16 Eylül 2017 Cumartesi

Vahdet-i Şühûd ve Vahdet-i Vücûd



Vahdet-i Şühûd ve Vahdet-i Vücûd


Bütün buraya kadar anlatılan mertebelerden geçen, kendi ve ruhu terbiye edilen zahid, günahlarından arınmış tanrı sevgisine kalbini açacak  mertebeye  yükselmiştir.


Ülken’e göre tanrı veya ideal sevgisine çevrilen  insan kalbini tevhitten yani hakiki birlikten alı koyan menfi iradedir. Öyleyse en mühim iş,  iradeden vazgeçmek  yani tevekkül olacaktır. İnsan iradesini tanrının iradesine bırakacaktır. Vahdete ulaşmak için birinci adım kendini varlıkla bir görmek yani vahdet-i şühûddur. Burada hakka giden yol vicdandır. Gözü yalnız içe çevirmek lazımdır. İkinci adım, kendini mutlak varlığın iradesiyle bir görmek yani vahdet-i kusûddur. Son adımda kendi varlığını mutlak varlıktan ibaret görmektir ki bu harici bir yoldur. Mistik burada sırrî tecrübeyle olduğu kadar ilim ve felsefe vasıtasıyla da varlığın birliğine ulaşmaya çalışır. Gözü nefsinden asıl varlığa çevrilmiştir. Bu tasavvufun asıl amacı ve son menzili olan ve ancak ‘ayn-el cem’ ile elde edilen vahdet-i vücûd mertebesidir (1946b, s. 203, 1954, s. 107).



3.3.3.2.6. İlâhi Aşk


Ülken buradan itibaren Gazâli’nin aşk psikolojisini değerlendirir. Ona göre Gazâli’nin burada bir orijinalliği yoktur. Bu düşünceler tamamıyla yeni eflâtuncuların aşk  nazariyesine uyar.  “Gazâli,  aşkı iradenin  kendiliğinden  veya  içgüdüye dayanan temayülü  diye tanımlar.  Temayülü  ise  idrakin türüne göre çeşitlere ayırır.  Buradan maddi aşk ve manevi aşk doğar. Gazali’ye göre;
1. Herkes önce kendi kendisini,


2. Sonra kendisine vücut veren varlığı,


3. İnsanlığa vücut ve refah vereni,


4. Maddi ve manevi güzelliği olan her şeyi,


5. Herhangi şekilde nefsine benzeyen şeyleri sever.


Bu beş sâikte iki türlü kurtuluş aramak mümkündür. Beden hazlarının aşkı ve eflâtunî (platonik) aşk. Kendisinden başka bir gayesi olmayan ve güzellik tarafından


uyandırılan bu eflâtuni aşk en yükseğidir. Gazali’nin bediî fikirleri, burada görülüyor ki, yeni eflâtuncu felsefenin yankıları gibidir” (1946b, s.203).
Burada Ülken’in eflâtuni aşk derken kastettiği ruh ile beden ikililiğinden doğan bir arayıştır. Buna göre “beden bizi dünyaya bağladığı için özleri kavramamıza engel teşkil eder. Ruhumuz ise bir bedene bağlanmış olmakla beraber ondan tamamen ayrıdır. Beden dünyevi şeylere yöneldiği halde ruh ebedi olanla ilgilidir. Fakat ebedi özlere yani idelere erişebilmek için bedenin esaretinden tamamen sıyrılmamız gerekir. Şu halde hakikati bulmak isteyen insanın ilk işi ruhunu her türlü dünyevi istekten arıtmak olmalıdır. Bizi mutlak bir olana ancak aşk götürür. İlim varlığın görüntüleriyle uğraştığı halde  aşk  doğrudan doğruya  hakikate  yönelmiştir,  çünkü  insanın  ruhu  ilahi tabiata sahiptir ve oradan ayrılıp dünyevi bir bedenle birleşmiş olmak dolayısıyla kaybettiği o eski birliğe susamıştır” (Güngör,  1996, s. 31–32).
Ülken’e göre “ilâhi aşkın, ruhta tesirleri pek çoktur. Arzu yahut ihtiraslı aşk bunların en göze çarpanıdır. Âşık maşukundan uzaklaştığı zaman yahut ona ancak eksik olarak ulaştığı zaman kalbinde arzunun harap edici ilcaları kaynamaya başlar. O zaman tanrıyı seven kalp, bu âlemde onu ancak duyulan şeyler perdesi arasından görebilir. Hatta cennette bile onun sonsuz güzellik ve yetkinliğini zihni bir kavrayışla tanıyamayacaktır.   Orada   ulaşılmaz   bir   arzu   içinde   yanacaktır.   Bundan   dolayı mutasavvıfa göre dünyada yaşadıkça sürekli bir ölmek arzusu olacaktır. Çünkü ölüm tanrıya ulaşmanın biricik şartıdır. İnsanın iç ve dış hayatına ait bütün fiillerinde tanrıya kavuşmak  arzusu  hayatın kuralı olunca  bu  dünya  lezzetlerinden  haz duymamak  ve onları bırakmak kadar tabii bir şey olamaz. Yalnızlık onun biricik tesellisidir ve tanrıyı düşünmek en aziz işi olacaktır. Kökü tanrıdan gelen şefkat, kalbini tutuşturacak ve bütün  insanlara  yayılacaktır.  Tanrının  güzelliğinin  yankıları olduğu  için  o  her  şeyi sevecektir” (1946b, s.204).


Ülken, amacı olan, kutsal âlemin içine giren dünyaya ve kutsal dışı âleme bağlı olan   insani   kuvvetler   ve   değerler   âleminin   bir   unsuru   haline   gelen   tasavvuf psikolojisinin ulaştığı bu hedefi bir kenara koyarak, tasavvuf psikolojisinin ruhu yükseltmek, derinleştirmek, iç âlemi ve onun manevi değerlerinin yaratmak için yaptığı çabayı önemser: “Bu çabalarında o her şeyden önce zihinci olmayan, etkici (aktivist) olan bir yoldan hareket eder. Fikirler, nasihatler ve öğretmelerle değil, hareketler ve davranışlarla  ruhu  yetiştirmeye  çalışır.  Kişiliği  parçaların  eklenmesinden  doğan  bir sentez gibi değil, kendi kendini etkinliği ve hareketi içinde geliştiren bütün ve canlı bir şey gibi anlar. Kendi kendisiyle pençeleşen içinde bir dram yaşayan günahkâr kişiden bütünlüğe ve yetkinliğe ulaşan en geniş kişiliğe kadar, bu aktif yerleşmenin merhaleleri vardır” (1946b, s.204).
Bütün bu anlatılanlar Tasavvuf Psikolojisi’nin insana yaklaşımını anlatır. Bunlar Ülken için bir yere kadar geçerlidir. Çünkü modern Psikoloji şüphesiz insanlık tarihinin bu en eski tecrübelerini hesaba hiç katmadan kurulmaktadır: “Modern psikolojisinin temelleri bugünün hayatı, laboratuarları, hastaneleri, okulları ve bugünün iyileştirme ve inceleme   tekniğidir.   Hatta  bu   yoldaki  araştırmalarında  kendini  her  türlü   peşin fikirlerden, yanlış düşüncelerden korumak için eskilerin ne yaptıklarını hesaba katmamaya bile mecburdur. Bunu içindir ki, yeni psikoloji yolları ilimden önceki tecrübelerin bulunduğuna ve ulaştığına karşı ne kadar şüpheli gözlerle bakarsa baksın, bundan dolayı büsbütün haksız sayılmamalıdır. Hele onun gibi pozitif, deneyimci, akılcı bir yolda çalışanların, metot amaçları açıkça mistik olan cereyanlara dirsek çevirmeleri zaruridir. Fakat bu araştırmalar olup bittikten sonra böyle bir karşılaştırmaya girmek kadar da tabii bir şey olamaz. Mistiklerin tecrübelerine dair böyle bir karşılaşmada aradığımız şey, ilmi hakikatlerin kökleri değil, fakat âlimlerin ulaştıkları ruhi olayların kökleridir. Bu kökler de büyük felsefe sistemlerinde değil, hakiki mutasavvıfların hayatlarındadır” (1946b, s. 205).


Fakat buradan itibaren Ülken’in bilimsel Psikoloji anlayışıyla tasavvuf’un yolları ayrılmaktadır. Çünkü, Tasavvuf Psikolojisi, bu dünyayı başka bir alemin gölgesi gibi görmek, bu dünyaya ait bütün arzuları öldürmek, hakiki aşkı kazanmak için dünyanın mecazi  aşkından  vazgeçmek  istiyor.  “Bizim  psikolojik  ve  içtimai  eğitimimiz  bu dünyaya hakikat gözüyle bakıyor. Fakat ferdi hayatımızın fâni ve ızdıraplı arzularını cemiyetin ebedi hayatıyla aşmak, cenneti yeryüzüne indirmek istiyor. Ferdi hayatımızın mecazi aşkını cemiyetin ideal ve hakiki aşkı için bırakmayı öğretiyor. Bizim psikolojimiz, bizim terbiyemiz ve ahlakımız ideali yeryüzüne indirerek iki alemi birleştiriyor ve fânilikten kurtulmanın sırrını yeryüzünde buluyor” (1946b, ss.205–206).
Yani Ülken Tasavvuf Psikolojisinin ‘öte dünyacı’ yaklaşımını tatmin edici bulmuyor  ve kendi  bilgi  ve  inanç dünyası açısından  bu  dünya  mutluluğuna dikkat çekiyor.  Her  ne  kadar  bu  dünya  kişisel  olarak  acı  ve  ızdıraplarla  çevrili  olsa  da toplumsal hayat ideali, onun ebediliği gibi bu acıları duymayı ortadan kaldırıyor ve dünyayı cennet kılıyor. Fakat yine de bunca farka rağmen Tasavvuf Psikolojisi yeni ideal için ruhumuza bir hazırlık ve hamle vermiştir. Bu nedenden dolayı onu saygıyla anmak bir borçtur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder