemu'l-Evliya ilan ettiği gibi, Ali Erol da şeyhini zamanın kutbu olarak ilan etmektedir.
Şöyle diyor:
"Varisi Muhammedi ve sahibi zamanın sonuncusu sadat-ı kiramdan olup bu devlet Türkiye'ye ihsan olunmuştur. İmam Rabbani, Hindistan'da; Şahı Nakşibend ve Mevlana Selahaddin Siracuddin İbn Mevlevi, Buhara'da, son sahibi zaman ise Türkiye'de zuhur etmiştir... Irk ve milliyet gözetmeden Hindistan ve Buhara'dan emaneti kübra, ilahi irade icabı, Türkiye'ye intikal etmiştir. (Ali Erol, Hatıratım, 33)
Ahmet Hulusi de klasik tasavvuf kitaplarında anlatıldığı şekliyle tasavvufun divanını ve ricali gayb masalını savunmakta, bunların alemin idaresi ve alem hakkında alman kararlarda söz sahibi olduklarını söylemektedir. Onları karar organı ve icra organı olarak iki smıfa ayırır ve meydana gelen olayların onların onayından geçtiğini belirtir. Divanın işleyiş tarzını da ayrıntılı olarak anlatır.
(Ahmerl Hulusi, Din-Bilim Işığında İnsan ve Fiilleri, 359-361 Ferşat Yayınları, İkinci baskı, İstanbul, irs.)
Bu misalleri başka çağdaş yazarların kitaplarından daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak tarikat çevrelerinde ve özellikle tasavvufçular arasında görülen Gavs, Kutup, Baz (Doğan), hatemul evliya gibi isimlerle istigasede bulunma, üçler, yediler, kırklar, aktab ve ebdal gibi isimler bu inancın halk arasında bile ne kadar yaygın olduğunu göstermeye yeterlidir.
Tarikatçıların şeyhlerine bu isimlerden biriyle seslenmeleri yahut onu bu isimle anmaları çok yaygındır. Bütün bunlar yeni tasavvufçuların eskilerin yolunda olduklarını göstermektedir.
Yine Şia'nın yerli cürufu olan "Alevi - Bektaşilerde şöyle bir inanç vardır:
"Hz. Muhammed , birgün ashâb-ı suffa'nın kapısına varmış. onları ziyaret etmek için kapıyı çalmış. İçerden "kimsin" demişler, hazreti Muhammed, "peygamberim" buyurmuş. İçerden, "var, peygamberliğini ümmetine yap; bizim, peygambere ihtiyâcımız yok" denmiş.
Hazreti peygamber geri dönüp giderken, tanrı’dan tekrar kapıya varması emrini almış. Gene dönüp kapıyı çalmış. “kimsin” denince “rasûlüm” buyurmuş. Bu sefer de, “buraya rasûl sığmaz” denmiş ve gene kapı açılmamış.
Hazreti peygamber, dönüp giderken tanrı, tekrar dönmesini buyurmuş. Bu sefer “kimsin” sorusuna, “seyyidul – kavm, hâdimul – fukarâyım”, yani, toplumun ulusu, yoksulların hizmetçisiyim demiş. Bunun üzerine kapıyı açmışlar.
Hazreti peygamber, içeriye girince bakmış ki otuzdokuz kişi var. Siz kimsiniz diye sormuş. “Kırklarız; hepimizin gönlü birdir, birimiz neyse hepiniz odur” demişler.
Hazreti peygamber bu sözün ısbâtı gerek buyurmuş. Hazreti Ali de içlerindeymiş; fakat hazreti peygamber tanıyamamış. Kırklar, birimizden kan akarsa, kırkımızdan da akar demişler ve hazreti Ali, kolundaki damarı, neşterle yarmış. ondan kan akmaya başlayınca, otuzsekizinin kolundan da kan akmaya başlamış.
Aynı zamanda tavandan da kan damlamaya koyulmuş. Hazreti peygamber, bunu sorunca, birimiz, dışarıda; bize yiyecek toplamaya çıktı; bu kan, onun kolundan damlıyor demişler. Hazreti Ali’nin kolunu bağlamışlar; öbürlerinden akan kan da durmuş, derken Selmân gelmiş, bir tâne üzüm getirmiş, bu bir tânecik üzümü kırklara paylaştırmasını dileyerek hazreti Muhammed’in önüne koymuş.
Hazreti Muhammed, nasıl pay edeceğini düşünürken Cebrâil, cennetten tabak getirmiş ve ezmesini söylemiş.
Muhammed (s.a.v.) üzümü ezmiş, suyla karıştırmış. Kırklar’ın hepsi birer yudum içmiş; hazreti Muhammed de içmiş. Hepsi mest olup semâ’a kalkmış. Hazreti Peygamber, semâ ederken başında sarığı çözülüp yere düşmüş. Kırklar, bu sarığı kırk parçaya bölüp bellerine bağlamışlar, tennûre, yâni libâsı edinmişler."
(Abdulbâki Gölpınarlı, Yunus Emre, Divan ve risaletü'n-nushiyye, der yayınları, istanbul, 2003)
Alevilerin Büyük Sirri
(Allahım sen sabır ver, affeyle beni)
Kutub Tarifi:
Menzil , İsmailağa v.b. Tarikatlerdeki Sapıklıklar!
Tasavvuf'un Belgelerle İslam'ı Tahrif Edişi
Şeyh Seyyid Muhammed Raşid - göz bebeği Seyyid Fevzeddin ile.
şeyh Seyyid Muhammed Raşid' in gençliği ve Uçuş hali
Eki Görüntüle 478
Böyle bir şey gören - ya da gördüğünü söyleyenlere inanan bâzıları, bir kişinin aynı anda iki ayrı yerde olabileceğine inanmış, böylece de apaçık mâkul bir şeye aykırı davranmıştır.
Bunlardan bir kısmı, görüntünün, görülen şeyin cism-i lâtifi olduğu veya rûhâniyeti, ya da tecessüm etmiş mânası olduğu yanılgısına kapılmakta, bunun o görülen şahsın kılığına girmiş bir cin olduğunu anlayamamaktadırlar.
Görünenin melek olduğunu sananlar da vardır. Oysa melek, bir çok bakımlardan cinden ayrılmaktadır. Bir kere cin taifesi arasında kâfir, fâsık ve câhil olanları bulunduğu gibi, mu'min olub, Muhammed (s.a.v.)'in yolundan gidenleri de vardır. Bunların cin ve şeytanlar olduğunu bilmeyen bir çok kişi onlara melâike gözüyle bakmaktadır.
وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ
Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık mesafeden gelen rüzgarı Suleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. (Sebe suresi 12.ayet)
Gördüğümüz gibi Allah peygamberine bile Rüzgarı emrine vermesine rağmen 1 aylık mesafeye 1 günde aldırırken, Muhammed (s.a.v.) ise Mekke'den Medine'ye hicretini günlerce çileli yürüyüş ile ulaştırıken bunları idrak edemeyen ehl-i sofiyye ise bu durumu "Allahın sevgili kulu , Allah istese ulaştırmaz mı" ya da "şeytanın aynı anda her yerde olabiliyor , Allahın velisi ise ondan aşağı mıdır" diyerek bu ışınlanmayı savunmaktadır .
Tayy-i Mekan iddiasını savunan, bu sebeble Kur'an-ı Kerim ve sahih hadis-i şeriflerden uzak, ehl-i hikaye we'l menkıbe mensubları, kendi aleyhlerine olmasına rağmen şu ayeti ileri sürerler;
"Kitabtan ilmi olan kimse ise, "Gözünü açıb kapamadan, ben onu sana getiririm" dedi. (Suleyman)onu (Melike'nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, "Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml surasi, 40. ayet)
Bu ayeti açıklama olarak ehl-i sunnet kaynaklarından, İbn Kesir tefsirine bakıyoruz :
"İbn Abbâs bu kimsenin, Suleyman (a.s.)'ın kâtibi Âsaf oldğunu söyler. Muhammed îbn İshâk'ın Yezid ibn Rûmân'dan rivayetine göre; bu, Âsaf ibn Berhiyâ'dır. Sıddîk birisi olup İsm-i A'zam'ı bilirmiş. Katâde der ki: Mu'min bir insan olup, adı Âsaf idi.
Ehl-i Sunnet Âlimlerine Göre; Taht Nasıl geldi :
Abdullah b. Şeddad dedi ki: Suleyman (a.s): "Kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dediğinde Belkıs bir fersahlık uzaklıkta bulunuyordu, tahtını ise Sebe'de bırakmış, tahtı kırmızı yakut ve mucevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Tahtı o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, içice yedi odanın içinde bulunuyordu, onu korumak için de muhafızlar görevlendirmişti.
«Gözünü açıb kapamadan ben, onu sana getiririm. (Gözünü kaldır ve güç yetirebildiğin kadarıyla gözünün uzanabildiği yere kadar bak. Sen gözünü daha kendine çevirmeden tahtı yanında hazır bulacaksın.)»
Vehb îbn Munebbih burayı şöyle açıklıyor:
Gözünü açıb uzaklara bak. Gözlerin, ulaşabileceği en uzak yere ulaşmadan ben onu sana getireceğim. Anlattıklarına göre; o kişi Suleyman'a, istenilen tahtın bulunduğu Yemen tarafına bakmasını söylemiş, sonra kalkıp abdest alarak Allah Teâlâ'ya duâ etmiş.
İbn Atiyye der ki: İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur:
Bu kişi Âsaf b. Berhiyâ adında, İsrailoğullarına mensub salih bir kişi idi. Rivayete göre iki rekat namaz kıldıktan sonra Suleyman (a.s)'a şöyle demiştir; Ey Allah'ın peygamberi, uzağa doğru bir bak, o da Yemen'e doğru baktı ve tahtı önünde buldu. Suleyman daha gözünü kırpmadan taht yanında idi.
Mucâhid, onun duasında; 'ey Celâl ve İkram sahibi (olan Allah)', dediğini nakleder.
Zuhrî'nin naklettiğine göre ise: 'Ey ilâhımız, ey her şeyin tek olan ilâhı. Senden başka ilâh yok. Onun tahtını bana getir' demiş, taht hemen önünde belirivermiş.
Mucâhid, Saîd ibn Cubeyr, Muhammed İbn İshâk, Zuheyr îbn Muhammed ve başkaları şöyle diyor:
O, Allah Teâlâ'ya duâ edip Belkîs'ın tahtını getirmesini istediğinde, —ki taht Yemen'de, Suleyman ise Beyt-i Makdis'te idiler— taht kaybolup yere batmış, sonra Suleyman (a.s.)'ın önünde ortaya çıkıvermiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki:
Suleyman nasıl taşındığını anlayamadan Belkîs'ın tahtının taşınıp önüne getiriliverdiğini görmüştür.(Suleyman (a.s.) orada olmasına rağmen nasıl taşındığını anlayamamasına rağmen, topal şeyhleri bile uçuranlar binlerce yıl sonrasından gördüklerini iddia edebilmekteler.)
Mufessirler, bu zatın "Kitabtan bildiği ilmin" ne olduğu hakkında da çeşitli rivayetler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu ilimden maksat, Allanın bir ismidir, onunla kendisine dua edildiğinde duayı kabul eder. Ancak bu ismin hangi isim olduğu bilinmemektedir.
Yüce Allah'ın kendisi anılarak istenileni verdiği, kendisi anılarak dua edildiğinde duayı kabui ettiği, yüce Allah'ın ism-i A'zam'ını biliyordu. Âişe (r.anha) dedi ki:
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Asaf b. Berhiya'nin kendisini anarak dua ettiği Allah'ın ism-i Â'zam'ıdır, Ya Hayyu, Ya Kayyum idi." (Taberi, XIX, 163, 164)
Mucahid, "Kendisine ilim verilen zat"ın, Allah'ın "Zulcela-i Vel İkram" isimleriyle dua ettiğini söylemiş Zuhrî ise: "Yâ İlahenâ Ve İlahe Kulli Şey'in İlahen Vahiden Lâ İlahe İlla Ente İ'tinî Bi Arşihâ" "Ey İlahımız ve herşeyin tek ilahı olan Ali ahım. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sen o kadının tahtını bana getir." diye dua ettiği nakledilmiştir. Hemen taht onun önüne getirildi.
el-Kuşeyrî (Tasavvuf ehlinden) dedi ki: Bu görüşü Vehb, Malik'ten de rivayet etmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Belkıs'ın tahtı havada getirilmiştir, bu da Mucahid'in görüşüdür.
Suleyman ile taht arasında da, Kufe ile Hire arası kadar bir mesafe vardı. Malik dedi ki: Belkıs Yemen'de, Suleyman (a.s)'da Şam'da bulunuyordu.
Tefsirlerde kaydedildiğine göre Belkis'ın tahtı içinde bulunduğu yeri deldi, sonra da Suleyman'ın önünde bitiverdi. Abdullah b. Şeddad dedi ki: Taht yerdeki bir tünelden çıktı. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır.
Ayet'i kerimede geçen "Gözünü açıp kapamadan getireceğim." ifadesini, Said b. Cubeyr ve Ma'mar, göz görecek kadar bir mesafede bulunan bir kimsenin, sana gelmesinden önce ben onu sana getireceğim." şeklinde izah etmişledir.
Ayetten Çıkarılan Sonuç :
1- "Kitabtan ilmi olan zat" ayetiyle, tahtı getiren zatın, Allah'ın kitabı (muharref olmamış zamanki Tevrat)ilmine sahib olduğu Allah (c.c.) bildirmekte, tahtı getirerek, Suleyman (a.s.)ın yapmadığı bir iş ki, Hıdır ve Musa (a.s.) kıssasındaki gibi, Musa (a.s.)da bulunmayan bir ilim sebebiyle Hıdır (a.s.) ile buluşması buyrulmuştu.
2- İlim sahibi zat, tahtın gelmesi için Allah (c.c.) ismi azamıyla dua ediyor ve taht kendi yanında beliriyor. Kitabdan kendisine ilim verilmiş zat, tahtı getirmek için merdivenlerden inip, korumaları etkisiz hale getirip, anahtarları alıp, kilitleri açıp, tonlarca ağırlıktaki tahtı sırtına alıp gelmemiştir.
3- Kitabdan kendisine ilim verilmiş zatın bir ruhu bir kalbi olduğundan , Suleyman (a.s.)ın yanından hiç ayrılmamıştır, bir daha dışardan gelmemiştir.
4- Suleyman (a.s.) insanların Allah katında en değerlisi olduğu halde, Allah (c.c.)nin kendisine ruzgarı vesile kılmasıyla ancak gündüz bir aylık, gece bir aylık mesafeye gidebilirken, Tayy-i mekan ışınlanma safsatasına inananların uçurdukları kişiler, Peygamberleri sollayarak, 6 aylık, 1 senelik mesafeleri anında ışınlanarak Türkiye'de iken Kabe'de, Çeçenya'da, Pakistan'da, Almanya'da bulunabilmektedirler.
5- Ehl-i sunnet (Kur'an ve sunnetle amel eden) kaynaklarında , Belkıs'ın tahtının nasıl geldiği aşikardır, delilleriyle görmüş olduk. Buna rağmen delilsizce ışınlanıp gitti getirdi diyerek, Tayy-i mekan safsatasını uydurmaya çalışmak, sapkın cahillikten başka birşey değildir.
****
Kişinin ruhu farklı yerlerde olsa da görülmez. Zira Rüyada konuştuğumuz arkadaşlarımız gündüzleyin yanımıza gelip senin ruhunu gördüm beraber şunu yapıyorduk derlerdi .
Açtığım konu başlığı , aynı kişinin bedeniyle farklı farklı yerlerde görüldüğünün iddia edilmesi üzerinedir.
Misal olarak sofiyye ehlince anlatıla anlatıla mütevatir palavraya dönüşen bazı cemaat adamlarının bir iyilik yapması üzerine hem evinde hem kabede (Mekke'de) aynı anda görüldüğünün iddia edilmesidir. Bu kişiler nedense Mekke'de gördükleri yakınlarına oradayken gidip konuşup hal hatır sormazlar, geri döndükten sonra ben seni orada gördüm diyerek işin tılsım yönünü vurgularlar.
Birde şu sözlerle sakat itikatlerini savunurlar :
"Şehidler her yere gidip yardım edebilmektedirler , Allahın velileri mi gidemiyecekmiş".
Bunlar Kuranın ruhunu anlayamamış , hadislerle tanışmamış sevgide şirke düşen cahillerdir. Şimdi konuyla ilgili hadis ve ayetleri inceleyerek konuyu izah edelim.
33- Şehid Ruhlarının Cennette Olduğunu ve Şehidlerin Rableri Katında Diri Olup Rızıklandıklarını Beyan Babı
(1887) Bize Yahya b. Yahya ile Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ikisi birden Ebû Muâviye'deıı rivayet ettiler.
Bize İshâk b. İbrahim de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerîr ile İsâ b. Yûnus hep birden A'meş'den naklen haber verdiler.
Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr dahî rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Esbât ile Ebû Muâviye rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize A'meş, Abdullah b. Mürra'dan, o da Mesrûk'dan naklen rivayet etti. Şöyle demiş:
Abdullah'a —ki İbni Mes'ûd'dur— şu âyeti(n hükmünü) sorduk:
Allah yolunda öldürülenleri asla ölü sanma! Bilâkis onlar Rabbleri katında diri olup rızıklanmaktadırlar. [ Âl-i İmrân, : 169]
Abdullah şu cevabı verdi: Bakın buraya! Biz bunu (vakti ile Peygamber efendimize sorduk da :
«Onların ruhları yeşil bir takım kuşların karnındadır. Onların Arş'a asılı kandilleri vardır. Cennette istedikleri yerde dolaşır; sonra bu kandillere inerler. Rabbleri onlardan öyle bir haberdâr olur ki!.. Ve kendilerine : Bir şey arzu eder misiniz? diye sorar.(Onlar) :
— (Daha) ne isteyelim, işte cennette dilediğimiz yerde dolaşıyoruz! Derler.
Bunu kendilerine üç defa tekrarlar. Sorulmaktan âzâde bırakılmayacaklarını görünce :
—Yâ Rabb! Ruhlarımızı bedenlerimize iade buyurmanı dileriz! Tâ ki senin yolunda bîr defa daha öldürülelim! derler. Ve bir hacetleri olmadığını görünce bırakılırlar.» buyurdular.
(Muslim hadisi)
Al-i İmran 125- Evet, sabreder ve (Allah'tan) korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder.
ENFAL 12-İşte o anda Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, müminlere sebat verin. Kâfirlerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunlarının üstüne vurun, parmaklarına, parmaklarına vurun".
Hadisde gördüğümüz gibi Kıyamete kadar şehidler bile bedenleriyle değillerdir. Üstelik cennette , kuşların karınlarında uçup kandillere konmaktadırlar.
Kıyamet koptuktan sonra Rabbin huzuruna gelirken şehid oldukları hal üzere geleceklerinden yıkanmadan kefenlenmeden defnolunurlar.
Sizler ise şehidleri hem dünyada , hem bedenleriyle hemde sıkıştığınızda yadımınıza koşturup bazen milliyetçilik damarlarınız kabarıp çanakkale savaşlarında savaştırırsınız . Masalları , hikayeleri bırakıp kuran ve sünnette ittiba etmenin zamanı gelmedi mi ?
Bu masallar itikadini bilmeyen Türk toplumunda şahid olmayanlar bile , günaha girerim endişesiyle "Allahın her şeye gücü yeter istese olmaz mı ? , Allahın gücü yetmez mi ? Şeytan aynı anda istediği yerde oluyor da veli kul neden olmasın" gibi seviyesiz ve ilimsiz vehimler öne sürmektedirler. Bilmezler ki şeytan yeyip içmez ama bizim veli dediklerimiz bir oturuşta sofrayı çökertmeden kalkamamaktadır .
Ayrıca bu ilme düşman, kalabalık muptelaları, Allahın velisi, dostu, şeyhi adını verdiği sevdikleri kişiler için, insanın içinden geçirdiklerini bilebileceklerini iddia ederler ki bu kufrun ta kendisidir.
“Üzerinizde koruma görevlileri vardır; onlar değerli yazıcılardır. Ne yapsanız bilirler.” (İnfitâr, 10–12)
Dikkat ederseniz bu melekler sadece “yaptıklarımızı” bilirler; içimizde olanları değil. Demek ki, Allah kişinin içini bildiği halde melekler ancak ağızdan çıkan sözü bilebilirler.
İnsanların içinden geçenler gaybtır ve gaybı ne insan, ne melek, ne cin, ne de Allah’ın Elçileri bilebilirler.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 65)
Birçok ayette “insanların kalplerinde/içlerinde olanı sadece Allah’ın bildiği” özellikle vurgulanmaktadır. Diğerleri ise sadece tahmin edebilirler; tahminleri bazen tutar, bazen tutmaz. Zaten böyleleri öyle genel şeyler söylerler ki, biri tutmazsa diğeri tutar ve bağlılarını kandırmayı başarırlar.
Yıldızlara ve bunlardan başka putlara yakaranların durumu da böyledir. Böylelerinden birisine bir ruh gelir, adam da: «İşte bu, yıldızların rûhâniyetidir» der; bir kısmı ise bunun meleklerden olduğunu sanır. Halbuki bu, müşrikleri saptıran şeytanlar ve cinlerdendir.
Şeytanlar, arzu ettikleri şirk, fısk ve isyanı irtikâb eden kimseye yardım ederler.
Bâzan açığa vurması için ona gayba dâir bir takım şeyleri haber verirler.
Bâzan öldürme, hastalık verme ve benzeri şekillerle onun eziyet etmek istediği kimselere eziyet ederler.
Bâzan insanları arzuladığı kimselere çekerler. Bir başka zaman insanlardan para, yiyecek, giyecek gibi şeyler çalarak onları bu kimseye gizlice getirip verirler; o adam da bunu, evliyanın kerametlerinden sanır. Halbuki getirilen mal, çalıntıdan başka bir şey değildir.
Bazen de onu havada taşıyıp uzak bir yere götürürler. Bu kabilden olmak üzere şeytanların, arefe akşamı Mekke'ye götürüp sonra geri getirdikleri kimseler vardır. Müslümanların ifâ ettiği gibi bir hac yapmayıp ihrama girmediği, telbiyede bulunmadığı, Kabe'yi tavaf etmediği, Safa ile Merve arasında sa'y yapmadığı halde, bu adam da böyle bir şeyin keramet olduğuna inanır.-Malûmdur ki bu, büyük bir sapıklıktır.
Böylelerinden, şer'î bir umre tarzında olmaksızın Kabe'yi tavaf için Mekke'ye gidenler vardır ve bunlar mîkât'a (Mekke'ye dışarıdan gelenlerin ihrama girmeleri gerekli yere) geldikleri zaman ihrama girmezler. Yine malûmdur ki, ibadet amacıyla Mekke'ye yönelen kimsenin mîkâtı ancak ihramlı olarak geçmesi mümkün ve gereklidir.
Kişi Mekke'ye ticaret, bir yakınını ziyaret veya ilim tahsili için hareket etse bile aynı şekilde mîkât'ta ihrama girmek zorundadır. Bu durumda ihrama girmek acaba vâcib midir, yoksa müstehap mı? Bu hususta âlimlerin iki ayrı meşhur görüşü vardır ki bu, hacimli bir meseledir.
Şeytan'ın dostlarına yardım yollarından birisi de sihir ve keramettir ki bu hususta başka bir bölümde genişçe durulmuştur.
Puta tapan muşriklerle hıristiyanlar veya bu ümmetin bid'at ehlinden olup bu müşriklerle benzerlik gösterenler nezdinde bu meselelere dâir uzun uzun anlatılabilecek hikâyeler vardır. Yalnız durum şu ki, peygamber olsun-olmasın bir ölüye yakaran ve ondan istiğase (medet dileme)'yi âdet edinen her kişide mutlaka onun dalâlete düşmesine neden olacak böyle bir hal ortaya çıkmıştır. Meselâ yokluklarında bu sâlih kullara yalvarıp onlardan istiğasede bulunanlar, aynen onların suretinde olan ya da onların suretinde olduğunu sandıkları, «Ben falancayım» deyip kendileriyle konuşan, bâzı ihtiyaçlarını da karşılayan bizzat kendileriyle konuşan ve isteklerini yerine getiren kişi olduğuna inanmışlardır. Halbuki bu ancak şeytan ve cinlerdendir.
Bâzısı, bunun bir melek olduğunu iddia eder. Ama melekler, muşriklere yardım etmez; dolayısiyle bunlar ancak onları Allah'ın yolundan saptıran şeytanlardır.
Şirk konusunda, işte bu noktada bulunanların ve başlarına benzer haller gelmiş olanların bildiği, anlatılması uzun sürecek bir çok hikâye ve olay vardır.
Cahil kimseler bu hususta iki gruba ayrılır:
Bir grup böyle şeylerin tamamını inkâr eder. Diğer grup ise bunların Allah'ın veli kullarının kerametleri olduğuna inanır.
Birinci grup «Bu, hâriçte hakikati olmayan ve sadece onların nefislerinde cereyan eden bir hayalden ibarettir» demektedir.
Onlar bu görüşlerini topluluktan topluluğa aktardıklarında böyle bir şeyi gören ve mevcut olarak bizzat müşahede eden veya hâriçte mevcut olarak gören kimselerin haberlerine dayalı olarak âdeta bu husus tevatür derecesine ulaşan ve durumun kendisine, doğruluğundan şüphe etmediği kimselerin haber verdiği kişilere bakacak olursak; birinci grubun bu tutumu, işte ölünün gelip konuştuğunu müşahede eden, güvenilir haberlerle bunu kabullenen bid'at ehli ve müşriklerin dâvalarında sebat ve inat etmelerinin en büyük sebeplerinden biridir.
Sonra böyle bir şeyi kabul etmeyip reddedenler, daha sonra benzer bir şeyi gözleriyle gördükleri zaman, bu durumun kendi başına geldiği kimseye itaat eder, ona boyun eğer ve onun Allah'ın velî kullarından olduğuna inanıverirler; halbuki onlar bir taraftan da bilmektedirler ki, bu kişi Allah'ın farizalarını, hattâ beş vakit namazını dahi eda etmemekte, ne Allah'ın haram kıldığı şeylerden, ne rezîletlerden, ne de zulümden sakınmamakta, aksine Cenâb-ı Hakkın :
«İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman edip takva üzere olanlardır» (Yûnus 62- 63) âyetinde velî kullarını kendisiyle vasıflandırdığı, insanlar içinde îman ve takvadan en uzağı durumunu arzetmektedirler.
Böylece bunlar, îman ve takva bakımından insanların en aşağısında olan bu kişilerin, Allah'ın takva sahibi velî kullarına has kerametlerden olduğuna inandıkları keşifleri ve harikulade tasarrufları bulunduğunu sanırlar.
Bunlar arasında, İslâm'dan irtidât edip yüz-geri dönenler, namaz kılmayan, hattâ peygamberlere dogru-dürüst inanmayan, onlara hakaretler edip noksanlık nispet edenler için «Allah'ın muttekî velîlerinin en büyüklerinden» diye inanç besleyenler vardır.
Bunlardan bir kısmı da şaşkın, mutereddit, şüpheli, endişeli bir durumda kalmıştır; küfre doğru bir adım ilerler, sonra diğer adımını İslâm'a doğru atar-, ama çoğu zaman küfre, îmandan daha yakın durumdadır.
Bunun sebebi, aslında onların velilik şartlarına hiç de uymayan şeyleri bu hususta delil kabul etmelerindendir. Oysa kâfirler, muşrikler, sihirbazlar ve kâhinlerin yanında onlara bunun kat kat fazlasını yapan şeytanlar vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
«Size haber vereyim mi, şeytanlar kimler üzerine inerler? Onlar her günahkâr yalancının üzerine inerler» ( Şuarâ 221- 222).
Cenâb-ı Hakk'ın Rasulu yoluyla gönderdiği emir ve nehiylerden uzaklaştıkları için bunlarda mutlaka yalan, şeriata muhalefet, günâh ve bühtan bulunacaktır. Ve bu şeytanî haller, onların sapıklığının, şirkinin, bid'at ve cehaletlerinin, küfürlerinin bir sonucu olup, bu haller dahi bu hususun işaret ve belirtileridir.
Sapık ve cahil biriyse, bu hallerin, onların îmanlarının ve Allah'ın velî kulları oluşlarının bir sonucu olduğunu sanırlar. Bu zan, bu câhil kişinin Allah'ın velîleri ile Şeytan'ın dostlarını ayırdedecek sağlam bir kıstasa sahip olmayışından ve velilik konusunda delil kabul ettiği bu hallerin İslâm'a müntesip olanlardan daha ziyâde muşriklerden olsun, ehli kitaptan olsun kâfirler için geçerli olduğunu bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Delil, medlulü (işaret ettiği şeyi) gerektirir ve ona mahsustur, medlulü olmaksızın delil bulunmaz; bu haller kâfirlerde, müşriklerde ve ehl-i kitap'ta da bulunduğuna ve değil velilik, imanı daha gerektirmeyip, buna mahsus olmadığına göre veliliğin delili olması mümkün değildir.
Taberi Tefsirinden Ahzab suresi 4. ayetin açıklaması
- Allah bir adam için içinde iki kalb yaratmamıştır. (Ahzab 4)
"Allah, bir adamın göğsünde iki kalp yaratmadı." buyruluyor. Bu ifadeden maksat, Kureyş'ten iki kalpli olduğu iddia edilen bir adamın böyle olmadığını bildirmektir.
Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir rivayette deniyor ki:
"Kureyş kabilesinde bir adam vardı. Bu adam akıllı bir kimseydi. Bu sebeple onun iki kalbinin bulunduğu ve bunların her biriyle özel şeyler idrak ettiği iddia ediliyordu. İşte bu âyet nazil oldu ve bu iddiayı reddetti.
Mucahid, Katade, Hasan-ı Basrî ve İkrime bu âyeti bu şekilde izah etmişlerdir: Taberi de bu görüşü tercih etmektedir
Taberi Tefsiri Camiu’l-Beyân :
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları:
Nuzul Tefsiri
Ahzab 4. Allah bir kişi içinde iki kalb yaratmadı. Kendilerine (bana annemin sırtı gibisin diyerek) zıhâr yaptığınız eşlerinizi de anneleriniz kılmadı. Nitekim evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız kılmamıştır. Bunlar, sizin dilinize doladığınız sizin sözlerinizdir. Allah ise Hakkı söyler ve O, dosdoğru Hak yola iletir.
_ Cemîl ibn Ma'mer el-Fihrî hakkında nazil olmuştur. Hafızası çok kuvvetli, akıllı bir adam olan Cemîl hakkında Kureyş: "Bu kadar şeyi ancak iki kalbi olan birisi ezberleyebilir." derlerdi.
Bizzat kendisi de: "Benim iki kalbim var ve her bireriyle Muhammed'in akletmesinden daha iyi aklederim." dermiş.
Bedr günü müşrikler bozguna uğradığında bozguna uğrayanlar arasında bu Cemîl ibn Ma'mer de varmış; ayakkabılarının biri ayağında, biri elinde kaçıyormuş.
Onu bu halde gören Ebu Sufyân: "Ey Ebu Ma'mer, bu insanların hali nicedir?" diye sormuş, o da: "Bozguna uğradılar." demiş.
Ebu Sufyân: "Senin bu halin ne peki; ayakkabılarından biri ayağında biri elinde." diye sormuş da Cemîl: "İkisini de ayağımda hissediyordum." demiş ve insanlar da o gün anlamışlar ki iki kalbi olsa ayakkabısını elinde unutmaz, onu da diğeri gibi ayağına giyerdi.
[Vahidî, age. s. 249]
İbn Ebî Hatim'in Süddî'den rivayetle tahric ettiği bir haberde bu Cemîl ibn Ma'mer ibn Habîb, Fihr oğullarından değil Cumah oğullarından (el-Cumahî) olarak geçmektedir.
[Suyûtî, Lübâbu'n-Nukûl, 11,61-62; Kurtubî, age. XIV,78]
_ Katâde ise Hasen'in şöyle dediğini naklediyor:
Bir adam varmış, "Benim iki nefsim var; birisi emrediyor, diğeri nehyediyor." demiş de âyet-i kerime bunun üzerine nazil olmuş.
[Taberî, Camiu’l-Beyân. xx1,75]
Burada benim iki nefsim var..." diyen kişinin adı anılmamakla birlikte Cemil ibn Ma'mer'in söylediğini andırmaktadır,
Taberî, bu iki rivayetten ikincisini yani Cemîl ibn Ma'mer hakkında nazil olduğunu ifade eden rivayeti daha sahih görerek tercihe şayan kabul etmiştir.
[Taberî, Camiu’l-Beyân. xx1,75]
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları:
Rabbim daha insanları yaratmadan önce Ruhlarımızı yaratmış ve hepimiz söz vermişizdir.
Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler.(Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık). Araf 172
Her insan Allahın c.c. tesbit ettiği zaman gelince Ruh üflenip bedenle eşleştirilerek dünyaya gelecektir. Her beden için ruh üfürülmüştür.
Aynı bedenler (ikiz , üçüz olsa bile benzerdir , aynı değildir.) birden fazla olması mümkün değildir.
Bir kişinin bedeni kopyalanarak (klonlama) ile üretilse bile aynı değil benzeridir. Ki bu da doğduktan sonra Rabbin tayin edeceği başka bir Ruh ile çiftleşecektir. Ruh klonlama veya benzetme diye bir şey yoktur. Bunu iddia eden sapık fırkalar veya müşrik ehli kitap bile iddia etmemiştir. Çünkü her Ruhun ayrı bir sorumluluğu ve yükümlülüğü vardır.
Maddeyle Ruhu birbirine karıştıranlar, işe maneviyat yüklüyorum , Allahın gücü yetmez mi diyerek her türlü fantazik hayal ötesi uydurukları sahihleyenlerin şeytanın oyunlarına gelmiş olmaları Kuran sünnet dışı mistik hurafi masallarını reddediyoruz.
Şimdi kendilerine sormak gerekiyor :
Hangisi ölünce hepsi (aslı) ölmüş sayılacak ?
Yoksa 7 canlı tabiri buradan mı türemiştir. ?
Tasavvufçuların kaç ruhu -bedeni vardır ?
Aynı kişi sevab ve günahı hangisine yazılacak ?
Ahirette katmerli mi azab görecek ?
7116
7117
Uçan Sahtekar Sabri
Uçanların Merkezi !!
'Uçan Kafir Adam' Bilimi Kilitledi
Bilim Dünyası, Havada Asılı Durabilen İnsanları İnceledi. Gerçek Olduğunu Gördü Ama Nasıl Olduğunu Açıklayamadı.
Bilim dünyası, havada asılı durabilen insanları inceledi. Gerçek olduğunu gördü ama nasıl olduğunu açıklayamadı.
Hindu ve Tibet öğretisini uygulayıp havalanan adam Bilim dünyası şu sıralar 'levitasyon' ya da havada asılı durabilen insanları inceliyor. Tarih boyunca bu tür olayların yaşandığı biliniyor. Mitolojide uçmak tanrılara özgü bir yetenek sayılıyordu. Ancak çok az sayıda da olsa bazı insanların da uçabildiğinden söz ediliyor. Öneğin Hindu Brahmanlar, Yogiler, Hint fakirler, Saint Hermritler...
Hinduların Sanskrit yazılarında 'havada asılı durmanın yöntemleri' tek tek rehber halinde yer alıyor. Hint tarihi belgeleri, yerden 90 santim yükseklikte havada durabilen ustaların örnekleriyle dolu.
M.Ö 527'de Zen Budizminin kurucusu Bodhidharama'nın Tibet'teki Şaolin Manastırı'nı ziyaret edip, buradaki Budist rahiplere 'levitasyon sanatını' nasıl öğrettiği birçok tarihi belgede yer alıyor. Dahası günümüzde bile Hindistan'da ve Tibet'te 'havada durabilen' insanlar hiç de az değil.
Avrupa'da ise bilinen ilk 'levitasyon ustası' bir rahibe olan Azize Theresa. Onun 'uçuşuyla' ilgili belgeler 1565 yılından kalma ve bu deneyimi 230 kişinin gözleri önünde yaşadığı anlatılıyor.
Ancak asıl önemlisi günümüze 'uçan adam' olarak anılan Amerikalı Chris Angel olayı.
Chris Angel; David Coperfield ya da David Blaine gibi bir sihirbaz değil. Ama uçabiliyor. Ya da havada asılı durabiliyor. Tam bir 'levitasyon' ustası. Bilim adamları onun bu 'uçuşlarını' tekrar tekrar izlediler. "Gerçek mi?" sorusuna "Gerçek" dediler. Buna getirebildikleri açıklama ise beyin enerjisi ile yaratılan bir çeşit yerkeçimsiz ortam sayesinde 'havada asılı durmanın' mümkün olabileceği yönünde... Ancak bu beyinsel enerjinin nasıl oluşturulabildiği sorusu bir cevap bulamadı. Süper-iletkenlerle yapılan bir deney sonucunda bir insanın bir süper-iletken üzerinde durduğu zaman yerden 5 santim kadar yükselebildiğini gösterdi. Ancak süperiletken kullanmadan 'uçabilen' insanların sırrı hala çözülemedi. Mermi tren diye bilinen Japonların ve Fransızların süper-hızlı trenleri de "manyetik levitasyon" denilen teknoloji ile saatte 350 km hızı aşabiliyor. Süper-iletkenler sayesinde bu trenler seyir halindeyken raylara deymeden gidiyor. Ancak bu şekilde bu yüksek hızlara ulaşabiliyorlar. (Doğan Haber Ajansı) 03.03.2008 13:31[1244652]
Havada duran adamın sırrı
Yer çekimine meydan okuyan adam Havada duran adamın sırrı
Sırrı ise; kolunda...
Şöyle ki; binaya dokunan kol aslında gerçek kolu değil, gerçek kolu ceketinin içinde. Binaya tutturulan kol ve bundan yapılan bir bağlantının bacak arasından geçip tekrar koluna ve omuzuna gitmesi sayesinde bu şekilde durabiliyor.
Havada Oturan Sahtekarların Hilesi
7118
8365
Benzer Konular:
ŞEHİDLERİN DÜNYAYA TEKRAR DÖNÜP SAVAŞMALARI
https://www.islam-tr.net/konu/sehidlerin-dunyaya-tekrar-donup-savasmalari-yaziya-cevap.8168/
Gavs - Kutub Efsanesi
https://www.islam-tr.net/konu/gavs-kutub-efsanesi.26808/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder