16 Eylül 2017 Cumartesi
Havf-Reca
Kişi tövbe hadisesini yaşadıktan sonra kendine bir yol haritası çizecektir. Çünkü dinin kendisinden istediği bir daha aynı hataları istememesidir. Öyleyse salik her türlü tehlikeden uzak durmaya çalışacaktır. Bu arada kişi işlediği günahlardan dolayı yine de affedilmeyeceği korkusunu yaşayabilir. Fakat o, hiçbir zaman umudunu kaybetmez. İşte bu hal tasavvufta havf ve reca arasında olmak şeklinde tanımlanır.
Havf, sözlükte korkmak, bilinen ve hissedilen bir şeyden irkilmek, bir tehlike karşısında ne olacağı endişesi içinde olmak demektir (Karaman ve ark., 2006, s.242). Burada kastedilen korku ya da endişe Allah’ın azabıyla karşılaşma korkusudur. Reca ise kelime olarak ümit etmek, iyi bir beklenti içinde olmak anlamına gelir. Dini ıstılahta ise insanın dünya ve ahirette Allah’ın rıza, rahmet ve sevabını umması; azap, lanet ve cezasından uzak olmayı arzu etmesi demektir (Karaman ve ark., 2006, s.548).
Ülken, tasavvufta ruhi yükselişin en önemli mertebelerinden birinin korku ve umut (havf ve reca) arasında olmak olduğunu söyler. Bunlar zahidin hayatının iki kanadıdır. Ülken, Gazâli’ye dayanarak bunların tasavvuf yolunda koşmak için karşılıklı dizgin ve iğne ödevini gördüklerini belirtir: “Ümit halinde ruh amaca varmak için lazım gelen bütün şartların birleştiğini görür, fakat bu şartlar yetmezken akıl yanlış hükmederse, kuruntulu bir umut yani gurur doğar. Gazâli gerçek umudun dört motifini sayıyor:
1.Tanrının sonsuz rahmetine inanmak,
2. Sayısız lütuflarını hatırlamak,
3. Vaat ettiği mükâfatı düşünmek,
4. Tanrının zahid ruhuna bahşettiği af ve mağfireti düşünmek” (1946b,s.202). Tasavvufta umudun karşısında korku vardır. Ve bu bir denge unsurudur.
“Gerçek ya da beklenen bir tehlike ile yoğun bir acı karşısında uyanan ve coşku, beniz
sararması, ağız kuruması, yürek ve solunum hızlanması gibi belirtileri olan bir duygu olarak tanımlanan korku (Enç, 1974, s.110), Ülken’in psikolojisinde bir heyecandır. Bu heyecanın sağlam olması için bunun tabiattan değil, tabiatüstü (ilahi) olan şu sebeplerden ileri gelmesi gerekir:
1-Tanrının kendine başkaldıranları tehdit ettiği büyük cezalar,
2-Geçen bütün günahları yüzünden mü’mini tenkit ve itham eden vicdanın hükmü,
3-Cehennem azabını katlanılmaz bir hale getiren kendi maddi ve manevi zayıflığı,
4-Ve hepsinin üstünde bizim değerimiz ve gayretimizle bağlantısı olmayan kaderin müthiş sırrı (1946b, s.202).
“Bu heyecanın tesirleri doğrudan doğruya uzviyet üzerinde kendini gösterir: acılar, ızdıraplar, delilik, hatta ölüme kadar gidebilir. Bu taşkın hallerde korku sıhhatli olmaktan çıkar. Bu derecelerde korku ümitsizliği doğurur. Bu halde o fazilet için iğne olmaktan çıkar ve her türlü iyi hareketi kolaylaştırmak şöyle dursun imkânsız kılar. Sıhhi korkuyu tanıtan alamet onun irade üzerine etkisidir ki bu iştahları baskıya alacak yerde, günahtan nefret ettirecek, fazilette zevk bulduracaktır” (1946b, s.202).
Görüldüğü üzere Ülken, korkuyu sıhhi olan ve olmayan şeklinde ikiye ayırıyor. Sıhhi korkunun olumlu yönüne işaret ederken, sıhhi olmayan korkunun kişiyi ölüme kadar götürebilen bir duygu olduğunu belirtiyor. Yine o, sağlam bir korkunun “tabiatüstü” olmasına dikkat çekiyor.
Ayrıca o, sıhhi korku ile umudun tasavvufta ruhi yükseliş için önemli bir mertebe olduğunu vurguluyor. Çünkü “havf ve reca, amelin iki kanadıdır; onlar olmadan uçmak imkânsızdır. Sehl Tutseri’nin de anladığı gibi havf eril, reca ise dişil bir unsurdur ve ikisinden, imanın en derin hakikatleri doğmaktadır. Gazâli’nin İhya adlı eserinin “havf ve reca” bölümü, bu haller hakkında mü’minlerin farklı tutumlar içinde olduklarını çok iyi bir şekilde yansıtır ve her iki güç arasında sağlanacak bir dengenin sağlıklı bir dinsel hayat için kesinlikle gerekli olduğuna ilişkin güçlü bir duygu sergiler” (Schimmel, 2001, s.133).
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder