14 Ağustos 2017 Pazartesi

Keşf ve Keramet



Keşf ve Keramet
Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz

Keşf ve keramet kavramları, dilimizde genellikle birlikte kullanılan ve olağanüstülük ifade eden iki kelimedir.

Keşf perdenin açılması ve sır perdesinin yükselmesi suretiyle bazı şeylere agah olmak, gizli olan bir takım hususların zahir ve açık olması, gayb olan bazı hususların meşhud hale gelmesidir. Yani karanlık bir gecede çakan bir şimşeğin ortalığı aydınlatması gibi keşf de ani bir aydınlanma ile bazı örtülü olan ve karanlık olan şeyleri ortaya çıkarır. Keşf, genellikle belli riyazat ve mücahedeler sonucu belli kabiliyet ve melekelerin iyice geliştirilmesi ve ruhî bazı güçlerin meydana çıkarılmasıdır. Bugün insanlarımızın çoğu, mücahede ve riyazat sonucu ruhanî lezzetlere, keşf ve kerametlere ermeyi umar Halbuki mucahede ve riyazat, vecd ve keşf asla gaye değil, belki vasıtadır. Halk Allah'a yakınlıkta hiçbir anlam ifade etmediği halde keşf ve kerameti kemal alameti olarak görmektedir. Halbuki özellikle keşf, bir ıstı'dad işidir, ve bazı insanların yapısı keşfe çok yatkın olduğu halde diğerleri aynı ölçüde yatkın değildir.

Keşf, veliliğin ve Allah'a yakınlığın şartı da değildir. Eğer öyle olacak olsa iş iyice karışırdı. Çünkü keşf, yerine göre kafirden de, muihidden de, müminden de, yoga yapandan da zahir olmaktadır. Herkesten zahir olabilen bir şey nasıl velayet şartı olabilir. Ayrıca keşf, sanıldığı kadar büyütülecek bir özellik de değildir. Kafir de riyazat ve belli temrinler sonucu keşfe erebildiğine, hatta meczub ve mecnun tabiatlı insanlarda bile keşf türü olağanüstü hadiseler gözlendiğine göre bu manevi bir üstünlük ölçüsü sayılmamalıdır. Nasıl ki bedenin özel bir takım güç ve kabiliyetleri belli bir tempoda spor ve çalışma sayesinde gelişme kaydederse ruha aid bazı kuvvetler de mucahedeyle geliştirilebilir. Nitekim hipnotizma ve para psikoloji gibi bir takım bilimler bugün insanın bu tür metafizik güçleriyle ilgilenmekte ve onların geliştirilmesi üzerinde çalışmaktadır.

Keşf yoluyla elde edilen bilgiler genellikle belli temrin ve ruhî tecrübeler sonucu elde edildiğinden sübjektiflik arzeder. Bu yüzden de keşfe dayanan bilgiler hüccet sayılmaz. Ancak keşf bizatihi şer-i kurallara uygun düşerse o zaman onunla amel etmek caiz olur. Değilse böyle bir keşfl amel etmemek gerekirir. Şahısta bulunan keşf hali, ne o şahsın veliliğine delil sayılır ne de Allah'a yakınlığına işaret. Çünkü velayet makamının harika göstermeye ihtiyacı olmadığı gibi kulun Allah ile ilişkisini gösteren "takva" bir kalb olayıdır. O'na da sahibinden başkası muttali değildir. Avarifu'l-Maarif müellifi Ebu Hafs Ömer Suhreverdi, kendilerinden harikulade haller zuhur etmeyen kimselerin, harika gösterenlerden, daha üstün olduğunu, çünkü ariflerin en büyük kerametinin şenatı Muhammediyye yolunda yürümek olduğunu belirtmektedir (bk Avarif Tercemesi S 21/vd)

Velayetin ve Allah'a yakınlığın sebebi, keşf ve tasarruf gibi şeyler değil, zühd ve takvada, ibadet ve tecerrüdde Allah Rasûlu'ne benzemek, olabildiğince onunla aynileşmektedir. Çünkü velayet, nübüvvet kaynağından sulanır, o menba'dan beslenir. Bir konuda pek çok kimsede aynı zamanda meydana gelen keşf, keşfin doğruluğuna delil sayılabilir. Nitekim ibn Ömer şöyle anlatıyor "Allah Rasûlu'nun ashabından bazı kimseler rüyalarında Kadir gecesinin Ramazan'ın son yedi gecesinde olduğunu görmüşlerdi. Durumdan haberdar olan Allah Rasulu 'Kadir gecesinin son yedi gecesmde olduğu hususunda ruyalarınızda bir tevafuk görmekteyim. Kadir gecesini arayan artık onu Ramazan'ın son yedi gecesınde arasın" buyurdu. (Buharî, Teheccud, 21, Müslim, Suyam, 205) Keşif şer'an hüccet olmadığı halde eğer şeriatta üzerinde hüküm bulunmayan bir konuda pekçok keşif meydana gelmişse, bu tur keşifler bir karara ölçü olabilir.

İfade ettikleri olağanüstülük bakımından keşif ile keramet aynı anlamda ise de keramet daha yaygın olarak kullanılan hissi-kevni ve manevî-ilmi özellikleri bulunan bir olaydır. İlk tasavvuf klasiği sayılan el-Luma'dan başlayarak (Lelden 1914, s 315,333) bütün tasavvuf kıtaplarında işlenen bir konudur. Biz burada bu konuyu ana hatlarıyla özetlemeye çalışacağız.

Keramet, ikram, kerem, lütuf ve ihsan demektir. Mü'min bir kulda harikulade halin zuhur etmesine "keramet" adı verilir. Ehli sünnet uleması kerametin hak olduğunda müttefiktir. Keramet ehli, ameli salih sahibi, inançlı bir mü'min olmalıdır. İnancı olmayan insanlarda görülen olağan üstü hallere keramet değil, istidrac, sihir veya mekr adı verilir.

Peygamberlerin gösterdikleri olağanüstü şeylere ise mucize denir. Ancak mucize peygamber tarafından hasımlarla çekişme, münazara sırasında peygamberliğini teyid için gösterilir. Peygamber istediği zaman mucize izharına muktedirdir ve mucizenin izharı vacibdir. Kerametin ise gizliliği, yanı izmari gereklidir. Mucize de, keramet de bütün fiiller gibi Allah'a aiddir. Mucizedemazhar nebî, keramette veli ve mümindir.

Mutasavvıflar, Mu'tezile ve benzerleri gibi keramete karşı çıkan ve bunu kabul etmeyenlere karşı şu ayeti kerimeleri delil olarak gösterirler.

a) Hz. Meryem'e hamile olan annesi, onu Allah'a adamıştı. Doğduğunda onu mabedin bir kapısına koydular. Onun bakımını teyzesinin kocası Zekeriyya (a. s. ) üzerine almıştı. "Zekeriya Meryem'in yanına her girişinde bir rızık buluyordu. "Bunun nereden geldiğini" sorunca da "Rabbimin katından" cevabını alıyordu. Çünkü Allah dilediğini hesapsız rızıklandırırdı."(1)

b) Hz. Meryem, oğlu İsa'yı doğurduğu zaman, o annesine "Hurmanın dalını kendine doğru silkele, üzerine derilmiş taze hurmalar dökülsün, dedi."(2)

Meryem ağacı silkeleyince, kuru kütükten üzerine taze hurmalar döküldü. Bu tür olağanüstü ikramlara nail olan Meryem, peygamber değildi. Bunlar olsa olsa ondan bir keramettir.

c) Musa (a.s) ile Hızır arasında geçen kıssada peygamber olan Musa'ya peygamber olmayan ve Allah'ın "kullarından biri' dediği Hızır (a.s. ) bir süre rehberlik etmiş ve kendisine Hakk katlından verilen ledunnî bilgiler sayesinde bazı sırları çözmüştür. Hızır, peygamber olmadığına göre, bu da onun kerametidir.

d) Hz Süleyman'ın vezin Asaf b Berhıya, Belkıs'in tahtını göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir sürede getirmiştir. Nitekim bu olay, Kur an'da Nemi suresinde anlatılır. (3) Seba melîkesi Belkıs'ın tahtını Kudüs'e getiren Asaf, peygamber değil, Hz Süleyman ümmetinden biridir. Bu olay da ancak keramet olabilir.

Süfîlere göre ayetlerden başka hadislerde de kerametin meşruiyyetine delil olabilecek rivayetler vardır.

a- Rahib Cüreyc kıssasında, kendisine iftira atmak isteyen bir fahişe kadına, doğurduğu çocuğun aleyhte şahitlik yapması sonucu Cüreyc'in kurtulması.(4)

b- Yolculuğa çıkıp yağmura tutulan ve mağaraya girip orada mahsur kalan üç arkadaşın dua ile kurtulmaları,(5)

c- Bir sığırın konuşması olayı (6)

Bunlardan başka hadis kitapları ile tasavvuf klasiklerinden el-Luma', et-Taarruf, Kuşeyrî Risalesi ve Keşfu'l Mahcüb'da bazı sahabîlerden keramet türü olaylar nakledilmektedir.

Sufîler genellikle kerameti kevnî ve hakikî olmak üzere ikiye ayırırlar. Kevnî keramet, bazı olağan üstü haller göstermektir. Havada uçmak, denizde yürümek, gönülden geçeni bilmek gibi Hakikî keramet ise ilim, ma'rifet ve ahlakla ilgili olağanüstü bir mazhariyettir. Müridlerin hallerini iyi yönde geliştirmek, hikmet ve bilgisiyle, iffet ve mehabetiyle etkili olup insanlardaki kötü huyları giderip iyi huylar kazandırmaktır. Bu tür keramete ilmî ve manevi keramet de denilir. Sofilerin itibar ettiği keramet bu tür keramettir. Halkın itibar ettiği ise kevnî keramettir. Halk şeyhinde veya velîlerde o tür kerametler görmek ister. Sofiler ise onun bir "mekrı ilahî" olmasından korkarlar.

Kerametin gizliliği esas olduğundan, süfiler kerameti "hayz-ı rical" olarak tanımlamışlardır. Nasıl kadınlar hayızlarını gizlerlerse, ricalullah da kerametlerini öylece gizlerler. Nasıl ki hayız görmeyen kadın kadın sayılmazsa, kerameti olmayan velî de velî sayılmaz. Gizlenmesi şartıyla ve kevinsinden çok hakîkîsine meyil suretiyle keramet, sufîlerin ilimlerinde ve hayatlarında vardır.

Sufîler ilk devirlerden itibaren, kerametten çok, istikamet üzre olmaya itina gösterilmesi üzerinde dururlar. Gerçek kerameti şerîata uymak ve sünneti yaşamak olarak görürler. Hatta Bayezid Bistamî ye atfedilen şu söz, bu anlayışı seslendirmektedir: "Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, onun Allah in emir ve yasaklarına riayet, sünnete uyma konusundaki hassasiyetini görmedikçe sözüne itibar etmeyiniz"

Bazı süfîler kerameti, kendilerine manevî yolda engel ve hicab olarak görürler ve bunun bir mekrı ilahî olmasından endişe duyarlar. Nitekim mürideriyle beraber bir tenezzühe çıkan Ebu Hafs Haddad'ın gönlünden şöyle geçer "Keşke bir koyunum olsa da misafirlerime onu kesip ikram etsem," Bu düşünce gönlünden geçer geçmez, dağdan bir ceylan koşarak gelir ve başını Haddad'ın dizine koyar. Bu hali gören Haddad ağlayarak "Kendimi niyazı istidrac olarak kabul edilen Fir'avn durumuna düşmüş sandım " der.

Ayrıca sahibinin elinde zuhur eden keramet, bir nebinin şeriatına bağlı değilse, o şeriatın esaslarına uygun düşmüyorsa, yine keramet sayılmaz. Kendilerinden olağanüstü olaylar, sadır olan sihirbazlar ve yogiler bir nebîye bağlandıklarını iddia etseler de gösterdikleri keramet değil, istidrac, sihir ya da büyüdür. Çünkü kendilerinin yaptıkları işler, nebilerin şeriatına muhaliftir. Meşayıhın ekserisı kerameti gizlemenin vacib olduğunda müttefiktir. Ancak salik izharına mecbur olur, ya da kendisine şeyhi tarafından müsamaha edilir veya iradesi elinden alınacak olursa, ya da şeyh müridlerinden birini sınamak ve derecesini yükseltmek gibi bir maksadla keramet gösterirse, bu caiz görülmüştür.

Bunlardan başka, tamamen nefsin hayal gücüyle izah edilen ve bugün hipnotizma diye de anılan süfilere aid bir de "tasarruf" kavramı vardır ki, himmetin cem'i olarak da ifade edilebilir. Şeyhteki "tasarruf kuvveti" güreş ve spor gücünün idman ve antrenmanla geliştirildiği gibi riyazat ile doğar ve gelişir. Hatta bazı insanlar bu fıtrat üzre yaratılır. Eğer bu tasarruf gücünü kullanma, sufi şeyhlerinin adeti olduğu veçhile ulvi bir maksad için olsa elbette faydalıdır. Fakat kötü emeller için kullanılacak olursa çirkin olur. Tasarruf gücü her halükarda dîni yüceliklerden sayılamaz. Allah nezdinde yakınlığa bir delil olamaz.*


Eski Yunancada Gnos ya da gnosisden gelen bir kelime olan Gnose, “marifet” anlamına gelmektedir. Keşif, ilham, gayb bilgisi, kehânet, müneccimlik, yüksek ve esrarlı bilgi veya ilmî bilgiden ayrı ilimdir. Bu bilgi; bâtınî “mârifet”, ilahî esrarı bilme, “dinî sırların yüce bilgisi”, irfan ve hakikat veya gizli ve şahsî bilgidir.19 “Gnos”, ebedi bir kurtuluş, sürekli yenilenen bir vahiy ve durmadan mele-i   âlâdan gelen bir feyizdir. Daha sonraları bu kelime ıstılahi bir anlam kazanmış ve metafizik bilgiye, bir nevi akli delillere başvurmadan, metafizik bilgiye bir nevi keşif yoluyla ulaşmak anlamında kullanılmıştır.
avvufta keşf terimi “perde arka­sında ve aklın ötesinde olduğu için gâib olan bazı şeyleri bilme”, hem de “Allah’ın tecellilerini temaşa etme” anlamında kullanılmıştır. Mutasavvıflara göre keşf ile cennet ve cehennemin görüntü­sü ile melekler görülür. Ruh tam olarak saf hale gelip zaman ve mekân perdesi kalkınca geçmiş ve gelecekle ilgili olayla­rın bilgisine ulaşılır.
Mutasavvıflar keşfe dayanarak Kur’an’ı tefsir ettikleri gibi bir hadisin veya hadis âlimlerine göre sahih olmayan bazı hadis­lerin sıhhatini keşf yoluyla tespit ettikle­rini söylemişlerdir. Nitekim İsmail Hakkı Bursevî, “Ben gizli bir hazine idim …” hadisi üze­rinde dururken bu hadisin rivayet açısın­dan sabit olmasa bile keşfen sahih oldu­ğunu söylemiş, Abdülazîz ed-Debbâğ birçok hadisin sahih olup olmadığına keşf ile hükmetmiş, Şah Veliyyullah Dihlevî ed-Dürrü’s-Semîn’de, rüyada gördüğü Hz. Peygamber’den işittiği müjdeleyici nitelik­teki hadisleri rivayet etmiştir. Mutasav­vıfların bu görüşü hadis âlimleri tarafından reddedilmiş, keşfe dayanılarak bir hadisin Resûl-i Ekrem’e ait olup olmadı­ğını tespit etmenin mümkün olmadığı görüşü savunulmuştur.” (Süleyman Uludağ, “Keşf” Diyanet İslam Ansiklopedisi, Ankara, 2002, c: 25, s: 315-317.)

Dipnotlar: 1. bk Ali İmran, 3/3637, 2. Meryem, 19/25 3. 19/3840, 4. bk Buharı Enbiya 48, Müslim Bırr 48 , 5. bk Buharı Edeb 5, Müslim Zikir 27, 6. bk Buharı, enbiya 54, Müslim, fazailu-s sahabe 1

*Keramet konusunu değişik bir açıdan görmek isteyenler, Alı Zey ur'un el-Kerfimetüs-Sufıyye ve'l-Usturatu ve'1-hulüm Beyrut 1983, adlı eserme müracaat etsinler.











"Varlıklar daha yüksek bir şuura ulaştığı sürece olmayı istediği yöne doğru gider. Evrenin yönelmek zorunda olduğu hedefi bilen ve sonsuz bir zamana sahip olan ve negentropisi de sonsuz olan bir ebediyet prensibinin var olması kaçınılmazdır.
Biz bu ebediyet prensibine genel olarak TANRI diyoruz. Biz varlıklar gibi tüm evrenleri dolduran elektronlar için de gerçek spiritüel ama, Tanrı'yı aramak ve bu uğurda evrimin yüce amacını keşfetmek ümidiyle negentropi gelişmesini arttırmaktadır.
Bundan şu sonuç çıkımaktadır: Elektronlar yaşadıkları her hayat boyunca negentropilerini arttırmaya gayreti içinde olacaklardır. Çünkü psişizmin gelişmesinin yani bireysen elektron olan "ben"de olduğu gibi evrensel ölçüde şuurun gelişmesinin temel aracı ruhun mekanı içindeki negentropinin sürekli artışıdır."
Jean E. Charon, EON 








































.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder