25 Temmuz 2017 Salı

VAHİY ÇEŞİTLERİ Gayr-i Metlûv Vahiy




Burning Bush; Byzantine mosaic icon, St. Catherine's Monastery, Mount Sinai.
VAHİY ÇEŞİTLERİ ( Şura 51 )
51. Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle (kulunun kalbine dilediği düşünceyi doğurarak),yahut perde arkasından konuşur yahut izniyle dilediğini vah yedecek bir elçi gönderir. O, yücedir, hüküm ve hikmet sahibidir. (S.Ateş)
Doğrudan veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip Kendi izniyle dilediğini vah yetmesi dışında Allah’ın hiçbir insanla konuşması söz konusu değildir. Kuşkusuz O çok yücedir ve her işinde hikmet vardır. (Ö.Dumlu-H.Elmalı)
Ve bir beşer için, bir vahiy ile veya perde arkasından yahut bir elçi gönderip de izniyle dilediğini vah yetmesi dışında Allah’ın kendisiyle konuşması olmaz. Şüphesiz O, Aliyy’dir Hâkim’dir. (H.Yılmaz)
Bu ve bundan sonraki ayetler de bağımsız birer necimdir. Bu ayette Rabbimizin beşer ile nasıl temas kurduğu bildirilmektedir. Allah bir beşer ile doğrudan konuşmaz;ya kalbe ilka eder, ya perde arkasından ona hitap eder, ya da elçi gönderir de Allah’ınizniyle ona vahye der.Allah'ın herhangi bir insanla karşılıklı konuşması müm­kün değildir.
Allah, insanlar ile ancak şu üç şekilde konuşur:
1- Vahiy yoluyla:
Vahiyden maksat, ilahî bilginin kalbe atılması, kazınmasıdır. Peygamberlere gelen vahiylerin ekserisi bu yolla olmuştur.Ayrıca Rabbimiz Musa'nın annesine de bu yolla vahyetmiştir: Sonra oraya vardığında o bereketli toprak parçasındaki vadinin sağ tarafından, bir ağaçtan seslenildi: “Ey Musa! Hiç şüphesiz ki Ben, âlemlerin Rabbi Allah’ın ta kendisiyim! Ve asanı at! -Asayı yılan gibi deprenir görünce de dönüp arkasına bakmadan kaçtı.- Ey Musa! Beri gel, korkma.Kesinlikle sen emniyette olanlardansın. Elini koynuna sok, kusursuz bembeyaz çıkacaktır. Korkudan kanadını kendine çek. İşte bu ikisi Firavun ve onun adamlarına karşı Rabbin tarafından iki kesin delildir. Şüphesiz ki onlar, yoldan çıkan bir kavim olmuşlardır.” (Kasas/30-32)
2- Allah'ın bir elçi göndererek o elçi aracılığı ile kuluna mesaj iletmesidir.
Bu da Allah’ın Zekeriya peygamberi yollayarak Meryem’e mesajlarını iletmesi gibidir.
Sonra ehliyle kendisi arasına bir perde edinmişti de Biz ona ruhumuzu gönderdik, sonra o [ruhu getiren elçi], ona [Meryem’e] mükemmel bir beşeri örnek verdi. O [Meryem]: “Ben senden Rahman’a sığınırım. Eğer sen takiyy [takva sahibi birisi / takiyy] isen...” dedi. O [Elçi, Zekeriya]: “Ben sadece, sana tertemiz bir delikanlı bağışlamam / bağışlamak için,
Rabbinin elçisiyim” dedi. (Meryem/17- 19)
3- Perde arkasından vahye dilmesi:
Bu tür mesaj iletmede elçi sesi duymakta fakat konuşan görülmemektedir. Peygamberimizin son sidre ağacına bir şeyler bürünerek perde oluştuktan sonra ilk vahyi alması ile Musa peygambere Tur’da bir ağaç ve ateşin perdelemesi ile perde arkasından vahye dilmesi buna örnektir.
Ona, onu müthiş kuvvetleri olan öğretti.
O, üstün akıl sahibi. Ki istiva etmiştir
O Ve O, en yüksek ufukta idi.
Sonra yaklaştı ve hemen sarktı.
İki yay uzunluğu kadar, ya da daha yakın olmuştu.
Hemen de kuluna vah yettiğini vah yetti.
Gönlü, gördüğünü yalanlamadı.
Onun gördüğü şeyden kuşku mu duyuyorsunuz? [onun gördüğü şey hakkında onunla mücadele mi ediyorsunuz?] Ant olsun onu, başka bir inişte daha gördü. Son sidrenin yanında. Ki onun yanında oturulan bahçe vardır. O zaman sidreyi kaplayan kaplıyordu. (Necm/5-16)
Konumuz olan 51. ayetin iniş sebebi hakkında “Esbab-ı Nüzul” kayıtlarında şu nakle yer verilmiştir:
Yahudiler Peygamber (sav)'e: “Musa Allah ile nasıl konu­şup O'na nasıl baktı ise, sen de eğer gerçek bir peygamber isen O’nun la böy­le konuşmalı ve O'na böyle bakmalısın. Bunu yapmadığın sürece biz sana iman etmeyeceğiz” dediler. Bunun üzerine Peygamber (sav) şöyle buyurdu:
“Şüphesiz ki, Musa Yüce Allah'a bakmadı [O'nu görmedi].
” Bunun üzerine Yüce Allah'ın “Allah bir insanla ancak (ya) vahiy yolu ile konuşur ...”buyruğu indi. Bu rivayeti en-Nekkaş, el-Vahidi ve es-Sa'lebî zikretmişlerdir.
(Kurtubi; el-Camiu li Ahkami’l-Kur’an) H.Yılmaz.
Allah, insanla, ancak apansız gelen bir ilham aracılığıyla yahut bir perde arkasından [seslenerek] yahut [vahye dilmesini] dilediği şeyi kendi izniyle vah yeden bir elçi göndermek suretiyle konuşur: O, şüphesiz yücedir, hikmet Sahibidir.(M.Esed)
Bu karşılık, apansızlık ve iç aydınlanma kavramlarını birleştiren vahiy teriminin öncelikli anlamıdır (Râğıb):
Kur’ânî kullanımda, bu terim, genellikle -her zaman olmasa bile- Allah'tan gelen “vahiy” ile eş anlamlı kullanılmıştır. Yukarıdaki pasaj,Hz. Peygamber'e emanet edilen ilahî mesajdan bahseder Burada hitap son bulurken surenin açılış konusuna yeniden değinilmektedir. Konuyu iyice kavrayabilmek için surenin ilk ayetini ve açıklama notunu tekrardan okuyunuz. Burada "vahiy" ile ilka, ilham, kalbe doğmak ve rüya kast olunmaktadır. Tıpkı Hz. İbrahim (a.s) ve Hz. Yusuf'a (a.s) rüyada gösterildiği gibi (Bkz. Yusuf: 4-100, Saffat: 102.) Yani, sesi duymakla birlikte konuşan şahıs görülmemektedir. Örneğin Hz. Musa (a.s) Tur Dağı'nda bir ağaçtan Allah'ın sesini duymuş ama O'nu görmemiştir. (Bkz. Taha: 11-46, Neml: 8-12, Kasas: 30-35). Tüm semavi kitaplar bu şekilde vahyolunmuştur. Ancak bazı kimseler bu cümleyi yanlış tevil etmişler ve ifadeyi, "Allah bir peygamber gönderir ve o (peygamber) Allah'ın izniyle herkese vahye der" şeklinde anlamışlardır. Oysa doğrusu,"Allah bir Rasûl (Cibril) gönderir ve izniyle ona (peygambere) vahye der." şeklindedir. Tevilin ne kadar yanlış yapıldığı açıkça ortadadır. Nitekim peygamberlerin halka tebliği Kuran’da vahiy şeklinde ifade edilmiştir. Ayrıca Arapçada bir insanın bir diğer insanla konuşması "vahiy" ile ifadelendirilmez. Vahiy, lügatte "gizli ve hızlı işaret" anlamına gelir. Yani, O, bir kul ile karşılıklı konuşmanın fevkindedir ve bundan münezzehtir. Kullarına bir şey demek istiyorsa, bu O'nun için hiç de güç olmaz.

Hidayet rehberi olan Kur’an-ı Kerim’in hükümlerinin; Peygamberimiz’e (sav) kelâm ve mana olarak, kesin ve yakin bilgi ifade edecek şekilde indirilmesi, vahiyle gerçekleşen bir hadisedir. İlâhî vahyin muhatapları olan rasûl ve nebilerin, diğer insanlardan farklı vasıflara haiz oldukları malûmdur. İslam alimleri, namaz ibadetinin edâsı sırasında okunmasını (kıraati) dikkate alarak Kur’an’a “vahyi metlûv” (okunan vahy), sünnete ise “vahyi gayr-i metlûv(okunmayan vahiy)” demişlerdir. (1) Bu tasnifte, din hususundaki sünnetin vahye dayanması belirleyici unsurdur. Müsteşriklere ve bu hususta onlara katılan müstağriplere göre, sünnet vahye dayanmaz, Rasulullah’ın (as) kendi görüş ve yorumlarıdır. Son yıllarda, müslüman gençler arasında ‘Kur’an’ın iki kapağı arasındaki yazılı olan vahiyden başka, Rasûl-i Ekrem’e (sav) vahiy gelmiş midir, gelmemiş midir? suali ve bu suale verilen cevaplar, önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Oryantalistlerin ortaya attıkları “sünnetin vahye dayanmadığı”(!) iddiası, müslümanlar arasında da revaç bulmaya başlamıştır. Bugün artık okulda, camide, çarşıda, pazarda bu türden insanları bulmak mümkündür. Dinin çeşitli konularının tartışıldığı günümüzde, onbeş asırdan beri Sünnetin vahyiliği görüşü; ümmet arasında hüsnü kabul görmüşken, akıllarını kutsallaştıran ve batılı oryantalistlerden esinlenen bazı araştırmacı yazarlar; Sünnet konusunda yeni şüpheler gündeme getirerek alimlerimizin sahih kabul ettiği hadisleri bile sorgulama veya reddetme noktasına gelmişlerdir.(2)
Sünneti hafife alan veya inkar eden bu kimselerin itirazlarına bakacak olursak, bütün mesele Kur’an’dan başka vahyin Rasulullah’a inip inmediğidir. Sünnetin öteden beri yapılan klasik müdafaasında kullanılan ayetlere, yürekleri sızlamadan teviller getiren insanlara, sünneti yine sünnetle temellendirme girişimleri elbette ki fayda vermeyecektir. Zira bu kimseler zaten sünnet için şüphe içerisindedirler. O yüzden biz burada diğer konulardan önce, Rasulullah’a Kur’an’dan başka vahyin indiğine dair Kur’âni delillerinden bahsedeceğiz.
A. KUR’AN-I KERİM’DEN DELİLLER:
1-Yüce Rabbimiz Tahrim sûresinin üçüncü âyeti kerimesinde şöyle buyuruyor: “Peygamber, eşlerinden birine gizlice bir söz söylemişti. Fakat eşi, o sözü başkalarına haber verip Allah da bunu Peygamber’e açıklayınca, Peygamber bir kısmını bildirmiş, bir kısmından da vazgeçmişti. Peygamber bunu ona haber verince eşi: Bunu sana kim bildirdi? dedi. Peygamber: Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi, dedi.”
Ayetten de anlaşıldığı üzere Peygamber efendimiz, hanımlarından birine gizli bir söz söylüyor. Hanımı da bunu annelerimizden birisine haber verince, durum Peygamber Efendimize vahiyle bildiriliyor. Allah (cc)’ın bildirdiği bu şeylerin bir kısmını, Nebi (as) hanımına bildiriyor, bir kısmını ise bildirmiyor. Böyle bir durumla karşılaşan hanımı ise bunu kimin bildirdiğini soruyor, Peygamber Efendimiz de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi” buyuruyor.
Peygamberimizin zevcesine bildirdiği kısım hakkında bazı rivayetler vardır.(3) Şimdi şu mesele üzerinde düşünelim: Kur-an’ı Kerimin her hangi bir yerinde Allah (cc), Rasulüne bildirdiği bu şeyin metnini vermemiştir. Rasulullah’ın eşine bildirdiği kısım ile bildirmediği kısmın metni Kuran’da yoktur. Vahiy ise Allah’ın Rasulüne olan bildirilerini taşır. İşte, yine böyle bir bildiriyi getirmiş olan Allah’ın vahyi, metniyle Kuran’da mevcut olmayıp “gayri metluv” vahiyle Rasulullah’a bildirilmiştir.(4) Allah bildirdiğine şehadet ederken, Peygamberimiz de “Bilen, her şeyden haberdar olan Allah bana haber verdi” (Tahrim/3) derken; artık bundan öte bir kimsenin, Kur’anın iki kapağı arasından başka bir vahyin Rasulullah’a gelmediğini söylemesinin, La ilahe illallah, Muhammedun Rasulullah, şehadetiyle bağdaşabileceğini söylemek mümkün değildir.
Haram ve helallerle hayatı bir intizam altına alınan insanoğlu başıboş bırakılmamıştır.(5) O halde, yüce Allah’ın, Peygamberin hanımları arasında ki konuşma için Kur’an’dan ayrı, Nebisine de ayrı vahiy indirdiğini kabul edip, külli kaidelerle ilgili Allah’ın vahiy göndermeyeceğini iddia etmek doğru mudur? Allah (cc) “indirdim” derken “indirmedi” diyen bu insanlar acaba, Kur’an’dan bir hakikati inkar etmenin sahibini dinden çıkaracağını bilmiyorlar mı?
2-“ Yüce Rabbimiz Ahzab sûresinin 37. âyetinde şöyle buyuruyor: “(Rasûlüm!) Hani Allah’ın nimet verdiği, senin de kendisine iyilik ettiğin kimseye: ‘Eşini yanında tut, Allah’tan kork’! diyordun. Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan Allah’tır. Zeyd, o kadından ilişiğini kesince biz onu sana nikâhladık ki evlatlıkları, karılarıyla ilişkilerini kestiklerinde (o kadınlarla evlenmek isterlerse) müminlere bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir.”
Yukarıdaki ayet-i kerimeyi literal bir biçimde anlamak mümkün değildir. O yüzden tefsir ve hadis kitaplarının yardımıyla anlamaya çalışalım. Peygamber efendimiz, halasının kızı olan Zeyneb binti Cahş’ı, Zeyd b. Harise’ye nikahlamak istemişti. Fakat Zeyneb (ra) ilk önce tereddüt etmiş mazeret öne sunmuştu. Bunun üzerine şu ayet: “Allah ve Resûlü bir konu hakkında hüküm verince, inanmış bir erkek ve kadının kendiliklerinden seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” nazil oldu.(6) Bu ayetten sonra Zeyneb, Zeyd ile evlenmiştir.Bir müddet iyi giden evlilikleri bozulmaya başlayınca Zeyd, Rasulullah (sav)’a gelir ve aralarını ayırmasını ister. Efendimiz (as) Zeyd’e nasihat eder ve eşinden ayrılmamasını tavsiye eder. Aradan bir müddet daha geçince yürümeyen evliliğin tefriki için Zeyd, Peygamber Efendimize ikinci ve üçüncü defa gelir. Peygamber (as) her seferinde nasihat edip eşini nefsinde tutmasını ve Allah’tan korkmasını Zeyd’e tavsiye etmişse de artık başka çıkar yol kalmamıştı. Nihayet Zeyd ve Zeyneb’in aralarını tefrik eder. Ama bütün bunlar olurken Allah Rasulünde bir korku bulunmaktaydı. Acaba bu korku neydi?
Zeyd, cahiliyyede Rasulullah’a köle olmuş, ama Rasulullah’ın azat edip kendisine evlatlık olarak aldığı bir sahabedir. Fakat Allah Zeyd’in, Rasulullah’ın evladı olmadığını, İslam da böyle şeyin olmadığını ve evladı olmadığı için de kişinin evlatlığının eşini boşadığı zaman, onunla evlenmesinde bir mahzur olamadığını göstermek istemişti. Yani Allah (cc) evlatlığı ortadan kaldırmak istemiş ve kişinin, oğulluğunun boşadığı hanımıyla evlenmesinde şer’an bir mahzurun olmadığını göstermeyi istemiştir. Fakat cenabı Allah bu ilk uygulamayı Rasulullah’ın bizzat kendi nefsi üzerinde uygulamayı dilemiş ve Rasulullah’a, Zeyd’i Zeyneble evlendirip daha sonra Allah’ın onları tefrik ettiği gün de Nebi’nin (sav) Zeyneb ile evlenmesini Peygamber Efendimize emretmişti. Yani Rasulullah (as), Zeyd’i Zeyneb ile evlendirirken daha işin başında ne olacağını biliyordu. Konuyla alakalı olarak İbn Kesir’de şu tesbite yer verilmiştir: İbn Ebu Hatim der ki, “Bize babam… Ali b. Zeyd ibn Cüdan’dan nakletti ki o şöyle dedi:. Hüseyin oğlu Ali bana. “Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyor, insanlardan da gizliyordun.” Kavli hakkında ne dediğini sordu. Ben de ona anlattım. Sonra dedi ki: “Hayır, Allah Rasulü onu Zeyd’le evlendirmezden önce, Zeyneb’in kendi eşleri arasında olacağını çok iyi biliyordu.Zeyd eşinden şikayet etmek üzere Peygambere gelince, Rasulullah ona Allah’tan kork ve eşine sahip ol, dedi. İşte bunun üzerine Allah Teala Rasulüne buyurdu ki: Ben, seni onunla evlendireceğimi haber vermiştim. Sen ise“Allah’ın açığa vuracağı şeyi de içinde saklıyorsun.” Suddi’den de bu şekilde söylediği rivayet edilir. İbn Cerir Taberi bu konuda şöyle diyor: Zeyneb’in Peygamberle evlendirilmesini isteyen Allah Azze ve Celle idi.(7) Yani Emir Allah’tan gelmiş, Rasulullah uygulamıştır. O günkü Mekkeli Arapların geleneklerine göre bir baba, evlatlığının boşadığı eşiyle evlenemez idi. Bunu tarihi kayıtlarda görebileceğimiz gibi bir sonraki ayette geçen“…biz onu sana nikahladık ki (bundan böyle) evlatlıkları karılarıyla ilişkilerini kestikleri zaman o kadınlarla evlenmek hususunda mü’minlere bir güçlük olmasın.” (Ahzab 37) ibaresinden de anlamaktayız. Dikkat ederseniz ayette şöyle bir ibare geçmişti, “Allah’ın açığa vuracağı şeyi, insanlardan çekinerek içinde gizliyordun..” Peygamberin nefsinde gizlediğinin ne olduğunu tekrar edecek olursak, Zeyd, Zeyneb’le boşandıktan sonra Rasulullah’ın, Zeyneb’le evlenecek olmasıdır. Allah’ın Rasulü bunu insanlardan gizliyordu ve çekiniyordu.Peygamber Efendimiz’in ileride olacak olan böyle bir hadiseyi bildiğini Allah (cc) ikrar ediyor ve diyor ki; “Allah’ın açığa vuracağı şeyi insanlardan çekinerek içinde gizliyorsun.” Peygamber (as)’in nefsindeki bilgiyi ve bu bilgiyi Kur’an’ın herhangi bir yerinde daha önce vahyedilmiş olarak da bulamayacağına göre bu bilgiyi nereden buldu?
O halde bu bilgi Rasulullah’a, Allah (cc)’dan vahyin üç yolundan biriyle gelmiş bulunmaktadır. Ve bu bilgi Kur’anın iki kapağı arasında bulunmamaktadır. Demek ki, Allah’ın Rasulüne Kur’an’da bulunmayan vahiyler de gelmektedir.
3- Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 144. âyetinde şöyle buyuruyor: “(Ey Muhammed!) Biz senin yüzünün göğe doğru çevrilmekte olduğunu (haber beklediğini) görüyoruz. İşte şimdi, seni memnun olacağın bir kıbleye döndürüyoruz. Artık yüzünü Mescid-i Haram tarafına çevir. (Ey Müslümanlar!) Siz de nerede olursanız olun, (namazda) yüzlerinizi o tarafa çevirin. Şüphe yok ki, ehl-i kitap, onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu çok iyi bilirler. Allah onların yapmakta olduklarından habersiz değildir.” (Bakara 144)
Peygamber (sav) Efendimiz, Mekke’de iken, Kâbe’ye doğru namaz kılmakta idi. Fakat daha sonra Allah’ın Rasulü Medine’ye hicret edince, on altı ay veya on yedi ay Beyt-ül Makdis’e (Kudüs) doğru namaz kıldı. Peygamber Efendimiz ve müminler bu kadar bir süre Beyt-ül Makdis’e doğru namaz kıldıktan sonra Cenab-ı Allah, müminlerin Kabe’ye doğru dönmeleri için vahy göndermiştir. Rasulullah’ın Kabe’ye dönmesini emreden ayetler bellidir. Peki Beyt-ül Makdis’e dönmesini emreden vahiy nerededir? Kur’an’ın her hangi bir yerinde Allah (cc), Rasulü’nün Beyt-ül Makdis’e doğru namaz kılmasını emretmiş değildir. O halde bu emir Rasulullah’a hangi yolla gelmiş olabilir? Elbette ki, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla. Demek ki, Rasulullah (as) Kur’an’da mevcut olmayan veya mevcut olan mücmel ifadenin kapsamını, detaylarını nefsinden veya tecrübesinden değil, bizzat Allah Zülcelalden gayri metluv vahiyle almaktadır.(8)
4-“ Yüce Rabbimiz Haşr sûresinin 5. âyetinde şöyle buyuruyor: “Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.”
Nadiroğulları’nın Peygamber Efendimiz’i öldürme teşebbüslerinden dolayı, Müslümanlarla, Nadiroğulları arasında savaş olmuştur.(9) Bunun üzerine, Allah Rasulü, Nadiroğulları’nın sağlam kalelerini muhasara etmiş, onların ümitlerinin kesilmesi ve teslim olmaları içinde, Nadiroğulları’nın hurmalıklarının belli bir bölümünün kesilmesini emretmişti. Bunun üzerine hurmalıkların bir kısmı kesilmiş, fakat daha sonra aralarında ihtilaf çıkmıştır. Rasulullah’a gelip “Ey Allah’ın Rasulü, kestiğimizden dolayı bize bir vebal, bıraktığımızdan dolayı da bir günah var mı?” diye sormuşlardır. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle Haşr suresinin 5. ayetini inzal buyurdu. İnen bu ayetle Cenabı Allah müminlerin düşmüş olduğu meseleye çözüm getirmiştir. Ayette Allah (cc) şöyle buyuruyor:“Hurma ağaçlarından, herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allah’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.” (Haşr 5)
Ayetin ifadesinden de anlaşılacağı gibi, müminlerin arasında tartışmaya yol açan hurmalıkların kesilmesi, bizzat Allah’ın emriyle olmuştur. Kur’anın her hangi bir yerinde hurmalıkların kesilmesi hakkında daha önceden inzal olan bir ayet yoktur. Olaydan, yani tartışmadan sonra konuyla ilgili inen bu ayet tekdir. O halde Rasulullah, Allah’ın izniyle olan bu hurmalıkların kesilmesi emrini, Kur’anda olmayan bu vahyi, vahyi gayri metluv olan vahyin ikinci yoluyla almıştır.
5- Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 187. âyetinde şöyle buyuruyor: “Oruç gecesinde kadınlarınıza yaklaşmak size helal kılındı. Onlar sizin için birer elbise, siz de onlar için birer elbisesiniz. Allah sizin kendinize kötülük ettiğinizi bildi ve tövbenizi kabul edip sizi bağışladı. Artık (Ramazan gecelerinde) onlara yaklaşın ve Allah’ın sizin için takdir ettiklerini isteyin. Sabahın beyaz ipliğinin (aydınlığı), siyah ipliğinden (karanlığından) ayırt edilinceye kadar yeyin, için, sonra akşama kadar orucu tamamlayın.”
Cenabı Allah müminlere orucu farz kılmıştır. Oruç, ilk farz kılındığı zaman yatsı namazından sonra başlıyor ve güneş batana kadar devam ediyordu. Yani sahur yoktu ve yatsı namazından sonra kadınlara yaklaşmakta haramdı. Rivayetler de, bazı sahabelerin Ramazan boyunca eşlerine yaklaşmadıkları ve bu yüzden de nefislerinden korktukları rivayet edilmektedir. Bunun üzerine Allâhu Teala Bakara suresinin 187. ayetini indirdi. Dolayısıyla kadına yaklaşmanın ve sahurun helal kılındığına dair nass mevcuttur. O halde önceki haram emri nerededir? Kur’anın her hangi bir yerinde bu haram mevcut değildir. O halde Rasulullah bu emri Allah’tan nasıl aldı? Elbette ki vahyi gayri metluv yoluyla.(10)
6- “Yüce Rabbimiz Ali İmran sûresinin 164. âyetinde şöyle buyuruyor: “Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.”
Bu ve benzeri âyetlerde, Hz. Peygamber’e kitabın yanında hikmetin de verildiği beyan edilmektedir.(11) Bu hikmetin kitap olması mümkün değildir. Çünkü, eşsiz bir belâğat mu’cizesi olan Kur’an-ı Kerim’in içinde gelişigüzel kullanılmış kelimeler, maksadı bütün bütün kapalı ifadeler ve gereksiz itnab, yani gereksiz yere sözü uzatma olamayacağından, söz konusu âyet-i kerimelerde, hikmetten maksat, kitap veya kitabın bir kısmı olamaz; zira o zaman hikmet kitap üzerine atıf yapılmazdı. Birbirine atıfla yanyana zikredilen iki şey, birbirinden farklı olmalıdır. Hikmetin ne anlama geldiği tartışılabilir; ama şunu kesin olarak ifade ediyoruz ki, kitaptan maksat, Kur’an olduğuna göre, hikmet, Kur’an’ın dışında ve Rasûlüllah’ın misyon sahasına giren ve hemen Kur’an’dan sonra gelen bir şeydir. İmam Şafii, bu konudaki âyetleri sıraladıktan sonra şu sonuca varır: Allah Teâlâ, “kitap” deyince Kur’an’ı, “hikmet” ile de görüşlerine katıldığım ehl-i Kur’an âlimlerinin dediği gibi Rasûlüllah’ın sünnetini kasdetmiştir. Bu görüş, Kur’an’ın ifadesine uymaktadır. Allah, en iyisini bilir. Çünkü Kur’an, önce kitabı, peşinden hikmeti zikretmiştir. Allah Teâlâ da kendilerine, kitap ve hikmeti öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı zikretmektedir. Buradaki hikmetin, Rasûlüllah’ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek de uygun değildir. Sebebi şudur: Allah Teâlâ, hikmeti, kitapla yanyana zikretmiştir. Ayrıca Peygamber’ine itaati ve herkese onun emrine uymayı farz kılmıştır. Allah’ın kitabı ve Rasûlü’nün sünnetinden başka hiçbir söz için “farz” denilmesi caiz değildir. Bunun sebebi de Allah Teâlâ’nın, Rasûlü’ne imanı, kendisine iman ile beraber zikretmesidir.”(12)
7- Yüce Rabbimiz Bakara sûresinin 238-239. âyetlerde şöyle buyuruyor: “Namazları ve orta namazı koruyun, gönülden bağlılık ve saygı ile Allah’ın huzurunda durun. Eğer bir tehlikeden korkarsanız, yaya yahut binmiş olarak kılın. Güvene kavuştuğunuz ise bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah’ı anın.’”
Buradaki ‘Size öğrettiği şekilde’ ifadesi dikkat çekicidir. Bilindiği gibi namaz, Kur’an’da tafsilatlı şekilde öğretilmemiştir. O halde Hz. Peygamber’in bu konuda Cebrail vasıtasıyla bir takım emirleri almış olması gerekir.Bu görüşü, Cebrail’in Hz. Peygamber’e gelip beş vakit namazı bizzat tatbikatlı bir şekilde öğrettiği rivayetleri(13) teyit etmektedir. Kısaca, ayette geçen ’Allah’ın size öğrettiği şekilde’ ifadesi Hz.Peygamber’e Kur’an dışında da vahiy geldiğine işaret etmektedir. Çünkü Cibril’in öğretmesi demek netice itibariyle Allah’ın öğretmesi demektir.
8-Yüce rabbimiz Kıyame suresinin 17. Ayetinde şöyle buyuruyor: “Onu çarçabuk almak için dilini kımıldatma. Şüphesiz onu, toplamak (senin kalbine yerleştirmek) ve onu okutmak bize aittir. O halde, biz onu okuduğumuz zaman, sen onun okunuşunu takip et. Sonra şüphen olmasın ki, onu (beyan etmek) açıklamak da bize aittir.”
Beyan, lügatlerde “bir başkasını açıklayan şey” ifadesiyle tanımlanır. Istılahta ise; Mana kapalılığını giderip onu muhatabın anlayacağı bir şekilde açıklamak veya hükmü Allah tarafından açıklanmış nassın keyfiyetini ifade etmek üzere kullanılan bir terimdir.(14) Burada Allah(cc) Kur’an ayetleri zımnında ayrıca beyana ihtiyaç gösterenler bulunduğunu ve o beyanın da yine vahiyle Efendimiz (s.a.v)’e gösterileceğini ifade buyurmaktadır. Kur’an’ın beyan edilmesi gereken ayetler ihtiva ettiği gerçeği bir diğer ayette de şöyle zikredilmektedir: “Sana da Zikr’i indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın; ta ki düşünüp anlasınlar.’(15) Bir önceki ayette Kur’an ayetlerini beyan etme işini bizzat Allah Teala tekeffül buyurmuşken, bu ayette beyan işinin Efendimiz (s.a.v)’e ait bir görev olduğu belirtilmektedir. Kur’an’ı beyan sadedindeki Sünnet, vahiyle Efendimiz’e öğretilmektedir. Ancak bu vahiy kur’an dışı bir vahiydir. Bunun böyle olduğunu, yukarıda mealini zikrettiğimiz el-Kıyâme ayeti ortaya koymaktadır. Zira o ayete yakından baktığımızda şunu görüyoruz: Allah Teala, Kur’an ayetlerinin beyanının kendisine ait olduğunu ifade buyurmaktadır. Öyleyse Kur’an’ın beyana ihtiyaç gösteren her ayetinin başka bir ayet veya Kur’an dışı vahiy tarafından yerine getirilmiş olması gerekir. Birinci ihtimal tamamiyle geçersizdir. Zira Kur’an’ın beyana muhtaç her ayetinin yine bizzat Kur’an’ın başka bir ayeti tarafından beyan edildiğini göremiyoruz.
Öyleyse Kur’an’ın beyanı sadedinde varit olan sünnetlerin, Efendimiz (s.a.v)’e Kur’an dışı (gayri metluvv) bir vahiyle iletildiğini söylemek zorundayız.(16)
Yukarıda zikrettiğimiz ayetler dışında Rasulullah’a Kur’an’dan başka vahyin indiğini deklare eden başka ayetler de vardır.(17) Daha geniş bilgi almak isteyenler dipnottaki kitaplara başvurabilirler.(18)
B- HADİS-İ ŞERİFLERDEN DELİLLER
Baştan ifade edelim ki, hadislerden delilleri sünnet münkirlerinin, (daha genel bir ifadeyle vahyi gayri metluv münkirlerinin) ikna olması için değil de, bu konuda hakkı arayan kardeşlerimiz için serdedeceğiz:
1- Hz. Peygamber efendimiz bir hadisinde: ” Haberiniz olsun! Bana bir kitab ve bir o kadar da misli (sünnet) verildi. Haberiniz olsun rahat koltuğu üzerinde karnı tok bir halde kurulmuş kişinin, ‘Bu Kur’an’a sarılın. Onda nelere helal denmişse onları helal edinin nelere de haram denmişse onları haram edinin’ diyeceği zaman yakındır. Haberiniz olsun ehli eşeğin eti size helal değildir. Yırtıcı hayvanlardan köpek dişli olanlar da helal değildir. Anlaşmalı olanların yitikleri de helal değildir. Ancak sahipleri tarafından ihtiyaç duyulmadan atılan müstesna. Kim bir topluma misafir olarak inerse onu ağırlamaları o topluma gerekli bir görevdir. Şayet misafir etmezlerse hak ettiği miktar kadar onları cezalandırır.’(19) buyurmuştur.
Hz.Muhammed, hadiste ifade edildiği üzere kendisine Kur’an ve artı olarak bir vahyin indirildiğini belirtmiştir. Devamında bir takım şeyleri helal ve haram kılmıştır. Hz. Peygamber hüküm koyarken, bu hükümleri kendi kafasından koymamıştır. Rasulullah’ın Kur’an ışığında onda olmayan hükümleri koyması da elbetteki bir vahyin mahsülüdür ve Hz. Peygamber’in bu noktada koymuş olduğu hükümler ‘ o size temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar’ ayetine racidir.(20)
2- Ebu Hureyre (r.a.)’nin naklettiğine göre: Hz. Peygamber (a.s.) bir gün insanların arasında oturuyordu. O sırada ona bir zat geldi ve: “Ey Allah’ın Rasulü! İman nedir?” dedi. “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, Allah’a kavuşmaya, peygamberlerine inanman ve keza son dirilmeye iman etmendir” buyurdu. İslâm nedir? dedi. “İslâm, Allah’a kulluk etmen ve ona hiç bir şeyi ortak yapmaman, Farz namazı dosdoğru kılman, farz kılınmış olan zekâtı vermen ve Ramazanda oruç tutmandır” buyurdu. Ey Allah’ın Rasulü! İhsan nedir? dedi. “Allah’a onu görürcesine ibadet etmendir. Her ne kadar onu görmüyorsan da o seni muhakkak görür” buyurdu. Ey Allah’ın Rasulü, Kıyamet ne zamandır? dedi. (Cevaben Efendimiz) Buyurdu ki: “Bu konuda sorulan sorandan daha çok bilgiye sahip değildir. Fakat onun alâmetlerini sana haber vereceğim: Cariyenin efendisini doğurması, onun alâmetlerindendir. Yalınayak ve çıplak kimseler, insanların idarecileri oldukları zaman, işte bu da onun alâmetlerindendir. Koyun çobanları yüksek bina kurmakta birbirleriyle yarışa başladıkları zaman, işte bu da onun alâmetlerindendir. (Kıyametin vakti) Allah’tan başka kimsenin bilemeyeceği beş şeye dahildir.” Bundan sonra Peygamber: “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez, yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez, şüphesiz Allah her şeyi bilendir, herşeyden haberdardır” ayetlerini okudu. Ebu Hureyre der ki: Sonra o şahıs dönüp gitti. Arkasından Allah Rasulü (a.s.): “O adamı bana geri getiriniz” diye emretti. Bunun üzerine sahabeler onu geri getirmek için aramaya başladılar, fakat birşey göremediler. Bunun üzerine Allah Rasulü (a.s.): “İşte o, Cebrail’dir. İnsanlara dinlerini öğretmek için gelmiştir” buyurdu.(21)
Hadiste ifade edildiği üzere Cebrail (a.s.), bizzat efendimizin ifadesiyle “insanlara dinlerini öğretmek için” gelmiştir.
3- Ebu Hureyre’den Rasulullah Aleyhisselâm’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir.
“Allah Azze ve Celle buyurdu ki, Kulum bir iyilik düşünür de yapmazsa onu kendisi için bir iyilik olarak yazarım. O iyiliği yaptığında, on kattan yediyüz kata kadar sevap yazarım. Bir kötülük düşünür de yapmazsa, bundan dolayı aleyhine birşey yazmam. Kötülüğü işlerse sadece bir kötülük olarak yazarım.(22)
Yine Ebu Hureyre Radiyallahü Anh’den Rasulullah Aleyhisselâm’ın şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:”Allahü Teala buyurdu ki; Ademoğlu, dehre küfrederek Bana eziyet eder. Dehr Benim. İş Benim elimdedir, gece ile gündüzü birbiri ardına Ben getiririm.(23)
Hazreti Peygamber’in Allah Teâlâ’dan rivayetle ifade buyurduğu hadislere “Kudsi Hadis” denilir. Hz. Peygamber’in istediği ibare ile ifade etmek üzere bazen Cibril (a.s) vasıtasıyla ve bazen de vahiy, ilham ve rüya suretiyle Allah Teâlâ’dan rivâyet ettiği hadistir. Kudsi hadislerin, bir taraftan ilk kaynak olarak Allah Teâlâ’ya izafe edilmesi, diğer taraftan Hz. Peygamber’in hadisleri arasında ve hadis lafzıyla zikredilmesi, bunların bazı yönlerinden Hz. Peygamber’in hadislerine benzerliğini ortaya koymaktadır. Zira Kur’ân-ı Kerim Allah kelâmı olup Hz. Peygambere vahyolunmuştur; kudsî hadislerin de ilk kaynağı Allah Teâlâ olduğuna ve Hz. Peygamber tarafından ondan rivayet edildiğine göre, bunlar da vahiydir.(24) Hadis-i Kudsi’ler peygamberimize Kur’an dışında gelen vahyi ispatlayan verilerdendir.
4- Hz. Huzeyfe (ra)’ın rivayet ettiği bir hadiste Rasulullah (sav) şöyle buyurmaktadır: “Bu, alemlerin Rabbinin elçisi Cibril’dir. Kalbime şunları ilham etti: Hiç şüphesiz bir nefis, ulaşması gecikse de rızkı tamamen eline geçmeden ölmez. Öyleyse Allah’tan korkun ve rızkınızı güzel yollardan arayın. Sakın rızkınızın gecikmesi sizi, onu Allah’a isyan ederek almaya sevk etmesin. Hiç şüphesiz, Allah Katındaki şeylere ancak O’na itaat edilerek ulaşılır.”
“Cibril Kalbime şunları ilham etti” cümlesi peygamberimize Kur’an dışında gelen vahiyler geldiğini ispatlamaktadır.(25)
5- Ebu Said el-Hudri diyor ki: “Rasulullah bir zaman sahabelerine namaz kıldırırken papuçlarını çıkardı ve sol tarafına koydu. Cemaat bunu görünce onlar da papuçlarını çıkarıp attılar. Rasulullah namazını bitirince onlara: “Sizi papuçlarınızı atmaya sevk eden sebeb nedir?” diye sordu. “Biz senin onları çıkarıp attığını gördük, biz de attık” dediler. Rasulullah (sav) de buyurdu ki: “Bana Cibril (as) geldi ve papuçlarımda pislik bulunduğunu bildirdi. Sizden biriniz mescide geldiği zaman papuçlarına baksın. Onlarda bir pislik veya eziyet verecek bir şey görürse, onu silsin ve onlarla namazını kılsın.“(26)
Hadisteki “Bana Cibril (as) geldi ve papuçlarımda pislik bulunduğunu bildirdi” ifadesi net bir ifade olarak peygamberimize Kur’an dışında gelen vahiyler geldiğini ispatlamaktadır.
6-Abdullah İbni Ömer radıyallahu anhümâ kendisine:Biz hazar namazı ile, korku (havf) namazını Kur’an’da buluyoruz. Fakat sefer (yolculuk) namazını Kur’an’da bulamıyoruz. Nasıl oluyor bu? diyen Ümeyye İbni Abdullah İbni Hâlid’e; Bak yeğenim! Biz hiçbir şey bilmezken Allah bize Muhammed’i peygamber olarak gönderdi. Biz, Muhammed’i neyi, nasıl yaparken görmüşsek, onu öylece yaparız” demiştir.(27)
Hz. Ömer Şam seferine çıktığı zaman yolda iken Suriye arâzisinde veba salgını haberi gelir. Yoluna devam edip etmeme ve alınması gereken tedbir hususunda tereddüde düşer. Önce yanındaki Muhacirûnu dinler, farklı tavsiyelerde bulunurlar. Sonra Ensârı çağırır, onları dinler onlar da farklı görüşler ileri sürerler. Sonra: “Bana fetih muhâcirlerinden olan Kureyş yaşlılarını çağırın” der. Bunlar ihtilaf etmeksizin dönmeyi teklif ederler. Hz. Ömer (radıyallahu anh) kararda zorluk çekerse de, bir ihtiyacı için oradan ayrılmış bulunan Abdurrahman İbnu Avf (radıyallahu anh)’ın dönüşü meseleyi çözer: “Ben, der, Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)’ı dinledim: “Bir yerde veba olduğunu duyarsanız oraya gitmeyin, bulunduğunuz yerde çıkarsa orayı terketmeyin” demişti. Sâlim İbnu Abdillah (radıyallahu anh)’ın kesin ifadesine göre, Hz. Ömer (radıyallahu anh) bu rivayet üzerine geri dönme emri verir.(28)
Bir gün Abdullah b. Mes’ud: “Allah Teala, dövme yapan (ben yapan) dövme yaptıran, tüylerini alan, güzellik için dişlerinin arasını törpületen ve Allah‘ın yaratma şeklini değiştiren kadınlara lanet eder”demiştir. Onun bu sözü, Esedoğullarından Ümmü Yakub isimli Kur’an’ı çok iyi okuyan ve anlayan bir kadına ulaşmış kadın da İbn Mesud’a gelerek, “İşittiğime göre sen şöyle ve şöyle olan kadınlara lanet okumuşsun” demiştir. Abdullah bin Me-sud da o kadına şu cevabı vermiştir: ”Niçin ben, Rasulullah tarafından lanetlenen ve Allah’ın kitabında da hükmü bulunan kimseleri lanetlemeyeyim?” Kadın: “Ben Kur’an’ın iki kapağının arasında bulunan bütün âyetleri okudum. Böyle bir lanetleme bulamadım.” demiş, Abdullah bin Mes’ud da, “Eğer okumuş olsaydın onu bulurdun. Sen Allah Teala’nın “Peygamber size ne verdiyse onu alın. Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının” âyetini okudun mu? diye sormuş, kadın: “Evet okudum” demiştir.Bunun üzerine Abdullah: “Kadınların bunları yapmalarını Rasulullah yasaklamıştır” demiştir.(29)
Yukarıdaki üç rivayetten anlaşılan odur ki; Sahabe-i Kiram, peygamber efendimizin her zaman vahiy almakta olduğunu bilmekteler ve peygamberimizin buyurduklarının aynen yüce Allah’ın buyurdukları gibi olduğunun idraki içindedirler.
ara
C- ALİMLERİMİZİN GÖRÜŞLERİ
Tabiun alimlerinden Hasan b. Atiyye şöyle demektedir: Cebrail Rasulullah’a aynı Kur’an’ı indirdiği gibi sünneti indirir ve Ona Kur’an’ı öğrettiği gibi öğretirdi.(30)
Müctehid alimlerimizden İmam Şafi: “Allah Teala da kendilerine, Kitap ve Hikmet’i öğretmekle kullarına yaptığı ihsanı zikretmektedir. Bunasslarda geçen hikmetin Hz. Peygamber (sav)’ın sünnetinden başka bir şey olduğunu söylemek uygun değildir. Sebebi şudur: Allah Teala hikmeti Kuran’la birlikte zikretmiştir.”(32)
İbn Hazm bu meseleyi izah ederken, şu tesbitte bulunmuştur:’Okunan vahiy, Kur’an’dır. Nazmı, mucizedir. Her türlü tahrif ve tebdilden korunmuştur. Okunmasıyla ibadet edilir. Cebrail vasıtasıyla peygamberimize uyanıkken indirmiştir. Uyku, ilham veya başka bir yolla indirilmediği hususunda icma vardır. Vahy-i gayri metluv’a gelince nazmı, mucize değildir. Fakat nakledilen vahiydir. Bunlar Hz. Peygamberin hadisleridir. “İman, İslâm ve ihsan”ın tarifini yapan hadiste olduğu gibi hadisler, Peygamberimiz’e ya Cibril vasıtasıyla uyanıkken ya da bunun dışındaki diğer vahiy şekilleriyle gelmişlerdir. Ancak bunların manaları vahiyle gelirken lafızları peygamberimize aittir. Zaten hadislerin Kur’an’dan ayrıldığı taraf da burasıdır. Onun için hadisleri manalarıyla nakletmek caiz görülmüştür.(33)
İbn Kayyim el Cevziyye demiştir ki: “Allah Teala kendisine ve Rasulü’ne itaati emretti. Peygambere emrettiklerini, Kitab’a arzetmeksizin bizatihi kendisine itaatin vacip olduğunu bildirmek için, ‘peygambere de itaat ediniz’ buyurarak “itaat” emrini tekrarladı. Hz. Peygamber (sav) bir emir verdiği zaman, o emir Kuran’da bulunsun bulunmasın, mutlak ve müstakil olarak kendisine itaatin vacip olduğunu bildirirdi. Çünkü O’na, Kitap ve beraberinde benzeri değerde sünnet verilmiştir. Allah Teala, Ashab-ı Kiram’ın, Hz. Peygamber ile toplu bir işteyken ondan izin almadan herhangi bir yola ve yere gitmemelerini, imanın gereklerinden kılınca, O’nun izni olmadan ilmi bir görüşe ve hükme gitmemeleri daha öncelikli olarak imanın bir gereği olmaktadır. Hz. Peygamberin (sav) böyle bir konudaki izni ise getirdiği vahiy ve sünnetin o şeye izin verdiğini göstermesi ile bilinmektedir.”(34)
Günümüz alimlerinden Muhammed Hamidullah şöyle demektedir: Vahiy, bizzat Rasulüllah Muhammed (s.a.v.) tarafından gayet açık bir şekilde iki sınıfa ayrılmış bulunmaktadır. Bazı durumlarda O: “Bu Allah’ın katındadır; onu yazı ile tespit edin, ezberleyin ve namazlarınızın belli yerlerinde tilâvet edin” diyor. İşte bu işaret ettiği şey, Kur’an-ı Kerim çerçevesine girer. Diğer bazı durumlarda ise O: “Bunu şöyle yapın” diyor ve hatta bazen hiçbir söz (hadis) sarfetmeksizin sadece belli bir şekilde hareket edip işliyordu ve bütün bu gibi durumlarda yazı ile tespit emrini vermiyordu. İşte bu halde karşımıza vahy-i metluv ile vahy-i gayri metluv farkı çıkar; bu ikinci sınıfa girenler, umumiyetle Hz. Peygamber’in “hareket”, “iş” ve “tutumları”na dair anlatılanlar hadis yahut bundan farklı bir mana taşımayan sünnet şeklinde adlandırılır. Kuran’a nazaran Peygamber, her ne söylediyse vahiy üzerine söyledi. Bununla beraber bütün söylediklerinin namazlarda okunmasını emretmedi.Buradan, ‘tilavet edilmiş, okunmuş’ vahy ile ‘tilavet edilmemiş’ vahy arasındaki fark anlaşılır.(36)
Bütün bunlardan sonra şöyle bir tespitte bulunmak mümkündür: Dinin tebliği sadece Kur’ân-ı Kerîm vasıtasıyla yapılmamış; Allah Teâlâ, pek çok ayrı yolla peygamberine dini bildirmiştir. Dolayısıyla sünnet vahiy kaynaklıdır ve vahyin onayından geçmiştir. Diğer yandan bir dinin sadece kutsal kitap ile duyurulacağına dair bir delil bulunmamaktadır. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerîm’in de bütünüyle bir kerede nâzil olmayışı, dinin tamamlanmadığı şeklinde anlaşılmadığı gibi, eksiklik olarak da görülmemiş ve Müslümanlar Rasûlullah’ın bütün bildirdiklerine Kur’ân ve Sünnet ayırımı yapmadan uymuşlardır.
En son olarak şunu ifade edelim ki; Peygamberimize Kur’an dışında gelen vahyi ispatlayan açıklamalarımızdan, tüm hadis külliyatının vahiy olduğunu savunduğumuz sonucu çıkarılmamalıdır. Bu husustaki tercih ettiğimiz görüş, çağımızın büyük alimlerinden Seyyid Ebu’l A’la Mevdudi’nin görüşüdür. Mevdudi “O, hevadan (kendi istek, düşünce ve tutkularına göre) konuşmaz. O (söyledikleri), yalnızca vahyolunmakta olan bir vahiydir.“(37) ayetlerini tefsir ederken şöyle der:
“Bu bağlamda şöyle bir soru yöneltilebilir: “Hz. Peygamber’in (s.a) tüm sözleri Allah katından mıdır? Değilse şayet, Hz. Peygamber’in (s.a) sözlerinden hangisi kendisine ait, hangisi Allah’ın vahyidir?” Böyle bir sorunun cevabını şu şekilde verebiliriz: Kur’an kesinlikle bir vahiydir ve içindeki tüm sözler istisnasız Allah’a aittir. Hz. Peygamber’in (s.a) kendi sözleri ise üç kategoriye ayrılabilir:
1) Hz. Peygamber’in (s.a) İslâm’ı tebliğ, Kur’an’ı beyan ve izah niteliği taşıyan sözlerinin tümünün vahy kaynaklı olduğuna şüphe yoktur. Maazallah bunlar hevasından uydurduğu düşünceler değildi.
Bir bakıma Hz. Peygamber, (s.a) Allah’ın tayin ettiği resmi bir sözcüydü. Bu tür vahy, kelimesi kelimesine Kur’an gibi nazil olmuş değilse bile, Hz. Peygamber’in (s.a) söylediği bu sözler yine de vahy ilmine dayanmaktadır. Ancak Kur’an ve Hz. Peygamber’in (s.a) sözleri arasındaki fark, Kur’an’ın anlamıyla birlikte kelimelerinin de Allah tarafından nazil olması, buna karşılık Hz. Peygamber’in (s.a) izah niteliğindeki sözlerinin, Allah tarafından öğretilmiş olmasına rağmen, kelimelerinin kendisine ait olmasıdır. Bu bakımdan, Kur’an’a, “Vahyi Celî”(38) Hz. Peygamber’in (s.a) bu tür sözlerine de “Vahyi Hafî”(39) denilir.
2) Hz. Peygamber’in (s.a) Müslümanların lideri olması münasebetiyle Allah’ın kelimesini yüceltmek ve dini ikame etmek için mücadele ederken muhtelif zamanlarda verdiği emirleri kapsayan sözleri. Bu mücadele boyunca Hz. Peygamber, (s.a) zaman zaman sahabeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda O, bazen kendi reyinden vazgeçip, sahabelerin reyini kabul etmiştir. Bazan de sahabeler “Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah’ın vahyi midir?” diye sormuşlar, O da “Benim sözümdür.” karşılığını vermiştir. Bazen Hz. Peygamber (s.a.) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, Onun buyruğunun aksini bildiren ayetler inzal etmiş ve bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. Buraya kadar anlatılanlardan anlaşıldığı gibi, Hz. Peygamber’in (s.a.) sözleri hevasından olmayıp, Allah’ın teyid etmesiyle kesinlik kazanmıştır. “Hz. Peygamber’in (s.a.) her söylediği vahiy midir?” sorusuna gelince, Onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözler, sahabeleriyle istişare ederek aldığı kararlar veya Allah’ın aksini emrettiği konulardaki içtihatları vahiy değildir. Fakat bunların dışında söylediği sözler “vahyi hafî” grubuna girer.
İslâm hareketinin önderliğine, Müslümanların emirliğine, İslâm devletinin başkanlığına kendiliğinden tayin olmadığı gibi, Onu halk da seçmemiştir. Bu mevkiler O’na Allah tarafından verilmiş ve O da bu mevkilerdeki yetkisini Allah’ın emriyle kullanmıştır. Hz. Peygamber’in (s.a.) kendi içtihatlarına dayalı icraatı da Allah tarafından teyit edilmiştir. Yani Onun görüşleri, Allah’ın kendisine verdiği ilme dayanmaktadır. Ancak yanıldığında Allah Teâlâ hemen Onun sözkonusu yanlışlığını “Vahyî Celî” ile düzeltmiştir. Bundan, Rasûlullah’ın (s.a) kendiliğinden yaptığı içtihatların Allah’ın rızasına muvafık olduğu anlaşılıyor. Çünkü böyle olmasaydı, muhakkak Allah kendisini ikaz ederdi.
3) Hz. Peygamber’in (s.a) bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, Nübüvvet ile ilgili olmayan sözleri. Bu bağlamda öncelikle bilinmesi gereken husus, kafirlerin, Rasûlullah’ın bu tür sözleriyle ilgili itirazlarının bulunmayışıdır. Onlar Hz. Peygamber’i, yukarıdaki iki kategoriye giren sözlerinden ötürü, dalaletle suçluyorlardı. Dolayısıyla sözkonusu ayette Hz. Peygamber’in (s.a.) Nübüvvet ile ilgisi bulunmayan sözleri kastedilmemektedir. Ancak yine de belirtmek gerekir ki, Hz. Peygamber’in (s.a.) bu tür sözleri bile hak ve doğruluğun dışında başka bir şey ifade etmez. Çünkü Allah, Onu takva timsali bir peygamber olarak göndermiştir. Bununla birlikte Hz. Peygamber’in (s.a.) her sözü vahyin nuruyla aydınlanmıştır. Nitekim Ebu Hureyre’nin rivayetine göre, Rasûlullah (s.a) “Ben Hak’tan başka hiç bir şey söylemem” dediğinde ashabtan biri “Ya Rasûlallah ama siz bazen bizlerle şakalaşıyorsunuz” diye sorunca O, “Ben gerçekten de Hak’tan başka bir şey söylemem” demiştir. (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud) Amr b. el-As’ın oğlu Abdullah şunları anlatıyor: “Ben Hz. Peygamber’in (s.a.) ağzından çıkan her sözü yazıyordum. Bunun üzerine bazı kimseler bana, “Sen Rasûlullah’ın (s.a) söylediği her sözü yazıyorsun. Oysa O, bazan kızgın bir halde de konuşur” deyince, ben de yazmaktan vazgeçtim. Bir defasında da bu hususu Rasûlullah’a arzettim. Bunun üzerine O, “Sen yaz. Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, benim ağzımdan Hak’tan başka birşey çıkmaz” dedi.”(40)
__________________
(1) Hasan Karakaya, Fıkıh Usûlü,s.74,Buruc Yayınları, İstanbul-1998; Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, s.143, Rağbet Yayınları, İstanbul-2004, İbn Hazm, İhkâm fi-Usuli’l-Ahkâm, I/95, 1. baskı,Beyrut, 1985; Mevdudî, Sünnetin Anayasal Niteliği, s. 94, (çev. N. Ahmet Asrar), İstanbul, 1997, İzmiri, Muhammed Fadıl, Mir’atu’l Usul Haşiyesi, Bosnalı Hacı Muharrem efendi Mat.s. 197
(2) Bu konuda İbrahim Sarmış’ın, Hz. Muhammedi Doğru anlamak (Konya-2005) adını verdiği 2 ciltlik eseri örnek gösterilebilir.
(3) Buhari, K. Tefsir el-Kur’an, Sure: 66, bab: 1. Ayrıca bakınız:Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları: 14/544-545.
(4) Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, s.145
(5) (Kıyame 36)
(6) Ahzab 36
(7) İbn-i kesir, Tefsiru İbn-i kesir, c. 12, s. 6545, Çağrı yayınları, İstanbul; Muhammed Ali Sabuni, Ahkâm Tefsiri, c.1,s.98-103,Şamil Yayınları
(8) İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Buruç Yayınları: 2/381; Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi,c.2,s.543 inkılap Yay ., Muhammed Salih Ekinci, a.g.e, s.144
(9) Geniş bilgi için bak:Dr. M. Said Ramazan El-Bûti, Fıkhu’s Siyre, s.271-274,Gonca Yayınevi, İstanbul
(10) Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, c.1,s.427-8,Risale Yayınları
(11) Bakara 231, Nisa 113, Ahzab 34
(12) Muhammed b. İdris eş-Şafi, er’Risale, (thk. Ahmet M. Şakir), Kahire 1979., s.45.
(13) Muhammed b. İsa et-Tirmizi, Sahihu’t-Tirmizi, İst. 1981, salat 149, Ebu Davud, Sünen salat 2, 393.
(14) Bkz: TDV İslam Ansiklopedisi, “Beyan” maddesi, c.6, s.23-25, İstanbul-1992
(15) en-Nahl, 46.
(16) Ebubekir Sifil, Sünnetin Otoritesi, http://www.tahavi.com/makaleler/049. html
(17) Fetih 15, İsra 60, Fetih 27
(18) Muhammed Salih Ekinci, Hüccet Değeri ve Tedvin Açısından Sünnet, s.89-135, Rağbet Yayınları, İstanbul-2004; Muhammed Taqi Usmani, Sünnet’in Bağlayıcılığı, İstanbul-2005, Rağbet Yayınları
(19) Ebu Davut, 6 (4604); Şâtıbî, el-Muvâfakât fi-Usûli’l-Ahkâm (Türkçesi: Mehmet Erdoğan), c.4,s.4 ve devamı, İz Yayıncılık, İstanbul,1993.
(20) Araf 7/157
(21) Sahih-i Müslim, İman 10
(22) Müslim: İmân: 204. Buhari, Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yayınları: 107-108.
(23) 26 Buhari Tefsir, Casiye Suresi: 1; Tevhid: 35.
(24) Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, s.123-4,Ankara 1980.Ayrıca bak: Buhari, Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, Tirmizi, Nesâî, Muvatta’dan Kudsi Hadisler, Madve Yayınları,İstanbul
(25) ibn-i Mace, Ticaret, 2 Beyhaki sünen, VII 76
(26) Ebû Dâvûd Kit. İlim bab: 10 hn. 3660; Tirmizî Kit. ilim bab: 7 hn. 2656-2657; İbni Mace Kit. Mukaddime bab: 18 hn. 230, 232, 236; Müsned İmamı Ahmed c. I Sh. 437 c. III Sh. 225 c. IV Sh. 8
(27) İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 9/229.
(28) İbrahim Canan, Kutub-i Sitte Tercüme ve Şerhi, Akçağ Yayınları: 1/47-49.
(29) Buhâri, Kit. Libas, bab: 82, 84, 85, 87; Müslim, Kit. Libas: bab: 120 hn. 2125; Ebû Dâvûd; Kit. Terecciil bab: 5, hn. 4169; Tirmizi, Kit. Edeb, bab: 33 İm. 2782; İbn Mace, Kit. Nikah, bab: 52 hn. 1989
(30) Darimi Mukaddime: 49.
(31) Al-iİmran Suresi, 164
(32) İmam Şafi, er Risale, 78
(33) İbn Hazm, İhkâm fi-Usuli’l-Ahkâm, I/95, 1. baskı,Beyrut,1985
(34) İbn Kayyım el-Cevziyye, İ’lâmü’l-Muvakki’în an-Rabbi’l-Alemin,s. 58 , 1.baskı, Beyrut,1991
(35) Muhammed Hamidullah, Kur’an-ı Kerim Tarihi,s.16 (Türkçesi: Salih Tuğ) ,İstanbul 1993
(36) Muhammed Hamidullah, Muslim Conduct Of State (terc., İslamda Devlet İdaresi, s.16,İstanbul-1963
(37) Necm 3-4
(38) Vahyi Celî:Açık vahiy yani Kur’an’da bulunup, tilavet edilen vahiy
(39) Vahyi Hafî:Gizli vahiy yani Kur’anda bulunmayan, vahy-i gayri metluv denilen vahiy
(40) Ebû Dâvûd, Kit. İlim, hn: 3646 Darinıi; Kil. Mukaddime bab: 13; Müsned İmam Ahmed c. II. sh. 162, 192. Mevdudi, Tefhimul Kur’an. Mevdudi’nin Sünnet anlayışı hakkında Yrd.Doç.Dr Yavuz KÖKTAŞ’ın Mevdudi’nin Hadisle İlgili Görüşleri Ve Hadis Tahlilleri Üzerine (sakarya üniversitesi ilahiyat fakültesi dergisi 8 / 2003) makalesi okunmaya değerdir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder