8 Mart 2018 Perşembe

Gavs - Kutub Efsanesi




Gavs - Kutub Efsanesi
[​IMG]

Gavs :
Kutub derecesine eren en büyük velîye kendisinden manevî yardım istendiği (istigâse) için gavs da denilir. Gavs-ı A'zam tabiri de kutb-i ekberi karşılar.

Tasavvuftaki klasik Mitolojik hikayelerden biriyle daha karşı karşıyayız! Yüce Allah'ı rububiyyet ve uluhiyyetten soyutlanın ve felsefede "Akl-ı evvel", Hristiyanlıkta "Kelime" ve tasavvufta "Kutup" olarak adlandırılan batıl bir kuruntuya giydirilen bir uydurma!..

[​IMG] [​IMG]

Gavs sıfatının lugati Farsça , Fars'ın da (İran) Şia, "Tasavvuf"un da Şia'dan beslenerek ortaya çıktığı gibi, Hallac-ı Mansur, Celaleddin-i Rumi (Mevlana), İbn Arabi vs pek çok tasavvuf ehlince büyük sanılan önderleri İran'da bulundukları, eğitim aldıkları siyerleri incelendiğinde görülecektir.

Kutub inancına ilk defa Muhammed b. Ali el-Kettânî'de (ö. 322/934) rastlanır. Kettânî, ricâlu'l-gaybdan bahsederken kutub anlamında kullanılan gavsın bir tane olduğunu söyler. (Şa'rânî, et-Tabakât, 1, 95)
Kettani'den sonra kutubdan daha açık ve geniş olarak Hucvîri bahsetmiştir.
Hucviri'ye göre kutub zahir ve bâtın, maddî ve manevî bütün varlıkların eksenidir, yani her şey onun üzerinde ve çevresinde döner, ona dayanır. Onun her şeye feyiz veren bir özelliği vardır. Allah âlemi ve âlemdeki düzeni onun aracılığı ile devam ettirir. (Keşfu'l-mahcub, s. 249, 329,346)

Bazı mutasavvıflar gavslık (gavsiyet, kutbiyet) makamını ikiye ayırırlar.
Birinci makam: İrşâd,
ikinci makam: Vucud makamını oluşturur.

İrşâd makamı, nübüvvetin bâtınını; vucud makamı da son nebi Muhammed (s.a.v.)'in bâtınını temsil eder. İrşâd makamı birden çok gavs tarafından temsil edilebilir, dolayısıyla aynı anda birçok gavs bulunabilir. Fakat vucud makamı ancak tek gavs tarafından işgal edilebilir; bu nedenle her yüzyılda ancak bir vucud gavsi vardır. Bu tarifte vucud gavsı, gavsu'l-âzam demektir. Gavsu'l-âzam'a ayrıca Abdullah, Abdu'l-Câmi adları da verilir.

el-Kaşanî şöyle diyor:
"Kutup, ya madde alemindeki yaratıklara nisbetle kutuptur ki, ölünce ona yakın bedel yerine halife olur, ya da gayb ve şehadet (madde) alemindeki bütün mahluklara nisbetle kutuptur ki, onun yerine ne bir bedel halife olur ne de bir başka yaratık yerini tutar. Bu da şehadet aleminde birbirini takip eden kutupların kutbudur. Ondan önce ne bir kutup olur ne de yerine başkası geçer. O da "Sen olmasaydın felekleri yaratmazdım' ifadesinde sözü edilen Mustafa (Muhammed)'in ruhudur.

(el-Kaşânî, Keşfu'l-Vucuhi'l-Ğur, 2/103, 1320 h. Divan şerhi hamisinde. Meşhur tasavvuf kitaplarının hepsinde bu konu değiişik boyutlarıyla işlenmekledir. "Sen olmasaydın, alemleri yaratmazdım" anlamındaki hadisi tasavvufçular kutup anlayışları ve Hakikat-ı Muhaımmediyye inançlarına dayanak yapmak için uydurmuşlardır. Bu rivayet hadis değil, uydurma bir sözdür. (Keşfu'l Hafa 2/164, Leyla mad.)
Gavs'ın ya da gavsu'l-âzam'ın başkanlık ettiği veliler örgütüne ricâlu'l-gayb (gayb adamları, gayb erenleri) denir. Bunlar, Kur'an'ın, "Yeri döşedik ve oraya sabit dağlar (revâsi) yerleştirdik" (Kaf, 7) ayetinde andığı "dağlar" mesâbesindedir.
Ricâlullah, merdân-ı huda, merdân-ı gayb, hukûmet-i sufiye gibi adlarla da anılan ricâlu'l-gayb örgütünde gavs'ın altında İmaman (iki İmam) bulunur.
Sağdaki imama, İmam-ı yemîn, soldaki imama; İmam-ı yesâr denir. İmam-ı yemîn, gavs'ın hükümlerinin, imamı yesâr gavs'ın hakîkatinin mazharıdır. Gavs öldüğü zaman yerine İmam-ı yesâr geçer.
3'ler de denilen gavs ile imaman'ın altında yeryüzünün dört yönünü yöneten evtâd-ı erbaa (dört direk) bulunur. Daha aşağıda ise nuceba (necibler, 8 ya da 40 veli) ve nükebâ (nakibler, denetçiler, on ya da üçyüz veli) yeralır.

Başka bir tasnife göre, ricâlu'l-gayb toplam 4000 veliden oluşur. Bunlar halktan gizlidirler (mektûm). Bunlar içinde ahyâr (hayırlılar) adı verilen 300 veli, ilk üst grubu oluşturur. Ahyâr, işlerin yapılmasına ya da yapılmamasına karar veren ehl-i hal ve'l-akd veliler, komutan velilerdir.
Bunların üstünde 40 velîden oluşan ve abdâl, budelâ denilen velîler; bunların üstünde de ebrâr (iyiler) denilen 7 velî yer alır. Örgütün en üst mertebelerini de 4 velîden oluşan evtâd (direkler); 3 velîden oluşan nukebâ(denetçiler) ve gavs (ya da gavsu'l-âzam) işgal ederler.

Ricâlu'l-gayb, yardımlaşarak kâinatı idare ederler.

Kutub konusu en geniş ve kapsamlı bir şekilde Muhyiddin İbnu'l-Arabî ve izleyiçileri tarafından işlenmiştir.
İbnu'l-Arabî el-Futuhatu'1-Mekkiyye'ye kutub meselesine geniş yer ayırdığı gibi ayrıca Menzilu'1-kutb, Risale fî marifeti'l-aktâb ve er-Risaletu'1-ğavsiyye adıyla eserler de yazmıştır.
Ona göre her eksen, çevresinde dönen şeylerin kutbudur. Bu anlamda kabile şefi ve aşiret reisi kabilesinin ve aşiretinin kutbudur. Çünkü yönettiği toplum ona dayanır, onun etrafında döner. Tasavvuftaki kutub da böyledir.
İbnu'l-Arabî bir işin erbabı ve ustası olan, herhangi bir nitelik veya yetenek kendisinde en mükemmel şekilde tecelli eden kişilere de kutub nazarıyla bakar. Meselâ bir çağda en mükemmel mütevekkil kim ise o çağda tevekkül ehlinin kutbu odur. Buna göre kutub bir tür prototiptir, belli bir zümrenin veya mesleğin ideal temsilcisi ve piridir.

İbnu'l-Arabî ayrıca tasavvuf! makamların sahibi olan kutublardan bahseder. Ona göre her çağda tevekkül, muhabbet, marifet gibi makam ve hallerin her biri için mutlaka bir kutub vardır. Rasûl-u Ekram'in manevî bir özelliğine en yüksek derecede vâris olan bir velîye Muhammedi kutub dendiği gibi yine Peygamber vasıtasıyla önceki peygamberlerden birinin özelliğini güçlü bir şekilde temsil eden velîye de meselâ İbrahimi kutub, Musevi kutub gibi adlar verilir.

Kutbu'l-aktâb çeşitli işlevleri itibariyle kutb-i âlem, kutb-i cihan, kutb-i ekber, kutb-i irşâd, halife, kutb-i zaman, kutb-i vakt, vâhid-i zaman, sâhib-i vakt, hicâb-ı a'lâ. mir'ât-ı Hak, kutb-i medar ve gavs adını alır. Mâna alemindeki adı Abdullah olan kutbu'l-aktâbın biri solunda, diğeri sağında olmak üzere iki imam vardır. Soldakinin mâna alemindeki adı Abdulmelik olup melekût âlemini, sağdakinin mâna alemindeki adı Abdurrab olup mülk âlemini yönetir. Kutub vefat edince yerine derecesi daha yüksek olan halifesi Abdulmelik geçer ve Abdullah adını alır.

[​IMG]

Bütün kutublar kutbu'l-aktâbın emri altındadır. On iki kutubdan yedisine iklim kutubları, beşine velayet kutubları denir. İklim kutublannın her biri bir İklimi kontrol eder. Diğer velîler velayet kutublarından feyiz alır.
İbnu'l-Arabî ayrıca, velayet yolunda ilerleyen bir sûfînin ulaştığı çeşitli kutbiyet mertebelerinden söz eder. Ona göre kutbu'l-aktâb için de kendine has dereceler vardır.
Kutbu'l-aktâb yükselince ferdâniyyet mertebesine ulaşır. Bu mertebede bulunan kutbun irade ettiği her şeyi Hak da irade eder. Bu derecedeki kutub bir velîyi veya kutbu azletme, yerine başkasını tayin etme yetkisine sahip olur. Alâuddevle-i Simnânî'ye göre irşad kutbu güneş veliliğine sahip olup bütün âlemi aydınlatır. Abdal kutbu ise ay veliliğine sahiptir; yedi iklimde sözü geçer Ferdâniyyet mertebesindeki kutbü'l-aktâb yükselince vahdet kutbu mertebesine ulaşır. Bu mertebe maşuk olma makamıdır. Bâyezîd-i Bistâmî, Şiblî ve Abdulkâdir-i Geylânî'nin bu dereceye ulaştığına inanılır.
Ferdâniyyet mertebesinde mekân söz konusu olmaz. Kutubları halk göremez, fakat derecesi yüksek olan kutublar alt makamlardaki kutubları bilirler.

Sûfîlerin kutub inancı ve kutba yükledikleri işlevler bazı âlimlerin eleştirilerine yol açmıştır.

Kur'an'da, hadiste, selefte ve ilk sûfîlerde kutub inancının bulunmadığını söyleyen Takıyyuddin İbn Teymiyye'ye göre; her şeyden önce bazı velîlere kutub ve gavs denilmesi yanlış bir adlandırmadır. Ona göre bu inanç, Şiîler'in masum imam veya astronomi âlimlerinin kutub fikrinden kaynaklanmış olup temelinde Allah'ı hükümdara benzetme fikri yatmaktadır. Allah'a ait bazı sıfatların kutba atfedilmesi, gavstan imdat istenmesi anlayışı da İslâm'ın tevhid anlayışıyla bağdaşmaz.

(Mecmu'u fetâuâ, II, 363, 376,433,440)
İbn Haldun da kutub fikrinin İsmâiliyye inançlarıyla benzerliğine dikkat çekmiştir.
[​IMG]
Said Nursi; Abdulkadir Geylânî’nin aşağıdaki beyiti kendisi için 8 asır önce yazdığını iddia etmektedir :

Bizi aracı yap, her korku ve darlıkda.
Her şeyde her zaman, candan koşarım imdada
Ben korurum müridimi korktuğu her şeyde.
Koruyuculuk ederim ona, her şer ve fitnede.
Müridim ister doğuda olsun ister batıda
Hangi yerde olsa da yetişirim imdada”

(Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat, İstanbul 1991, s. 119)
Bu iddiayı Said Nursî’nin 23 şakirdi yapar.
(İsimleri şöyledir: Süleyman, Sabri, Zekâi, Âsım, Re'fet, Ali, Ahmed Husrev, Mustafa Efendi, Rüştü, Lütfü, Şamlı Tevfik, Ahmed Galib, Zühtü, Bekir Bey, Lütfi, Mustafa, Mustafa, Mes'ud, Mustafa Çavuş, Hâfız Ahmed, Hacı Hâfız, Mehmed Efendi, Ali Rıza.)
İsbat için, cifir ilmi denen hayali, yahudi tılsımlarına dayanır ve şiirde şu anlamın saklı olduğunu söylerler:
"O Gavs'ın müridi Said Kürdî, Rusya'da esirken kuzeydoğu Asya’dan bid’atçıların eliyle Asya’nın batısına sürgün edildiği ve Sibirya taraflarından kaçıp çok fazla yeri dolaşmak zorunda kaldığı sırada Allah'ın izniyle, havl ve kuvvet-i Rabbânî ile ona yardım ederim ve imdadına yetişirim."

Yardımın nasıl gerçekleştiği, şöyle anlatılıyor:
“Evet Hazret-i Gavs'ın “müridim” dediği Said, esir olarak üç sene Asya'nın kuzeydoğusunda, yok edici zorluklar içinde hep korundu. Üç-dört aylık yolu, kaçarak aşmış, çok şehirleri gezmiş ama Gavs'ın dediği gibi hep koruma altında olmuştur.
Üstadımız diyor ki: "Ben sekiz-dokuz yaşında iken, nahiyemizde ve etrafında bütün ahali Nakşî Tarikatında ve orada Gavs-ı Hîzan adıyla meşhur bir zattan yardım isterken, ben akrabama ve bütün ahaliye aykırı olarak "Yâ Gavs-ı Geylanî" derdim.
Çocukluk itibariyle ceviz gibi ehemmiyetsiz bir şeyim kaybolsa, "Yâ Şeyh! Sana bir fatiha, sen benim bu şeyimi buldur" derdim. Şaşırtıcıdır ama yemin ederim ki, böyle bin defa Hazret-i Şeyh, himmet ve duasiyle imdadıma yetişmiştir".

(Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Neşriyat s. 120)
Bu sapkın inancın İslama aykırılığı Kur’an’da da sabittir:
Darda kalmış kişi dua ettiği zaman onun yardımına kim yetişiyor da sıkıntıyı gideriyor ve sizi yeryüzünün hakimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir ilah mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz..“ (Neml 62)

Güç yetirilemeyen konularda Allah’tan başkasından yardım alınabilirse, kim Allah’a sığınır?
Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

De ki, Allah’ın dışında kuruntusunu ettiklerinizi çağırın bakalım; onlar, sıkıntınız ne gidermeye, ne de bir başka tarafa çevirmeye güç yetirebilirler.
Çağırıp durdukları bu şeyler de Rablerine hangisi daha yakın diye vesile ararlar, rahmetini umar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur
.” (isrâ 56- 57)

Allah neyi gizlediğinizi, neyi açığa vurduğunuzu bilir. Allah’ın yakınından çağırdıkları ise bir şey yaratamazlar; esasen kendileri yaratılmıştır.
Onlar ölüdürler, diri değil. Ne zaman dirileceklerini de bilemezler.” (Nahl 19- 21)


Kutub Yaverleri

1- İmâmân (İki imam): Kutbun iki veziri mesabesindedir. Biri melekut, diğeri mülk alemi ile görevlidir.

2- Evtadı Erbaa (dört kazık): Bunların üç kişi olduğu da söylenir. Zamanın kutbu ölünce onlardan biri onun yerine geçer. Bilgileri Kutbu'1-Aktab'tan bir feyizdir. Bunlar ölecek olursa, bütün alem bozulur.

3- Ebdal (bedeller): Bedel, velisi göçmüş olan bölge ruhlarının toplandığı ruhani bir hakikattir. Sayılan kırktır. Yirmi ikisi Şam'da, onsekizi İrak'tadır. (Diğerleri herhalde kayıplara karışmış)

4- Nuceba' (Soylular): Bunlar Ebdal'dan aşağıdırlar. Yerleri Mısırdır. İşleri yaratıkların yüklerini taşımaktır. Yetmiş kişidirler.

5- Nukeba' (Başkanlar): Sayılarının üçyüz veya beşyüz olduğu söylenir. Görevleri, yerin altındaki gizlilikleri ortaya çıkarmaktır. (Ebdal ile ilgili hadis sahih değildir. Muhammed Nasıruddin el-Elbani, Silsiletu'l-Ehadisi'z-Zaifla, C.2 hadis no:936; Zaifu'l-Camii's-Sagir ve Zıyadetuhu el-Fethu'l-Kebir, s, 355, hadis nu.2269)

Tasavvufçularm hayalleri ve gülünç hurafeleriyle uydurdukları masal ülkesinin hiyerarşisi bunlardır. İnsanları arzularına ram etmek, Allah'tan korkar gibi kendilerinden korkmak ve bütün arzularına boyun eğdirmek, kulların kaderlerinde ve ruhlarında tasarruf yetkileri olduğunu telkin etmek için uydurdukları masal ülkesi budur.
Yaşayanların iman ve nzıklarını çalmak, ölenlerin de kefenlerini soymak için tasavvufçuların Allah'ın egemenliğine ve birliğine karşı ortaya attıkları hayal ülkesi budur. Bütün bu işleri tasavvuf bürokratları yaptığına, insanların ruhları, nzıkları, ecelleri, kaderleri ve hayatları üzerinde bu şekilde tasarruf ettiklerine göre, acaba Allah'a, peygamberlere ve meleklerine ne kalmış olur? Başka bir ifade ile, Allah'a, peygamberlere ve meleklere ne ihtiyaç kalır. (Cevahiru'l-Maani,1/93) Allah, zalimlerin uydurduklarından munezzehtir. Yerlerin ve göklerin mülkü ve hakimiyeti O'nundur.

Bu masalı bir de Molla Cami'den dinleyelim.
Bilindiği gibi Molla Cami, nerede bir batını varsa, hepsini veli olarak ilan etmiş ve Nefahatu'1-Uns Min Hadarati'l-Kuds kitabına almıştır.
Günümüz harfleriyle de Türkçe tercümesi olduğu için bir nevi el kitaplarından olmuştur. Tasavvufun meşhurlarından biri olarak bu masalı bir de ondan dinleyelim:

"Şeyh Muhyiddin Arabi'den şöyle nakledilmiştir:
Hakikatta Muhammed'in kutubları iki türlüdür. Biri peygamberimizin bi'setinden önce olanlardır. Bunlar sayıları üçyüz onüç tane ofan peygamberlerdir. Diğeri bi'setten sonra gelenlerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar oniki kutubdur. Yani oniki menzil üzerine deveran ederler. Her biri bîr peygamberin izi üzerindedir. Bir bölgede veya bir tarafta, yedi bölgedeki ebdal gibi, insanlardan bir topluluğun işi bir kutba havale edilmiştir. Zira her iklimde bir bedel vardır. O da iklimin kutbudur. Bunlar dört evtad gibidirler. Onlarla Allah doğuyu, batıyı, kuzeyi, güneyi muhafaza ediyor. Halkı mu'min veya kafir her memleketin bir kutbu olduğu gibi, Allah velilerinden biri ile o memleketi muhafaza eder. Yine makam sahiplerinden her birinin bir kutbu vardır ve o onların zamanında işlerin merkezi olmuştur. Onlara Kutbu'i-Arifin, Kutbu'l-Muhibbin, Kutbu'1-Mutevekkifin, Kutbu'z-Zahidin, Kutbu'l-Abidin denir. Bunlar sadece kendine hasredilmiş değillerdir. Peygamberimizden sonra geleceğini söylediğimiz on iki kutub bu ummetin işlerini üzerine almışlardır. (Tasavvufçıılar, her tasavvufçunun azmettiği zaman kutup olabileceğini ve evrende tasarruf sahibi olacağını iddia ederler. Bu konuda daha fazla bilgi için Abdulvahhab eş-Şarani, el-Yevakil ve'l-Cevahir, 2/79-83; ibn Arabi, Futuhat-ı Mekkiyye, 2/7, 8, 52, 208. Ayrıca bu sapık inançların eleştirisi, kaynakları ve sonuçları hakkında bilgi için Muhammed Fihr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l-Hakki ve'l Halk, 89-96; Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sufi fi Dav'i'l-Kitab ve's-Sunne, 229-247.)

Nitekim alemdeki cisimlerin yörüngesi on iki tanedir. İbadet için yalnız başına bir tarafa çekilenler bunların dışındadır. Bunlar bir topluluktur ki, kutb dairesinin dışındadırlar. Hızır ve iki Hatem onlardandır. Bi'setten evvel peygamberimiz de onlardandı.
(Sıfatlan sayılmakta ve Allah'a mahsus sıfatlarla donatılmaktadır. Aynı şekilde diğer kutubların da sıfatları sayılmaktadır.)

[​IMG]

On iki kutub şunlardır:
1- Hz. Nuh'un izinde olanlar.
2- Hz. ibrahim'in izinde olanlar.
3- Hz. Musa'nın izinde olanlar.
4- Hz. İsa'nın izinde olanlar.
5-Hz. Davud'un izinde olanlar.
6- Hz. Süleyman'ın izinde olanlar.
7- Hz. Eyyub'un izinde olanlar.
8- Hz. İlyas'ın izinde olanlar.
9- Hz. Lut'un izinde olanlar.
10- Hz. Hud'un izinde olanlar.
11- Hz. Salih'in izinde olanlar.
12- Hz. Şuayb'ın izinde olanlar.

(Her birine ait olan sure ve her birinin tasarruf alanları, yetkileri anlatılmaktadır).
Futuhat-ı Mekkiyye'de ayrıca Recebiler denilen ehlullah'tan bir zumre anlatılır. Bunlar kırk kişidirler. Ne fazla ne eksik. Recep ayının ilk gününde sanki gökler onlar üzerine çökmüş gibi bir kenar çekilirler. Asla bir harekete güçleri yoktur. Ne ayak üzerinde durabilirler, ne oturabilirler... Bu taifeden Recep ayında birçok tecelliler, keşifler ve gayba muttali olmak gibi haller meydana gelir, (ibn Arabi'nin onlardan birini gördüğünü, bu Receb'in rafızileri simalarından tanıdığını kaydeder).

İmamân; iki şahıstır. Biri Gavs (Kutbu'l-Aktab)'ın sağındadır. Nazarları alemi melekutadır. Ona Abdurrab denir. Biri de solundadır. Hazarları alemi melekedir. Ona Abdulmelik denir. Mertebe bakımından bu imam Abdurrab'dan raha faziletlidir. Evtad: Alemin dört rüknünde dört kişidirler. Biri doğudadır ve adı Abdulhay'dır. Biri batıdadır ve adı Abdulalim'dir. Biri kuzeydedir ve adı Abduimürid'dir. Biri de güneydedir ve adı Abdulkadir'dir.

(Nefehatu'l-Uns min Hadarati'l-Kııds, 49-55. Bedir Yayınevi, İstanbul 1971, Sadeleştirilip özetlenmiştir)
(Ondan sonra ebdal, nuceba, nukeba, rukeba ve hususiyetleri, görevleri anlatılır).

Üçler, yediler, kırklar gibi halk arasıda yaygın olan batıl inancın bu masallara dayandığı anlaşılıyor. Nitekim Hızır'ın kişiliği etrafında Örülen masallar ve uydurulan hikayeler de bu inançlara dayanmaktadır. Çünkü gayb ricali, mukaddes ruhlar, nukeba, nuceba, rukeba, evtad, ebdal, aktab, gavs, gavsı a'zam gibi batini şii memleketin kurmayları yahut erkanı toplumun zihinlerine mukaddes inanç olarak sokulmuş ve bir inanç sistemi haline getirilmiştir. Zaten tasavvuf şii-batıniliğin aldatıcı maskesinden ibaret değil midir?

Kutup, gavs, ebdal, evtad, gibi tasavvufi çevrelerin dilinde dolaşan bu isimlerin dinden hiçbir delili yoktur. Bunlarla ilgili söylenen şeylerin tümü uydurmadır.
Bu konuda İbn Teymiyye şöyle demektedir:
"Fasıkların ve halktan birçokların dilinde dolaşan Mekke'deki gavs, dört evtad, yedi kutup, kırk ebdal, üç nuceba isimleri ne Allah'ın kitabı Kur'an'da mevcuttur, ne de sahih, hatta ebdal lafzının hamledileceği zayıf bir senedle Rasulullah'dan rivayet edilmiştir.

(ibn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava 11/433, Hz. Ali'ye nisbet edilen ve senetli sahih olmayan bir rivayete göre Şam'da kırk ebdal varmış, onlardan biri Ölünce yerine yenisi geçermiş.
Halbuki rivayet sahih değildir. Mecmuu'l Fetava -11/434. Bu sınıflarla ilgili söylenenlerin sahih olmadığını aynı şekilde Zehebi de belirtmektedir. Mizanu'l-İtidal ,1/ 187)

"Bu kişilerin Rasulullah'dan sonra olduğu iddia edilirse, iddia sahiblerine şunu sormak gerekir; Bunlar ne zaman var oldular?
Onların ilki kimdir?
Kur'an'dan veya altı hadis kitabından hangi delile dayanmaktadırlar?
İlk üç nesilde bu sınıflar iddia edilen sayılarda hangi mutevatir icma ile sabit olmuştur ki bunların varlığına inanalım?
Bilindiği gibi akaid konuları ancak kitap, sünnet ve ümmetin icmaı ile sabit olur. İddia sahiblerine "Doğru söylüyorsanız, delilinizi getirin" diyoruz. Bu seri dört çeşit delille isbat etmezlerse, şubhesiz yalancıdırlar ve yalanlarına da inanmıyoruz.

"Kim yer yüzündekilerin sıkıntılarının giderilmesi ve üzerlerine rahmetin inmesi için ihtiyaçlarını önce üçyüz'e, onlar da yetmiş'e, onlar da kırk'a. onlar da yedi'ye, onlar da dörde, onlar da ğavs'a bildirdiklerini iddia ederse, yalancıdır, dalalettedir, müşriktir.

(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437)
"Bu mertebeleri iddia edenler bazı yönlerden Rafızileri taklit etmektedirler. Hatta bu sayılar ve bu sıralama bazı yönlerden İsmailiyye ve Nusayriyye'nin Sabık, Tali, Natık, Esas, Cesed gibi Allah'ın bildirmediği tasniflerine benzemektedir.
(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437 - 438)

[​IMG]
[​IMG]



[​IMG]
Rakipsiz En Büyük Kutuptur İbn Arabi

Aktab, evtad ve ebdal için İbn Arabi, bu nitelikleri saydıktan sonra haliyle kendini bu unvanlardan biriyle niteleyecektir. Ne var ki aşağı bir unvanı yahut küçük bir mertebeyi kendine yakıştıracağını sanmayınız.
Onun için kendisinden büyük bir kutbun bulunmadığı en büyük kutup olarak kendini ilan etmekte ve şöyle demektedir:

"Bu asırda ubudiyet makamında benim kadar tahakkuk eden birinin olduğunu bilmiyorum. Çünkü Rasulullah'a veraset hükmüyle ubudiyet makamında hedefe ulaştım. Allah bu makamı kendisinden bir bağış olarak bana verdi. Onu amel ile elde etmedim, sadece Allah'ın vergisidir.

(İbn Teymiyye, Mecmuu'l Fetava; 11/437 - 438)
Görüyorsunuz, ibn Arabi, kendini hiçbir zirvenin boy ölçüşemeyeceği bir zirveyde koşuyor ve herhangi bir kimse kendisinden bu tercihin ve seçimin delil ve belgesini sormaması için bunun kendisine Allah tarafından verildiği yalanını söylüyor.
Bu şekilde İbn Arabi, şeytanın hasta tasavvuf zihniyetine çizdiği gizli devlet üzerinde taç giymiş bir melek veya hükümdar olarak kendini ilan ediyor. Kendini kutupların kutbu, peygamberin varisi ve bilginlerin bilgim olarak empoze ediyor. Kendisinden sonra gelen ve yolunu izleyen bütün tasavvuf şeyhleri de bu yalanım onaylıyor, kendisine şeyh-i ekber ve hatemu'l-evliya diye niteliyorlar.

Felsefeyi, eski dinleri ve her döneminde cahiliyye hurafelerini ezberleyip bir sentezini yapan İbn Arabi, bu sapık inançlarım bütün dinler ve inançlar sentezi halinde insanlara sunabilmekte, ona tilkiden daha kurnaz bir ustalıkla ayet ve hadislerden bir kılıf giydirmektedir. Bu kılıfla bu batıl inanç, cahil müslümanlar arasında velayetin zirvesi ve kutupların kutbu olarak yayılabilmekte, asırlar boyunca batılın simsarları bunun ticaretini yapmaktadır.

[​IMG]
3'ler, 7'ler, 40'lar...

Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır.
Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'ın sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batın dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır.
Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okuma yazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hayat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan murdar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bildikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler.

(eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66)
7119

"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mülazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûlâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.

Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.

Bunlardan başka 7'ler ve 40'lar tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vucud bulur.

Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'da bulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın musavidir.
Bunlardan başka 100'ler, 300'ler, 700'ler ve 1000'ler de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.

Ayrıca 3000'ler, 7000'lerLER, 10000'LER de vardır.
Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez. Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.

(Mehmed Nuri Şesııddin en-Nakşibendi, Tam Miftahu'l-Kulub, 47-48, Salah Bilici Kitabevi, istanbul 1976.
Tasavvuf ülkesinin bu esrarengiz kurmaylarının rütbeleri, özellikleri ve sayıları hakkında hakkında ayrıca Ahmed Ziyaııddin Gümüşhanevi, Veliler ve Tarikatlarda Usul (Camiu'l-Usul). 41-51, tercüme, Rahmi Serin, Pamuk Yayınları, İst. 1977, Hace Muhamed Parsa-, Tevhide Giriş, (Faslıı'l- Hitab li Vasli'l-Ahbab tercümesi], 409-417, 568-594. Tercüme: Ali Hüsrevoğlu, Erkam Yayınları, İstanbul, No. 45. İmam Rabbani, Mektııbat, 251; 256, 260, 285, 2İS? nolu mektuplar. Ter. Hüseyin Hilmi Işık, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1968.)

[​IMG]
Günümüzde Kutupluk (Ricalu'1-Gayb)

İslam inancında ricalu'1-gayb inancı olmadığı halde tasavvufçular Batınıyye-İsmailiyye fırkasından ve başka batıl dinlerden bu inancı almış ve İslam inancı gibi benimseyerek hayatın ve kainatın tasarruf yetkisini ricalu'l gayb dedikleri kişilerin eline vermişlerdir.

Şimdi tasavvuf hocalığı yapan bir kişiden bu masalı dinleyelim:
"Abdal, Allah'ın yeryüzünü kendilerine musahhar kıldığı kimselerdir. Onlar alemin intizam sebebidir. İnsanların işlerini tanzim ederler. Abdal 40'ı Şam'da; 30'u diğer memleketlerde olmak üzere 70 kişidir.

(Şam'daki bu 40 kişi herhalde İslam şeriatına ve müslümanlara düşmanlığı, onları toplu halde öldürmesiyie meşhur oları diktatör Hafız Esad'ın emrinde çalışmakla veya ona yardım elmektedirler. Hafız Esad'ın yaptıklarını görüp müslümanların yardımına koşmuyorlarsa; bu kişiler Şamda ne halt ediyorlar!!
Şam'ın kuzeyinde bulunduğu söylenen Kasyun dağında yüzyirmi üç bin peygamberin bulunduğu, o dağın evliya ve enbiya yatağı olduğu, onun için ışık olmadığı halde geceleyin nur yalımlar halinde parladığı iftirasını da isterseniz Bel'am Muhammed Nazım Kıbrısî (Şeyh Nazım)'ın sohbetlerinden okuyunuz: Tasavvufi Sohbetler, 59)

Diğer bir rivayete göre Abdal, Gavs, İmaman ve evtad olmak üzere 7 kişiden ibarettir. İç alemleri Hakka yöneliktir. Vaaz ve nasihatlarıyla insanları ıslaha çalışırlar. Kutb, değirmen taşının miline benzer. Değirmen taşı, milinin çevresinde döndüğü gibi, alem de onun etrafında döner. Her işin, her ülkenin, her yerin bir kutbu" vardır. Asıl kutub, kutbu'l-aktab'dır. Kendisinden yardım dileyene manen yardım elini uzattığı için "Gavs" ismi ile de anılmıştır. Bu zat, Muhammedi hakikatin varisidir.
Kutuptan sonra gelen iki kişiye imaman ismi verilmiştir. Bunlardan birine, sağ yanındaki imam (imamı yemin),diğerine sol yanındaki (imamı yesar) derler...
Bunlardan başka yeryüzünün dört yönünü idare eden ve "Dört direk" (Evtad-1 Erbaa) denen erler vardır. Doğuda olana Abdulhay, batıdakine Abdulalim, kuzeydekine Abdulmurid, güneydekine Abduikadir denilmiştir. Bu topluluğun içinde kadınlar da bulunabilir. Maddelerini manaya, nefislerini ruha, mevhum varlıklarını gerçek varlığa tebdil ettiklerinden abdal diye anılmışlardır. (Ayrıca Nuceba ve nukebayı anlatır).

Kutup ölünce her dereceye aşağı derecelerdeki biri yükseltilmek ve sonra, velilerden eksilenin yerine de alttan birini seçip yüceltmek suretiyle bu erenlerin sayıları tamamlanır.

(Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatilar, 48-49 Marifet Yayınları , İstanbul 1981)
Muhammed b. Ali el-Hakîm et-Tirmizî (295/888) tarafından nakledilen hadîs-i serîf :
“Bu ümmetim içinde İbrâhim tabiatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Îsâ tabiatı üzere üç, Muhammed (a.s.)tabiatı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılırlar.”

(İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Kesfü’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs Ammâ İstehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, II. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1351 H., c. I, s. 24; Ayrıca krs.: Ahmed b. Hanbel, Musned, c. I, s. 112; c. V, s. 322; c. VI, s. 316)
Hatta abdal hadislerini Musned’inde nakleden Ahmed b. Hanbel, yeryüzünde muhaddislerden başka abdal tanımadığını söylemektedir.
Ehli Tasavvufa göre Ricâlu’l-gayb olduğu söylenen bâzı kimselere, onları Allâh’a ortak gösterir gibi olağanüstü güçler ve yetkiler atfetmenin İslâm inancıyla bağdaştırılamayacağını söyleyen İbn Teymiyye, bu tür bir anlayışın daha çok hristiyanların ve aşırı Şiî fırkalarının inanış biçimlerini yansıttığını belirtmektedir.

(Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Resâil ve Fetâvâ, Tahkîk: Muhammed Resîd Rızâ-Muhammed el-Enver Ahmed el-Baltacı, (5 cilt, 2 mucelled hâlinde) Nesreden: Mektebetu Vehbe, Kahire, 1992, c. I, ss. 88-92.
İbn Teymiyye, sûfîlerin “ricâlu’l-gayb” dedikleri kisilerin cinlerden ibâret oldugunu söylemektedir. Bk.: Takıyyuddîn Ebu’l-Abbâs Ahmed İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâili’l-Kubrâ, Beyrut, 1979, c. I, s. 72)

İbn Haldun ise, kutub ve ebdâl telakkîsinin (Tasavvufta ebdâl telakkîsi, çesitli müelliflerce az çok farklı sekillerde açıklanmış olsa da bütün tasavvuf zümreleri arasında benimsenmiş ve zamanla aynı mânâda deger kazanan ricâlU’l-gayb anlayısıyla bütünlesmistir) ilk defa Irak sûfîlerinde görüldüğünü ve bu sebeble ricâlu’l-gayb ile ilgili diğer kavramların ortaya çıkışında Şia’nın ve Râfizîliğin etkili olmuş olabileceğini ileri sürmektedir. (İbn Haldun’un bu konudaki görüsleri için bk.: İbn Haldun, Sifâu’s-Sâil -Tasavvufun Mâhiyeti-, Terc.: Süleyman Uludag, II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1984, ss. 263-265 (“Mukaddime’de Tasavvuf İlmi” bölümü)

Nitekim İranlı yazarlar, abdal terimini XII. yy.dan îtibâren daha ziyâde heterodoks (Heterodoks: Bir ilâhiyat ve sosyal târih terimi olarak; kabul edilmiş resmî din anlayısına, yâni
ortodoksluga (sünnîlik) zıt ve aykırı olan bir tür din anlayısını ifâde eden bu kavramın siyâsî, sosyal ve teolojik yönleriyle ilgili bir degerlendirme için bk.: Ahmet Yasar Ocak, Babaîler İsyânı Alevîligin Tarihsel Altyapısı [Babaîler İsyânı], II. baskı, Dergâh Yay., İstanbul, 1996, ss. 77-78) dervişleri tanımlamak için kullanıyorlardı.(Ocak, Babaîler İsyânı, s. 67)

Tasavvufçular, kendilerine göre velayeti mertebelere ayırmışlardır. Kimileri bunları gavs-ı azam dedikleri velilerin en büyüğü ile başlatmış, ondan sonra evtad, aktab, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi kısımlara ayırmışlardır.
Kur'an-ı Kerim'den ve Rasulullah'm sünnetinden az da olsa nasibi bulunan bir müslüman bu konuda tasavvufçuların söylediklerinin Allah'ın Kitabı ve Rasulullah'ın sünetiyle uzaktan yakından bir ilişkisi bulunmadığı, düpedüz yalan ve iftira olduğunu anlar. Ama tasavvufçular batm dünyasında gavs, aktab, evtad, ebdal, nuceba, nukeba, urefa gibi isimleri egemen olduğu bir devlet kurmak istemiş ve bu esrarengiz güçlerle insanları boyundurukları altına almaya çalışmışlardır.
Bu alanda tasavvuf düşüncesini okurken insan, tasavvufçuların bu yollarla insanları nasıl kul köle edip sömürdüklerim ve esrarengiz hurafe dinlerine onları nasıl soktuklara görünce, hayretler içinde kalır. Zira insanlara yerde, gökte ve bütün yaratıklar üzerinde egemenliği esrarengiz devletlerinin yöneticileri olan bu isimleri elinde olduğunu, onların arzularına boyun eğmeyen insanların velilerinin dünya ve ahirette bedbaht edeceğini telkin etmişlerdir. Halbuki sözünü ettikleri bu veliler bazan hayatta olup okumayazma bilmeyen koyu cahiller, bazan ölüp gitmiş ve kemikleri çürümüş zalimler, fasıklar, bazan yol kenarlarında geceleyen meczuplar ve bunakln hatta ibadet teklifini kendilerinden kalktığını iddia eden kafirler, bazan hı yat boyu su ve sabunla yıkanmayıp güya fakirler için tasarruf yapan mur dar ve pis kişilerdir. Bununla beraber bu murdar ve fasık kişilerin gaybı bji dikleri, yerde ve göklerde kendilerine gizli hiçbir şeyin bulunmadığı, herzeye güçlerinin yettiği ve iradelerine karşı kimsenin gelemediğini idida ederler. (eş-Şarani, el-Yevakit ve'l-Cevahir, 2/65-66)

"Kutbu'l-Aktab'lık hizmeti cefilesi, her asırda bir zatı vâlâ-kadir'in uhdesine verilir ve o zat Allah'ın lutfu ile halifetullah olup iki cihanın tasarrufu bizzat kendisine ihsan buyurulur ve dilediği gibi tasarruf eder.
Gavsu'l-A'zam tabir olunan zatı vala-kadir ise, Kutbu'l-Aktab'a mulazımdır, onun da tasarrufa kudreti varsa da el ve dil uzatmaz ve hiçbir şeye destursuz karışmaz. Kutbu'l-Ûtâ tabir olunan zatı şerif de bütün diğer kutupların evveli demektir.
Kutbu'l-Aktab, Gavsu'l-A'zam ve Kutbu'l-Ulâ tabir olunan bu üç zat, halk arasında olarak anılan ve tanınan zatlardır.
Bunlardan başka "7 'ler" ve "40 'lar" tabir edilen zatlar da her biri birer kutup olmakla beraber Allah'ın insanıyla Kutbu'l-Aktab'a hizmetçi düşmüşlerdir. Bunlardan her birisi hallerine göre birer yere memurdurlar. Yani Kutbu'l-Ula, Bağdad, Haleb, Şam gibi beldelere mutasarrıf olurlar. Diğer kutuplar da halince birer ve ikişer yere mutasarrıftırlar. Hatta aralarında küffar beldelerine mutasarrıf olanlar da vardır. Ancak bunların tasarrufları Kutbu'l-Akîab'ın emriyledir. Zira Kutbu'l-Aktab'ın iki cihanda tasarruf edemeyeceği hiçbir şey olmaz. Bütün eşyayı ve bütün ehfullahı nefsinde toplamıştır. İki cihanda iyi veya kötü, her ne ki olursa, onun bilmesi ve dilemesi ve kalbinin onaylamasıyla olur ve memuriyetinin icrasıyla vücud bulur.
Kutupların tasarrufları, memur bulundukları yerde bizzat bulunmaları demek değildir. Kendisi İstanbul'dabulunur ve memuriyeti Hindistan'da olur ama bir anda icrasına muktedirdir. Onlara göre uzak veya yakın müsavidir.
Bunlardan başka yüzler , 300'ler, 700'ler ve 1000'ler de vardır. Allah tarafından bunlar da Kutbu'l-Aktab'ın ve diğer kutupların hizmetlerine memurdurlar.
Ayrıca 3000'ler, 7000'ler, 10000'ler de vardır. Bunların kamil ve mükemmeli olsa bile, tasarruf işlerine karışmazlar ve bunlarla birlikte her asırda rivayet göre 124 bin veliyullah mevcut bulunur. Kıyamet gününe kadar da bu mevcut hiç eksilmez.

(Geniş bilgi için Abdurrahman Abdulhalik, el-Fikru's-Sııl'i fi Dav'il Kilab ve's-Sunne, 229, 241, 247. Kutup inanımın bizzati Rafizilerin inancı olduğuna dair bakınız. İbn Haldun, Mukaddime, 473, Muesseselu'l-A'lemi, Hevrul. İbn Haldun, muteahbtr mutasavvıfların bu inanç ve anlayışlarını tenkid elmetle beraber selellerini savunmakla, gıayb alemini ve geleceği bilme, şatahat ve makamları' gibi durumlarını onaylamakla, fakihlerin ve başka alimlerin onları tenkid etmelerine de karşı çıkmaktadır. Hatta sibirbaz ve cincilerin yaptıklarına benzer olaylar sergileyen tasavvufçuların yaptıklarının keramet olduğunu söylemekte ve savunmaktadır, lîk/. Mukaddime, 467-475. Muesseselu'l-A'lemi lîeyrul, Şüphe yok ki, iki konularda İbn (İ. Haldun'un söylediklerine katılmamak mümkün değildir)
Ve tasavvuf ülkesinin bu meçhul ve esrarengiz hiyerarşisi böyle devam eder.

224

Tasavvufun bid'atlarından olan ricalu'1-gayb ve tasavvufun divanı inancını çağdaş tasavvufçulardan dinlemeye devam edelim:
"Her hafta divanı salihin, tensib edilen bir gecede kurulur. Rasulullah teşrif ederse reis odur. Teşrif etmezlerse, varis-i rasul riyaset eder. Ve ahval-i aleme ait kararlar alınır. Hükümler verilir. Cari hadisatın ekserisi bu hükümlere bağlıdır. (Ali Erol, Hatıratım, 53)
"Divanı salihinde Rasulullah bulunursa, Arapça konuşulur. Bulunmazsa Süryanice. (Ali Erol, Hatıratım, 61)
Muhyiddin İbn Arabi kendisini hatemu'l-Evliya ilan ettiği gibi, Ali Erol da şeyhini zamanın kutbu olarak ilan etmektedir.
Şöyle diyor:
"Varisi Muhammedi ve sahibi zamanın sonuncusu sadat-ı kiramdan olup bu devlet Türkiye'ye ihsan olunmuştur. İmam Rabbani, Hindistan'da; Şahı Nakşibend ve Mevlana Selahaddin Siracuddin İbn Mevlevi, Buhara'da, son sahibi zaman ise Türkiye'de zuhur etmiştir... Irk ve milliyet gözetmeden Hindistan ve Buhara'dan emaneti kübra, ilahi irade icabı, Türkiye'ye intikal etmiştir. (Ali Erol, Hatıratım, 33)
Ahmet Hulusi de klasik tasavvuf kitaplarında anlatıldığı şekliyle tasavvufun divanını ve ricali gayb masalını savunmakta, bunların alemin idaresi ve alem hakkında alman kararlarda söz sahibi olduklarını söylemektedir. Onları karar organı ve icra organı olarak iki smıfa ayırır ve meydana gelen olayların onların onayından geçtiğini belirtir. Divanın işleyiş tarzını da ayrıntılı olarak anlatır.

(Ahmerl Hulusi, Din-Bilim Işığında İnsan ve Fiilleri, 359-361 Ferşat Yayınları, İkinci baskı, İstanbul, irs.)
Bu misalleri başka çağdaş yazarların kitaplarından daha da çoğaltmak mümkündür. Ancak tarikat çevrelerinde ve özellikle tasavvufçular arasında görülen Gavs, Kutup, Baz (Doğan), hatemul evliya gibi isimlerle istigasede bulunma, üçler, yediler, kırklar, aktab ve ebdal gibi isimler bu inancın halk arasında bile ne kadar yaygın olduğunu göstermeye yeterlidir.
Tarikatçıların şeyhlerine bu isimlerden biriyle seslenmeleri yahut onu bu isimle anmaları çok yaygındır. Bütün bunlar yeni tasavvufçuların eskilerin yolunda olduklarını göstermektedir.

Yine Şia'nın yerli cürufu olan "Alevi - Bektaşilerde şöyle bir inanç vardır:

[​IMG]

"Hz. Muhammed , birgün ashâb-ı suffa'nın kapısına varmış. onları ziyaret etmek için kapıyı çalmış. İçerden "kimsin" demişler, hazreti Muhammed, "peygamberim" buyurmuş. İçerden, "var, peygamberliğini ümmetine yap; bizim, peygambere ihtiyâcımız yok" denmiş.
Hazreti peygamber geri dönüp giderken, tanrı’dan tekrar kapıya varması emrini almış. Gene dönüp kapıyı çalmış. “kimsin” denince “rasûlüm” buyurmuş. Bu sefer de, “buraya rasûl sığmaz” denmiş ve gene kapı açılmamış.
Hazreti peygamber, dönüp giderken tanrı, tekrar dönmesini buyurmuş. Bu sefer “kimsin” sorusuna, “seyyidul – kavm, hâdimul – fukarâyım”, yani, toplumun ulusu, yoksulların hizmetçisiyim demiş. Bunun üzerine kapıyı açmışlar.
Hazreti peygamber, içeriye girince bakmış ki otuzdokuz kişi var. Siz kimsiniz diye sormuş. “Kırklarız; hepimizin gönlü birdir, birimiz neyse hepiniz odur” demişler.
Hazreti peygamber bu sözün ısbâtı gerek buyurmuş. Hazreti Ali de içlerindeymiş; fakat hazreti peygamber tanıyamamış. Kırklar, birimizden kan akarsa, kırkımızdan da akar demişler ve hazreti Ali, kolundaki damarı, neşterle yarmış. ondan kan akmaya başlayınca, otuzsekizinin kolundan da kan akmaya başlamış.
Aynı zamanda tavandan da kan damlamaya koyulmuş. Hazreti peygamber, bunu sorunca, birimiz, dışarıda; bize yiyecek toplamaya çıktı; bu kan, onun kolundan damlıyor demişler. Hazreti Ali’nin kolunu bağlamışlar; öbürlerinden akan kan da durmuş, derken Selmân gelmiş, bir tâne üzüm getirmiş, bu bir tânecik üzümü kırklara paylaştırmasını dileyerek hazreti Muhammed’in önüne koymuş.
Hazreti Muhammed, nasıl pay edeceğini düşünürken Cebrâil, cennetten tabak getirmiş ve ezmesini söylemiş.
Muhammed (s.a.v.) üzümü ezmiş, suyla karıştırmış. Kırklar’ın hepsi birer yudum içmiş; hazreti Muhammed de içmiş. Hepsi mest olup semâ’a kalkmış. Hazreti Peygamber, semâ ederken başında sarığı çözülüp yere düşmüş. Kırklar, bu sarığı kırk parçaya bölüp bellerine bağlamışlar, tennûre, yâni libâsı edinmişler."
(Abdulbâki GölpınarlıYunus Emre, Divan ve risaletü'n-nushiyye, der yayınları, istanbul, 2003)

Alevilerin Büyük Sirri

[​IMG]
(Allahım sen sabır ver, affeyle beni)
Kutub Tarifi:





Menzil , İsmailağa v.b. Tarikatlerdeki Sapıklıklar!




Tasavvuf'un Belgelerle İslam'ı Tahrif Edişi


[​IMG] [​IMG]
Şeyh Seyyid Muhammed Raşid - göz bebeği Seyyid Fevzeddin ile.

[​IMG]
şeyh Seyyid Muhammed Raşid' in gençliği ve Uçuş hali
Eki Görüntüle 478 


[​IMG][​IMG]
[​IMG]

UÇMAYA KAÇMAYA - IŞINLANMAYA KLONLANMAYA SON 

İNSAN AYNI ANDA İKİ (FARKLI) YERDE BULUNAMAZ

[​IMG]
[​IMG]
Böyle bir şey gören - ya da gördüğünü söyleyenlere inanan bâzıları, bir kişinin aynı anda iki ayrı yerde olabileceğine inanmış, böylece de apaçık mâkul bir şeye aykırı davranmıştır.

Bunlardan bir kısmı, görüntünün, görülen şeyin cism-i lâtifi olduğu veya rûhâniyeti, ya da tecessüm etmiş mânası olduğu yanılgısına kapılmakta, bunun o görülen şahsın kılığına girmiş bir cin olduğunu anlayamamaktadırlar. 

Görünenin melek olduğunu sananlar da vardır. Oysa melek, bir çok bakımlardan cinden ayrılmaktadır. Bir kere cin taifesi arasında kâfir, fâsık ve câhil olanları bulunduğu gibi, mu'min olub, Muhammed (s.a.v.)'in yolundan gidenleri de vardır. Bunların cin ve şeytanlar olduğunu bilmeyen bir çok kişi onlara melâike gözüyle bakmaktadır. 

وَلِسُلَيْمَانَ الرِّيحَ غُدُوُّهَا شَهْرٌ وَرَوَاحُهَا شَهْرٌ وَأَسَلْنَا لَهُ عَيْنَ الْقِطْرِ وَمِنَ الْجِنِّ مَنْ يَعْمَلُ بَيْنَ يَدَيْهِ بِإِذْنِ رَبِّهِ وَمَنْ يَزِغْ مِنْهُمْ عَنْ أَمْرِنَا نُذِقْهُ مِنْ عَذَابِ السَّعِيرِ
Gündüz estiğinde bir aylık mesafeye gidip, akşam da bir aylık mesafeden gelen rüzgarı Suleyman'ın buyruğu altına verdik. Onun için su gibi erimiş bakır akıttık. Rabbinin izniyle, yanında iş gören cinleri onun buyruğu altına verdik ki, bunlar içinde buyruğumuzdan çıkan olursa ona alevli ateşin azabını tattırırdık. (Sebe suresi 12.ayet)


Gördüğümüz gibi Allah peygamberine bile Rüzgarı emrine vermesine rağmen 1 aylık mesafeye 1 günde aldırırken, Muhammed (s.a.v.) ise Mekke'den Medine'ye hicretini günlerce çileli yürüyüş ile ulaştırıken bunları idrak edemeyen ehl-i sofiyye ise bu durumu "Allahın sevgili kulu , Allah istese ulaştırmaz mı" ya da "şeytanın aynı anda her yerde olabiliyor , Allahın velisi ise ondan aşağı mıdır" diyerek bu ışınlanmayı savunmaktadır .

Tayy-i Mekan iddiasını savunan, bu sebeble Kur'an-ı Kerim ve sahih hadis-i şeriflerden uzak, ehl-i hikaye we'l menkıbe mensubları, kendi aleyhlerine olmasına rağmen şu ayeti ileri sürerler;

"
Kitabtan ilmi olan kimse ise, "Gözünü açıb kapamadan, ben onu sana getiririm" dedi. (Suleyman)onu (Melike'nin tahtını) yanıbaşına yerleşivermiş görünce, "Bu, dedi, şükür mü edeceğim, yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur; nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbim müstağnidir, çok kerem sahibidir." (Neml surasi, 40. ayet)

Bu ayeti açıklama olarak ehl-i sunnet kaynaklarından, İbn Kesir tefsirine bakıyoruz :
"İbn Abbâs bu kimsenin, Suleyman (a.s.)'ın kâtibi Âsaf oldğunu söyler. Muhammed îbn İshâk'ın Yezid ibn Rûmân'dan rivayetine göre; bu, Âsaf ibn Berhiyâ'dır. Sıddîk birisi olup İsm-i A'zam'ı bilirmiş. Katâde der ki: Mu'min bir insan olup, adı Âsaf idi. 

Ehl-i Sunnet Âlimlerine Göre; Taht Nasıl geldi :

Abdullah b. Şeddad dedi ki: Suleyman (a.s): "Kadının tahtını hanginiz bana getirebilirsiniz?" dediğinde Belkıs bir fersahlık uzaklıkta bulunuyordu, tahtını ise Sebe'de bırakmış, tahtı kırmızı yakut ve mucevherat ile süslenmiş, gümüş ve altından yapılmıştı. Tahtı o sırada üzerinde yedi kilit bulunan, içice yedi odanın içinde bulunuyordu, onu korumak için de muhafızlar görevlendirmişti. 

«Gözünü açıb kapamadan ben, onu sana getiririm. (Gözünü kaldır ve güç yetirebildiğin kadarıyla gözünün uzanabildiği yere kadar bak. Sen gözünü daha kendine çevirmeden tahtı yanında hazır bulacaksın.)» 

Vehb îbn Munebbih burayı şöyle açıklıyor: 
Gözünü açıb uzaklara bak. Gözlerin, ulaşabileceği en uzak yere ulaşmadan ben onu sana getireceğim. Anlattıklarına göre; o kişi Suleyman'a, istenilen tahtın bulunduğu Yemen tarafına bakmasını söylemiş, sonra kalkıp abdest alarak Allah Teâlâ'ya duâ etmiş. 

İbn Atiyye der ki: İnsanların çoğunluğunun kabul ettiği görüş şudur: 
Bu kişi Âsaf b. Berhiyâ adında, İsrailoğullarına mensub salih bir kişi idi. Rivayete göre iki rekat namaz kıldıktan sonra Suleyman (a.s)'a şöyle demiştir; Ey Allah'ın peygamberi, uzağa doğru bir bak, o da Yemen'e doğru baktı ve tahtı önünde buldu. Suleyman daha gözünü kırpmadan taht yanında idi.

Mucâhid, onun duasında; 'ey Celâl ve İkram sahibi (olan Allah)', dediğini nakleder. 
Zuhrî'nin naklettiğine göre ise: 'Ey ilâhımız, ey her şeyin tek olan ilâhı. Senden başka ilâh yok. Onun tahtını bana getir' demiş, taht hemen önünde belirivermiş.

Mucâhid, Saîd ibn Cubeyr, Muhammed İbn İshâk, Zuheyr îbn Muhammed ve başkaları şöyle diyor: 
O, Allah Teâlâ'ya duâ edip Belkîs'ın tahtını getirmesini istediğinde, —ki taht Yemen'de, Suleyman ise Beyt-i Makdis'te idiler— taht kaybolup yere batmış, sonra Suleyman (a.s.)'ın önünde ortaya çıkıvermiştir. Abdurrahmân İbn Zeyd İbn Eşlem der ki: 
Suleyman nasıl taşındığını anlayamadan Belkîs'ın tahtının taşınıp önüne getiriliverdiğini görmüştür.(Suleyman (a.s.) orada olmasına rağmen nasıl taşındığını anlayamamasına rağmen, topal şeyhleri bile uçuranlar binlerce yıl sonrasından gördüklerini iddia edebilmekteler.)

Mufessirler, bu zatın "Kitabtan bildiği ilmin" ne olduğu hakkında da çeşitli rivayetler zikretmişlerdir. Bazılarına göre bu ilimden maksat, Allanın bir ismidir, onunla kendisine dua edildiğinde duayı kabul eder. Ancak bu ismin hangi isim olduğu bilinmemektedir. 
Yüce Allah'ın kendisi anılarak istenileni verdiği, kendisi anılarak dua edildiğinde duayı kabui ettiği, yüce Allah'ın ism-i A'zam'ını biliyordu. Âişe (r.anha) dedi ki: 
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "
Asaf b. Berhiya'nin kendisini anarak dua ettiği Allah'ın ism-i Â'zam'ıdır, Ya Hayyu, Ya Kayyum idi." (Taberi, XIX, 163, 164)

Mucahid, "Kendisine ilim verilen zat"ın, Allah'ın "Zulcela-i Vel İkram" isimleriyle dua ettiğini söylemiş Zuhrî ise: "Yâ İlahenâ Ve İlahe Kulli Şey'in İlahen Vahiden Lâ İlahe İlla Ente İ'tinî Bi Arşihâ" "Ey İlahımız ve herşeyin tek ilahı olan Ali ahım. Senden başka hiçbir ilah yoktur. Sen o kadının tahtını bana getir." diye dua ettiği nakledilmiştir. Hemen taht onun önüne getirildi.

el-Kuşeyrî (Tasavvuf ehlinden) dedi ki: Bu görüşü Vehb, Malik'ten de rivayet etmiştir.
Şöyle de denilmiştir: Belkıs'ın tahtı havada getirilmiştir, bu da Mucahid'in görüşüdür.
Suleyman ile taht arasında da, Kufe ile Hire arası kadar bir mesafe vardı. Malik dedi ki: Belkıs Yemen'de, Suleyman (a.s)'da Şam'da bulunuyordu.
Tefsirlerde kaydedildiğine göre Belkis'ın tahtı içinde bulunduğu yeri deldi, sonra da Suleyman'ın önünde bitiverdi. Abdullah b. Şeddad dedi ki: Taht yerdeki bir tünelden çıktı. Bunların hangisinin olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

Ayet'i kerimede geçen "Gözünü açıp kapamadan getireceğim." ifadesini, Said b. Cubeyr ve Ma'mar, göz görecek kadar bir mesafede bulunan bir kimsenin, sana gelmesinden önce ben onu sana getireceğim." şeklinde izah etmişledir.

Ayetten Çıkarılan Sonuç :

1- "Kitabtan ilmi olan zat" ayetiyle, tahtı getiren zatın, Allah'ın kitabı (muharref olmamış zamanki Tevrat)ilmine sahib olduğu Allah (c.c.) bildirmekte, tahtı getirerek, Suleyman (a.s.)ın yapmadığı bir iş ki, Hıdır ve Musa (a.s.) kıssasındaki gibi, Musa (a.s.)da bulunmayan bir ilim sebebiyle Hıdır (a.s.) ile buluşması buyrulmuştu. 

2- İlim sahibi zat, tahtın gelmesi için Allah (c.c.) ismi azamıyla dua ediyor ve taht kendi yanında beliriyor. Kitabdan kendisine ilim verilmiş zat, tahtı getirmek için merdivenlerden inip, korumaları etkisiz hale getirip, anahtarları alıp, kilitleri açıp, tonlarca ağırlıktaki tahtı sırtına alıp gelmemiştir. 

3- Kitabdan kendisine ilim verilmiş zatın bir ruhu bir kalbi olduğundan , Suleyman (a.s.)ın yanından hiç ayrılmamıştır, bir daha dışardan gelmemiştir. 

4- Suleyman (a.s.) insanların Allah katında en değerlisi olduğu halde, Allah (c.c.)nin kendisine ruzgarı vesile kılmasıyla ancak gündüz bir aylık, gece bir aylık mesafeye gidebilirken, Tayy-i mekan ışınlanma safsatasına inananların uçurdukları kişiler, Peygamberleri sollayarak, 6 aylık, 1 senelik mesafeleri anında ışınlanarak Türkiye'de iken Kabe'de, Çeçenya'da, Pakistan'da, Almanya'da bulunabilmektedirler. 

5- Ehl-i sunnet (Kur'an ve sunnetle amel eden) kaynaklarında , Belkıs'ın tahtının nasıl geldiği aşikardır, delilleriyle görmüş olduk. Buna rağmen delilsizce ışınlanıp gitti getirdi diyerek, Tayy-i mekan safsatasını uydurmaya çalışmak, sapkın cahillikten başka birşey değildir.

****


Kişinin ruhu farklı yerlerde olsa da görülmez. Zira Rüyada konuştuğumuz arkadaşlarımız gündüzleyin yanımıza gelip senin ruhunu gördüm beraber şunu yapıyorduk derlerdi .
Açtığım konu başlığı , aynı kişinin bedeniyle farklı farklı yerlerde görüldüğünün iddia edilmesi üzerinedir. 
Misal olarak sofiyye ehlince anlatıla anlatıla mütevatir palavraya dönüşen bazı cemaat adamlarının bir iyilik yapması üzerine hem evinde hem kabede (Mekke'de) aynı anda görüldüğünün iddia edilmesidir. Bu kişiler nedense Mekke'de gördükleri yakınlarına oradayken gidip konuşup hal hatır sormazlar, geri döndükten sonra ben seni orada gördüm diyerek işin tılsım yönünü vurgularlar. 

Birde şu sözlerle sakat itikatlerini savunurlar : 
"Şehidler her yere gidip yardım edebilmektedirler , Allahın velileri mi gidemiyecekmiş". 
Bunlar Kuranın ruhunu anlayamamış , hadislerle tanışmamış sevgide şirke düşen cahillerdir. Şimdi konuyla ilgili hadis ve ayetleri inceleyerek konuyu izah edelim. 

33- Şehid Ruhlarının Cennette Olduğunu ve Şehidlerin Rableri Katında Diri Olup Rızıklandıklarını Beyan Babı
(1887) Bize Yahya b. Yahya ile Ebû Bekir b. Ebî Şeybe ikisi birden Ebû Muâviye'deıı rivayet ettiler.

Bize İshâk b. İbrahim de rivayet etti. (Dedi ki): Bize Cerîr ile İsâ b. Yûnus hep birden A'meş'den naklen haber verdiler. 

Bize Muhammed b. Abdillâh b. Nümeyr dahî rivayet etti. Lâfız onundur. (Dedi ki): Bize Esbât ile Ebû Muâviye rivayet ettiler. (Dediler ki): Bize A'meş, Abdullah b. Mürra'dan, o da Mesrûk'dan naklen rivayet etti. Şöyle demiş:

Abdullah'a —ki İbni Mes'ûd'dur— şu âyeti(n hükmünü) sorduk:

Allah yolunda öldürülenleri asla ölü sanma! Bilâkis onlar Rabbleri katında diri olup rızıklanmaktadırlar. [ Âl-i İmrân, : 169]
Abdullah şu cevabı verdi: Bakın buraya! Biz bunu (vakti ile Peygamber efendimize sorduk da :

«Onların ruhları yeşil bir takım kuşların karnındadır. Onların Arş'a asılı kandilleri vardır. Cennette istedikleri yerde dolaşır; sonra bu kandillere inerler. Rabbleri onlardan öyle bir haberdâr olur ki!.. Ve kendilerine : Bir şey arzu eder misiniz? diye sorar.(Onlar) :
— (Daha) ne isteyelim, işte cennette dilediğimiz yerde dolaşıyoruz! Derler.
Bunu kendilerine üç defa tekrarlar. Sorulmaktan âzâde bırakılmayacaklarını görünce : 
—Yâ Rabb! Ruhlarımızı bedenlerimize iade buyurmanı dileriz! Tâ ki senin yolunda bîr defa daha öldürülelim! derler. Ve bir hacetleri olmadığını görünce bırakılırlar.» buyurdular. 

(Muslim hadisi)
Al-i İmran 125- Evet, sabreder ve (Allah'tan) korkarsanız, onlar ansızın üzerinize gelseler, Rabbiniz size nişanlı nişanlı beş bin melekle yardım eder.
ENFAL 12-İşte o anda Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, müminlere sebat verin. Kâfirlerin yüreğine korku salacağım, hemen boyunlarının üstüne vurun, parmaklarına, parmaklarına vurun". 

Hadisde gördüğümüz gibi Kıyamete kadar şehidler bile bedenleriyle değillerdir. Üstelik cennette , kuşların karınlarında uçup kandillere konmaktadırlar.
Kıyamet koptuktan sonra Rabbin huzuruna gelirken şehid oldukları hal üzere geleceklerinden yıkanmadan kefenlenmeden defnolunurlar. 
Sizler ise şehidleri hem dünyada , hem bedenleriyle hemde sıkıştığınızda yadımınıza koşturup bazen milliyetçilik damarlarınız kabarıp çanakkale savaşlarında savaştırırsınız . Masalları , hikayeleri bırakıp kuran ve sünnette ittiba etmenin zamanı gelmedi mi ? 

Bu masallar itikadini bilmeyen Türk toplumunda şahid olmayanlar bile , günaha girerim endişesiyle "Allahın her şeye gücü yeter istese olmaz mı ? , Allahın gücü yetmez mi ? Şeytan aynı anda istediği yerde oluyor da veli kul neden olmasın" gibi seviyesiz ve ilimsiz vehimler öne sürmektedirler. Bilmezler ki şeytan yeyip içmez ama bizim veli dediklerimiz bir oturuşta sofrayı çökertmeden kalkamamaktadır .

Ayrıca bu ilme düşman, kalabalık muptelaları, Allahın velisi, dostu, şeyhi adını verdiği sevdikleri kişiler için, insanın içinden geçirdiklerini bilebileceklerini iddia ederler ki bu kufrun ta kendisidir.

Üzerinizde koruma görevlileri vardır; onlar değerli yazıcılardır. Ne yapsanız bilirler.” (İnfitâr, 10–12)

Dikkat ederseniz bu melekler sadece “yaptıklarımızı” bilirler; içimizde olanları değil. Demek ki, Allah kişinin içini bildiği halde melekler ancak ağızdan çıkan sözü bilebilirler.
İnsanların içinden geçenler gaybtır ve gaybı ne insan, ne melek, ne cin, ne de Allah’ın Elçileri bilebilirler.
Allah Teâlâ şöyle buyurur: “
De ki, göklerde ve yerde, hiç kimse gaybı bilmez, onu sadece Allah bilir.” (Neml 65)
Birçok ayette “insanların kalplerinde/içlerinde olanı sadece Allah’ın bildiği” özellikle vurgulanmaktadır. Diğerleri ise sadece tahmin edebilirler; tahminleri bazen tutar, bazen tutmaz. Zaten böyleleri öyle genel şeyler söylerler ki, biri tutmazsa diğeri tutar ve bağlılarını kandırmayı başarırlar.

[​IMG]

Yıldızlara ve bunlardan başka putlara yakaranların durumu da böyledir. Böylelerinden birisine bir ruh gelir, adam da: «İşte bu, yıldızların rûhâniyetidir» der; bir kısmı ise bunun meleklerden olduğunu sanır. Halbuki bu, müşrikleri saptıran şeytanlar ve cinlerdendir. 

Şeytanlar, arzu ettikleri şirk, fısk ve isyanı irtikâb eden kimseye yardım ederler. 

Bâzan açığa vurması için ona gayba dâir bir takım şeyleri haber verirler. 

Bâzan öldürme, hastalık verme ve benzeri şekillerle onun eziyet etmek istediği kimselere eziyet ederler. 

Bâzan insanları arzuladığı kimselere çekerler. Bir başka zaman insanlardan para, yiyecek, giyecek gibi şeyler çalarak onları bu kimseye gizlice getirip verirler; o adam da bunu, evliyanın kerametlerinden sanır. Halbuki getirilen mal, çalıntıdan başka bir şey değildir. 

Bazen de onu havada taşıyıp uzak bir yere götürürler. Bu kabilden olmak üzere şeytanların, arefe akşamı Mekke'ye götürüp sonra geri getirdikleri kimseler vardır. Müslümanların ifâ ettiği gibi bir hac yapmayıp ihrama girmediği, telbiyede bulunmadığı, Kabe'yi tavaf etmediği, Safa ile Merve arasında sa'y yapmadığı halde, bu adam da böyle bir şeyin keramet olduğuna inanır.-Malûmdur ki bu, büyük bir sapıklıktır. 

Böylelerinden, şer'î bir umre tarzında olmaksızın Kabe'yi tavaf için Mekke'ye gidenler vardır ve bunlar mîkât'a (Mekke'ye dışarıdan gelenlerin ihrama girmeleri gerekli yere) geldikleri zaman ihrama girmezler. Yine malûmdur ki, ibadet amacıyla Mekke'ye yönelen kimsenin mîkâtı ancak ihramlı olarak geçmesi mümkün ve gereklidir. 
Kişi Mekke'ye ticaret, bir yakınını ziyaret veya ilim tahsili için hareket etse bile aynı şekilde mîkât'ta ihrama girmek zorundadır. Bu durumda ihrama girmek acaba vâcib midir, yoksa müstehap mı? Bu hususta âlimlerin iki ayrı meşhur görüşü vardır ki bu, hacimli bir meseledir. 

Şeytan'ın dostlarına yardım yollarından birisi de sihir ve keramettir ki bu hususta başka bir bölümde genişçe durulmuştur. 

Puta tapan muşriklerle hıristiyanlar veya bu ümmetin bid'at ehlinden olup bu müşriklerle benzerlik gösterenler nezdinde bu meselelere dâir uzun uzun anlatılabilecek hikâyeler vardır. Yalnız durum şu ki, peygamber olsun-olmasın bir ölüye yakaran ve ondan istiğase (medet dileme)'yi âdet edinen her kişide mutlaka onun dalâlete düşmesine neden olacak böyle bir hal ortaya çıkmıştır. Meselâ yokluklarında bu sâlih kullara yalvarıp onlardan istiğasede bulunanlar, aynen onların suretinde olan ya da onların suretinde olduğunu sandıkları, «Ben falancayım» deyip kendileriyle konuşan, bâzı ihtiyaçlarını da karşılayan bizzat kendileriyle konuşan ve isteklerini yerine getiren kişi olduğuna inanmışlardır. Halbuki bu ancak şeytan ve cinlerdendir. 
[​IMG] 

Bâzısı, bunun bir melek olduğunu iddia eder. Ama melekler, muşriklere yardım etmez; dolayısiyle bunlar ancak onları Allah'ın yolundan saptıran şeytanlardır. 

Şirk konusunda, işte bu noktada bulunanların ve başlarına benzer haller gelmiş olanların bildiği, anlatılması uzun sürecek bir çok hikâye ve olay vardır. 

Cahil kimseler bu hususta iki gruba ayrılır: 

Bir grup böyle şeylerin tamamını inkâr eder. Diğer grup ise bunların Allah'ın veli kullarının kerametleri olduğuna inanır. 

Birinci grup «Bu, hâriçte hakikati olmayan ve sadece onların nefislerinde cereyan eden bir hayalden ibarettir» demektedir. 
Onlar bu görüşlerini topluluktan topluluğa aktardıklarında böyle bir şeyi gören ve mevcut olarak bizzat müşahede eden veya hâriçte mevcut olarak gören kimselerin haberlerine dayalı olarak âdeta bu husus tevatür derecesine ulaşan ve durumun kendisine, doğruluğundan şüphe etmediği kimselerin haber verdiği kişilere bakacak olursak; birinci grubun bu tutumu, işte ölünün gelip konuştuğunu müşahede eden, güvenilir haberlerle bunu kabullenen bid'at ehli ve müşriklerin dâvalarında sebat ve inat etmelerinin en büyük sebeplerinden biridir. 

Sonra böyle bir şeyi kabul etmeyip reddedenler, daha sonra benzer bir şeyi gözleriyle gördükleri zaman, bu durumun kendi başına geldiği kimseye itaat eder, ona boyun eğer ve onun Allah'ın velî kullarından olduğuna inanıverirler; halbuki onlar bir taraftan da bilmektedirler ki, bu kişi Allah'ın farizalarını, hattâ beş vakit namazını dahi eda etmemekte, ne Allah'ın haram kıldığı şeylerden, ne rezîletlerden, ne de zulümden sakınmamakta, aksine Cenâb-ı Hakkın : 

«İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman edip takva üzere olanlardır» (Yûnus 62- 63) âyetinde velî kullarını kendisiyle vasıflandırdığı, insanlar içinde îman ve takvadan en uzağı durumunu arzetmektedirler.
Böylece bunlar, îman ve takva bakımından insanların en aşağısında olan bu kişilerin, Allah'ın takva sahibi velî kullarına has kerametlerden olduğuna inandıkları keşifleri ve harikulade tasarrufları bulunduğunu sanırlar. 

Bunlar arasında, İslâm'dan irtidât edip yüz-geri dönenler, namaz kılmayan, hattâ peygamberlere dogru-dürüst inanmayan, onlara hakaretler edip noksanlık nispet edenler için «Allah'ın muttekî velîlerinin en büyüklerinden» diye inanç besleyenler vardır. 

Bunlardan bir kısmı da şaşkın, mutereddit, şüpheli, endişeli bir durumda kalmıştır; küfre doğru bir adım ilerler, sonra diğer adımını İslâm'a doğru atar-, ama çoğu zaman küfre, îmandan daha yakın durumdadır. 

Bunun sebebi, aslında onların velilik şartlarına hiç de uymayan şeyleri bu hususta delil kabul etmelerindendir. Oysa kâfirler, muşrikler, sihirbazlar ve kâhinlerin yanında onlara bunun kat kat fazlasını yapan şeytanlar vardır. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur: 

«Size haber vereyim mi, şeytanlar kimler üzerine inerler? Onlar her günahkâr yalancının üzerine inerler» ( Şuarâ 221- 222). 
Cenâb-ı Hakk'ın Rasulu yoluyla gönderdiği emir ve nehiylerden uzaklaştıkları için bunlarda mutlaka yalan, şeriata muhalefet, günâh ve bühtan bulunacaktır. Ve bu şeytanî haller, onların sapıklığının, şirkinin, bid'at ve cehaletlerinin, küfürlerinin bir sonucu olup, bu haller dahi bu hususun işaret ve belirtileridir. 

Sapık ve cahil biriyse, bu hallerin, onların îmanlarının ve Allah'ın velî kulları oluşlarının bir sonucu olduğunu sanırlar. Bu zan, bu câhil kişinin Allah'ın velîleri ile Şeytan'ın dostlarını ayırdedecek sağlam bir kıstasa sahip olmayışından ve velilik konusunda delil kabul ettiği bu hallerin İslâm'a müntesip olanlardan daha ziyâde muşriklerden olsun, ehli kitaptan olsun kâfirler için geçerli olduğunu bilmemesinden kaynaklanmaktadır. Delil, medlulü (işaret ettiği şeyi) gerektirir ve ona mahsustur, medlulü olmaksızın delil bulunmaz; bu haller kâfirlerde, müşriklerde ve ehl-i kitap'ta da bulunduğuna ve değil velilik, imanı daha gerektirmeyip, buna mahsus olmadığına göre veliliğin delili olması mümkün değildir.

[​IMG][​IMG]

Taberi Tefsirinden Ahzab suresi 4. ayetin açıklaması 

Allah bir adam için içinde iki kalb yaratmamıştır. (Ahzab 4)

"Allah, bir adamın göğsünde iki kalp yaratmadı." buyruluyor. Bu ifadeden maksat, Kureyş'ten iki kalpli olduğu iddia edilen bir adamın böyle olmadığını bildirmektir. 
Abdullah b. Abbas'tan nakledilen diğer bir rivayette deniyor ki: 
"Kureyş kabilesinde bir adam vardı. Bu adam akıllı bir kimseydi. Bu sebeple onun iki kalbinin bulunduğu ve bunların her biriyle özel şeyler idrak ettiği iddia ediliyordu. İşte bu âyet nazil oldu ve bu iddiayı reddetti. 
Mucahid, Katade, Hasan-ı Basrî ve İkrime bu âyeti bu şekilde izah etmişlerdir: Taberi de bu görüşü tercih etmektedir

Taberi Tefsiri Camiu’l-Beyân : 

Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları:
Nuzul Tefsiri 

Ahzab 4. Allah bir kişi içinde iki kalb yaratmadı. Kendilerine (bana annemin sırtı gibisin diyerek) zıhâr yaptığınız eşlerinizi de anneleriniz kılmadı. Nitekim evlâtlıklarınızı da öz oğullarınız kılmamıştır. Bunlar, sizin dilinize doladığınız sizin sözlerinizdir. Allah ise Hakkı söyler ve O, dosdoğru Hak yola iletir.

_ Cemîl ibn Ma'mer el-Fihrî hakkında nazil olmuştur. Hafızası çok kuvvetli, akıllı bir adam olan Cemîl hakkında Kureyş: "Bu kadar şeyi ancak iki kalbi olan birisi ezberleyebilir." derlerdi. 
Bizzat kendisi de: "Benim iki kalbim var ve her bireriyle Muhammed'in akletmesinden daha iyi aklederim." dermiş. 
Bedr günü müşrikler bozguna uğradığında bozguna uğrayanlar arasında bu Cemîl ibn Ma'mer de varmış; ayakkabılarının biri ayağında, biri elinde kaçıyormuş. 
Onu bu halde gören Ebu Sufyân: "Ey Ebu Ma'mer, bu insanların hali nicedir?" diye sormuş, o da: "Bozguna uğradılar." demiş. 
Ebu Sufyân: "Senin bu halin ne peki; ayakkabılarından biri ayağında biri elinde." diye sormuş da Cemîl: "İkisini de ayağımda hissediyordum." demiş ve insanlar da o gün anlamışlar ki iki kalbi olsa ayakkabısını elinde unutmaz, onu da diğeri gibi ayağına giyerdi.

[Vahidî, age. s. 249] 
İbn Ebî Hatim'in Süddî'den rivayetle tahric ettiği bir haberde bu Cemîl ibn Ma'mer ibn Habîb, Fihr oğullarından değil Cumah oğullarından (el-Cumahî) olarak geçmektedir.
[Suyûtî, Lübâbu'n-Nukûl, 11,61-62; Kurtubî, age. XIV,78]
_ Katâde ise Hasen'in şöyle dediğini naklediyor: 
Bir adam varmış, "Benim iki nefsim var; birisi emrediyor, diğeri nehyediyor." demiş de âyet-i kerime bunun üzerine nazil olmuş.

[Taberî, Camiu’l-Beyân. xx1,75] 
Burada benim iki nefsim var..." diyen kişinin adı anılmamakla birlikte Cemil ibn Ma'mer'in söylediğini andırmaktadır,

Taberî, bu iki rivayetten ikincisini yani Cemîl ibn Ma'mer hakkında nazil olduğunu ifade eden rivayeti daha sahih görerek tercihe şayan kabul etmiştir.

[Taberî, Camiu’l-Beyân. xx1,75] 
Bedreddin Çetiner, Esbab-ı Nüzul, Çağrı Yayınları:

Rabbim daha insanları yaratmadan önce Ruhlarımızı yaratmış ve hepimiz söz vermişizdir. 

Bir de Rabbin, Âdemoğullarından, bellerindeki zürriyetlerini alıp da onları kendi nefislerine şahit tutarak: Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" dediği vakit, "pekâlâ Rabbimizsin, şahidiz" dediler.(Bunu) kıyamet günü "Bizim bundan haberimiz yoktu." demeyesiniz diye (yapmıştık). Araf 172 

Her insan Allahın c.c. tesbit ettiği zaman gelince Ruh üflenip bedenle eşleştirilerek dünyaya gelecektir. Her beden için ruh üfürülmüştür. 
Aynı bedenler (ikiz , üçüz olsa bile benzerdir , aynı değildir.) birden fazla olması mümkün değildir. 
Bir kişinin bedeni kopyalanarak (klonlama) ile üretilse bile aynı değil benzeridir. Ki bu da doğduktan sonra Rabbin tayin edeceği başka bir Ruh ile çiftleşecektir. Ruh klonlama veya benzetme diye bir şey yoktur. Bunu iddia eden sapık fırkalar veya müşrik ehli kitap bile iddia etmemiştir. Çünkü her Ruhun ayrı bir sorumluluğu ve yükümlülüğü vardır. 
Maddeyle Ruhu birbirine karıştıranlar, işe maneviyat yüklüyorum , Allahın gücü yetmez mi diyerek her türlü fantazik hayal ötesi uydurukları sahihleyenlerin şeytanın oyunlarına gelmiş olmaları Kuran sünnet dışı mistik hurafi masallarını reddediyoruz. 

Şimdi kendilerine sormak gerekiyor :
Hangisi ölünce hepsi (aslı) ölmüş sayılacak ?
Yoksa 7 canlı tabiri buradan mı türemiştir. ? 
Tasavvufçuların kaç ruhu -bedeni vardır ? 
Aynı kişi sevab ve günahı hangisine yazılacak ?
Ahirette katmerli mi azab görecek ?

7116

7117
Uçan Sahtekar Sabri

Uçanların Merkezi !!

'Uçan Kafir Adam' Bilimi Kilitledi 
Bilim Dünyası, Havada Asılı Durabilen İnsanları İnceledi. Gerçek Olduğunu Gördü Ama Nasıl Olduğunu Açıklayamadı.

[​IMG] 

Bilim dünyası, havada asılı durabilen insanları inceledi. Gerçek olduğunu gördü ama nasıl olduğunu açıklayamadı. 
Hindu ve Tibet öğretisini uygulayıp havalanan adam Bilim dünyası şu sıralar 'levitasyon' ya da havada asılı durabilen insanları inceliyor. Tarih boyunca bu tür olayların yaşandığı biliniyor. Mitolojide uçmak tanrılara özgü bir yetenek sayılıyordu. Ancak çok az sayıda da olsa bazı insanların da uçabildiğinden söz ediliyor. Öneğin Hindu Brahmanlar, Yogiler, Hint fakirler, Saint Hermritler... 
Hinduların Sanskrit yazılarında 'havada asılı durmanın yöntemleri' tek tek rehber halinde yer alıyor. Hint tarihi belgeleri, yerden 90 santim yükseklikte havada durabilen ustaların örnekleriyle dolu. 
M.Ö 527'de Zen Budizminin kurucusu Bodhidharama'nın Tibet'teki Şaolin Manastırı'nı ziyaret edip, buradaki Budist rahiplere 'levitasyon sanatını' nasıl öğrettiği birçok tarihi belgede yer alıyor. Dahası günümüzde bile Hindistan'da ve Tibet'te 'havada durabilen' insanlar hiç de az değil. 
Avrupa'da ise bilinen ilk 'levitasyon ustası' bir rahibe olan Azize Theresa. Onun 'uçuşuyla' ilgili belgeler 1565 yılından kalma ve bu deneyimi 230 kişinin gözleri önünde yaşadığı anlatılıyor. 
Ancak asıl önemlisi günümüze 'uçan adam' olarak anılan Amerikalı Chris Angel olayı. 
Chris Angel; David Coperfield ya da David Blaine gibi bir sihirbaz değil. Ama uçabiliyor. Ya da havada asılı durabiliyor. Tam bir 'levitasyon' ustası. Bilim adamları onun bu 'uçuşlarını' tekrar tekrar izlediler. "Gerçek mi?" sorusuna "Gerçek" dediler. Buna getirebildikleri açıklama ise beyin enerjisi ile yaratılan bir çeşit yerkeçimsiz ortam sayesinde 'havada asılı durmanın' mümkün olabileceği yönünde... Ancak bu beyinsel enerjinin nasıl oluşturulabildiği sorusu bir cevap bulamadı. Süper-iletkenlerle yapılan bir deney sonucunda bir insanın bir süper-iletken üzerinde durduğu zaman yerden 5 santim kadar yükselebildiğini gösterdi. Ancak süperiletken kullanmadan 'uçabilen' insanların sırrı hala çözülemedi. Mermi tren diye bilinen Japonların ve Fransızların süper-hızlı trenleri de "manyetik levitasyon" denilen teknoloji ile saatte 350 km hızı aşabiliyor. Süper-iletkenler sayesinde bu trenler seyir halindeyken raylara deymeden gidiyor. Ancak bu şekilde bu yüksek hızlara ulaşabiliyorlar. (Doğan Haber Ajansı) 03.03.2008 13:31[1244652] 

Havada duran adamın sırrı

[​IMG]
Yer çekimine meydan okuyan adam Havada duran adamın sırrı
Sırrı ise; kolunda...
Şöyle ki; binaya dokunan kol aslında gerçek kolu değil, gerçek kolu ceketinin içinde. Binaya tutturulan kol ve bundan yapılan bir bağlantının bacak arasından geçip tekrar koluna ve omuzuna gitmesi sayesinde bu şekilde durabiliyor. 
[​IMG]

Havada Oturan Sahtekarların Hilesi 

7118

8365

Benzer Konular:

ŞEHİDLERİN DÜNYAYA TEKRAR DÖNÜP SAVAŞMALARI

https://www.islam-tr.net/konu/sehidlerin-dunyaya-tekrar-donup-savasmalari-yaziya-cevap.8168/

Gavs - Kutub Efsanesi

https://www.islam-tr.net/konu/gavs-kutub-efsanesi.26808/
[​IMG]

Cübbeli Bayraklı Ahmedin Tasavvufun Şiadan Türediğini Akidesiyle Ispatlıyor!




Cübbeli Bayraklı Ahmed, Tasavvufun Şia'dan Türediğini Akidesiyle İsbatlıyor!

Tasavvuftaki Cahilleri, Şia akidesiyle saptıran Cübbeli Bayraklı Ahmed, Şia'ya sözde kızmasının altında, Tasavvufun Şia'nın bir ürünü olduğunun hala farkında değil! 

8416

Cübbeli Bayraklı'nın anlattığı hikayenin Şia kaynaklarındaki hali :

Hz. Ali (Aleyhisselâm ) Hz. Adem’in yaratılışı hususunda şöyle buyuruyor:
Allah Hz. Adem’i yaratmak istediği zaman Cebrail’e yeryüzüne inerek bir avuç toprak almasını emretti. Cebrail yeryüzüne inmeden önce melun İblis yeryüzüne gelerek şöyle söyledi: ”Allah senden bir varlık yaratmak daha sonra da onu cehennem ateşiyle yakmak istiyor. Melekler sana bu iş için geldiklerinde onlara: 
Benden cehennem ateşinin de nasibi olacağı bir şey almamanız için sizden Allah’a sığınıyorum” demesini istedi. Cebreil yeryüzüne indi ama bir şey alamadan geri dönerek şöyle arz etti: İlahi! Yeryüzü benden sana sığındı. Ben de bir şey almadan geri döndüm. Allah Mikail’i gönderdi. Ama o da eli boş döndü. Daha sonra İsrafil’i gönderdi ama o da eli boş döndü.

Allah (c.c) Azrail’i bu iş için görevlendirdi. Azrail yeryüzünün sözleri karşısında şöyle buyurdu: ”Allah’ın emrine itaatsizlik etmekten O’nun izzetine sığınırım.” Daha sonra dağların başından, ovalardan, beyaz, siyah, kırmızı, sert ve yumuşak topraklardan birer avuç aldı. Bu nedenle insanların ahlak ve ciltlerinin rengi beyaz, siyah, sarı olarak birbirinden farklıdır.

Azrail onları alıp dönünce Allah (c.c) ona şöyle buyurdu: Yeryüzü sana benden sığınmadı mı?
Azrail: Sığında ama ben ona itina etmedim.
Allah (c.c) neden sende diğer melekler gibi ona acımadın? diye sordu.
Azrail: Ey Sahibim! Benim için sana itaat etmek ona acımaktan daha önceliklidir.
Allah (c.c) şöyle buyurdu: Biliyorum, yeryüzünden peygamberler, enbiya, Salih insanlar ve diğer insanları yaratmak istiyorum. Seni de onların canını almak için görevlendiriyorum.

Azrail bunu duyunca ağlamaya başladı. Allah (c.c) neden ağladığını sorunca şöyle cevap verdi: Eğer onların canını ben alacaksam hiçbirisi beni sevmeyecek.
Allah (c.c) şöyle buyurdu:
Üzülme ben onların ölümleri için çeşitli sebepler yaratacağım bütün ölümleri sana değil o sebeplerden bilecekler. 
Kaynak : (Bihar’ul Envar c.15 s.31,El-Envar s.11)

[​IMG] 

Bihar’ul Envar : Şii kaynaklarinda ki hadis rivayetlerinde El Kafi'den sonra en çok baş vurulan hadis kitabıdır. Bihar, arapca da denizin ilksel ifadesi, envar da nur kelimesinin coğuludur. Yani biharu'l envar, nurlar deryası anlamina gelmektedir.

Cübbeli Bayraklının Şii Kaynağında Ehli sunnete Küfrediliyor!

1
[​IMG]

[​IMG]

2
Aşağıdaki Biharu'l Envar adlı şiilerin en muteber kaynağından alınmış bir metin
çıkacaktır, bu metinde cehennemin 7 kapısından Ebu Bekir, Ömer, Aişe.....gibi
ashabın gireceğini
 yazmaktadır.


[​IMG]
[​IMG]
[​IMG]

3

Aşağıdaki Altı çizili yerin tercümesi: 

Ali bin Hüseyin (as)'ın yanında idim. Ona "Şüphesiz ki sen benim katımda haksın. Bana 
Ebubekir ve Ömer adlı iki şahıs hakkında haber verir misin dediğimde Ali'nin oğlu 
Hüseyin (as): "İkisi de kafirdir. Bu ikisini seven de kafirdir

[​IMG]
[​IMG]

4
Aşağıda Biharul Envar adlı şii kitaptan alıntı yapılmıştır, bu metinde Ebu Bekir ve Ömer'in kafir olduklarına dair bab denmiş bu hususta deliler getirilmiştir. 
[​IMG]
[​IMG]

4 Mart 2018 Pazar

“Ey Danyâl! Dur! Acâiblikler gör!”




Danyâl Aleyhisselâm’ın Gördüğü İbretli Hadise

Sarih el-Hattab, Vehb bin Münebbih’ten rivayet etti. O buyurdu. Danyâİ Aleyhisselâm, ıssız bir çölde yürüyordu. Bir ses işitti:

-“Ey Danyâl! Dur! Acâiblikler gör!” Danyal Aleyhisselâm sağma soluna baktı bir şey göremedi. Yine yoluna devam etti. İkinci kere bir ses işitti. Danyal Aleyhisselâm, ikinci ses üzerine durdum, dedi. Bir de ne göreyim bir ev beni kendisine çağırıyor. Ben de o evin içine girdim. Altından yapılmış bir yatak gördüm. Misk ye anber ile donatılmış. Üzerinde ölü bir genç vardı. Genç, ölü değil de sanki uyuyordu. Gencin üzerinde anlatılmayacak vasıfta birçok güzel süs eşyaları, altın ve mücevherat vardı. Sağ elinde altından bir yüzük, başında altından yapılmış taç vardır. Başı ucunda bir kılıç vardı. Yapraktan ve yeşilliklerden daha yeşildi. Bir baktım yataktan bir ses geldi:

-“Bu kılıcı al ve üzerindekini oku!” Bunun üzerine ben kılıcı aldım ve üzerindeki yazılan okudum O kılıcın üzerinde şu yazılıydı:

-“Bu, Samsam bin Avc bin Unuk bin Âd bin İrem’in kılıcıdır. Ben binyediyüz (1700) sene yaşadım. Ben on iki bin cariye (kadın) ile temasta bulundum. Ben kırk bin şehir bina ettim. Ben zulüm, zorbalık ve ahmaklık ile insaf dâiresinden çıktım. Benim hazinelerimin anahtarlarını, dörtyüz katır taşırdı. Dünyanın haracını (vergisini) ben alırdım. Dünya ehlinden benimle münazara edebilecek ve çekişebilecek kimse yoktu. Kimse benim karşıma çıkıp benimle harbedemiyordu. Ben Rubûbiyeti (Rab olduğumu) iddia ettim. Bana açlık isabet etti. Öyle bir duruma düştüm ki, açlığımı gidermek için, bir avuç içi kadarcik bir tane (yenecek maddesi, buğday ve arpa için) bin (1000) kafîz (eskı bır ölçu bırımıdırö bır kafız 18 kılo agırlıgına tekabul etmektedır .) kadar inci (ve altın) verdim. Gün geldi, bunu bulamadım. Bulmaya gücüm yetmedi. Varlığın içinde açlıktan öldüm. Ey dünya ehli! Ölümünüzü zikredin. Hem de çok zikredin. Benden ibret alın. Beni aldattığı gibi, dünya hayatı sizi aldatmasın. Muhakkak ki, ehlim (ailem ve avânelerim) benim günahımdan hiçbir şeyi üzerimden kaldıracak değiller. Kimse benim günah yükümü yüklenmez.


.

ÛC b. UNUK

(عوج بن عنق)

İsrâiliyat kaynaklı efsanevî bir dev.

İslâmî kaynaklarda bu varlığın adı hakkında Ûc (Âc) b. Ûk (Anak / Anâk) şeklinde farklı rivayetler de vardır. Muhammed b. Ahmed el-Ezherî doğrusunun Ûc b. Ûk olduğunu belirtmekte (Tehźîbü’l-luġa, III, 49; krş. Tâcü’l-Ǿarûs, “Ǿavc” md.), bazı kaynaklarda ise Unuk’un (Anâk) onun annesi, Uk’un da babası olduğu nakledilmektedir (Sa‘lebî, s. 241; Kisâî, s. 233). Fîrûzâbâdî’ye göre Ûk, Ûc et-Tavîl’in babasıdır ve bu kelimenin Unuk şeklinde kullanımı yanlıştır (Ķāmûs, “Ǿavķ” md.). İlk müfessirlerden Mukātil b. Süleyman onun adını Ûc b. Anâk bint Âdem olarak vermektedir (Tefsîr, I, 291- 292). Kâ‘b el-Ahbâr’ın naklettiğine göre Ûc’un babası Hâbil’i öldüren Kābil, annesi de Kābil’in kız kardeşi Anâk’tır. Yirmi yaşında iken babası, 200 yaşında iken annesi ölmüştür. Ûc, annesini öldürmek isteyen şeytana engel olmuş, bunu gören annesi de uzun ömürlü ve güçlü olması için ona dua etmiş ve bu dua kabul edilmiştir. Ûc’un 3300 veya 23.333 arşın boyunda olduğu ve 3000 yıl yaşadığı nakledilmektedir (Sa‘lebî, s. 241; Kisâî, s. 233).

Denizler yükseldiğinde ancak topuklarına kadar çıkmakta, yürüdüğünde toprak titremekte, ağladığında gözlerinden akan yaşlar bir nehir oluşturmakta, günde bir defa iki iri fil yemekte, deniz
kenarında iken elini uzatarak balık yakalayıp onları güneşe tutarak kızartmakta, susadığında ağzını dayadığı nehrin akıntısını kesmekte, yılda sadece iki defa uyumaktadır. Hz. Nûh’a gemi yapımında kereste taşıyarak yardım etmiş, tûfan onun ancak topuklarına veya dizlerine kadar ulaşmıştır. Nemrud zamanında çok gururlanıp gökleri idare etmeye kalkmış ve cezalandırılmıştır. Taberî'nin Tevrat ehlinden naklen verdiği bilgiye göre Nûh tûfanından gemiye binenlerin dışında sadece Ûc b. Unuk kurtulmuştur (CâmiǾu’l-beyân, XV, 316). Rivayete göre tûfanda Hz. Nûh’un yanına gelerek kendisini gemiye almasını istemiş, fakat Nûh, “Git ey Allah’ın düşmanı! Seni gemiye alma emri almadım” diyerek onu geri çevirmiştir. Diğer bir rivayette ise Hz. Nûh’un ondan gemiye binmesini istediğinde, “Tabağım kadar gemine nasıl bineyim” dediği nakledilmektedir. Bir yoruma göre Ûc, Nûh’a iman etmediği halde gemi yapımında kerestenin taşınmasında yardımcı olduğu için tûfanda boğulmamıştır.

Hz. Mûsâ, Yûşa‘ b. Nûn’u hak dini tebliğ için Firavun’a gönderince Firavun’un yanında Ûc da bulunmaktaydı. Ûc, Firavun’un kızını almak için dev gibi kayalarla Benî İsrâil yurdunu yok etmek ister, fakat Allah oraya hüdhüd kuşunu gönderir ve hüdhüd büyük bir taşı oyarak Ûc’un boynuna geçirir, daha sonra da onun beynini oyar. Bu sırada 20 zirâ boyundaki Mûsâ, 20 arşın zıplayarak 20 arşın boyundaki asâsı ile Ûc’un ancak topuğuna erişebilir ve onu öldürür (Kisâî, s. 234-235). Diğer bir rivayete göre Hz. Mûsâ on iki kabileden seçtiği on iki temsilciyi arz-ı mev‘ûda gönderdiğinde Ûc b. Unuk onları başının üzerindeki odun demetinin içine koyarak hanımına götürmüş ve ayağının altında ezmek istemiş, ancak hanımı onları öldürmeyip gördüklerini kavimlerine anlatmaları için geri gönderilmelerini söylemiştir. On iki temsilci geri döndüğünde durumu anlatmış, İsrâiloğulları da Allah’ın emrine rağmen orada çok zorba bir kavim bulunduğunu ileri sürerek (el-Mâide 5/22) vaad edilen topraklara girmemiştir (Sa‘lebî, s. 241-242). Bir rivayete göre ise Ûc b. Unuk öldüğünde onun Nil üzerine düşen gövdesi insanlar tarafından bir yıl köprü olarak kullanılmıştır. Bazı tefsirlere göre Ûc b Unuk, Amâlikalılar’ın reisiydi (İbn Kuteybe, s. 278 vd.; Hâzin, I, 64; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 76, 80; el-Bidâye, I, 107, 260).

Nûh tûfanını ve İsrâiloğulları’nın Mısır’dan çıkışını anlatırken yukarıdaki bilgilere değinen İbn Kesîr bunların akla ve nakle aykırı hezeyanlar olduğunu, tûfanda Nûh’un oğlu boğulduğu halde Ûc’un boğulmamasının düşünülemeyeceğini, onun boyu ile ilgili rivayetlerin Âdem’in boyu ile ilgili sahih rivayetlerle çeliştiğini, bütün bunların kutsal kitaplarını tahrif eden Ehl-i kitabın fâcir ve zındıkları ile İsrâiloğulları’nın cahilleri tarafından uydurulduğunu söylemektedir (el-Bidâye, I, 107, 260). İbn Kuteybe de söz konusu rivayetlerin cahillerin bile anlayabileceği bir yalan olduğunu, ne Resûlullah’tan ne de ashabından böyle bir şeyin nakledildiğini belirtmektedir. İbn Kuteybe Ûc ile ilgili rivayetleri zındıkların İslâm’ı lekelemek için uydurduğunu, avamın dikkatini çekmek isteyen kıssacıların bu gibi haberlere itibar ettiğini, bunların Câhiliye Arapları’nın hurafelerine benzediğini kaydetmektedir (Teǿvîl, s. 278 vd.). Sahih hadis kaynaklarında Ûc’la ilgili rivayetlere pek rastlanmazken Şîrûye ed-Deylemî'nin Enes b. Mâlik'ten naklettiği bir rivayette ondan söz edilir. Buna göre Ûc b. Unuk 3700 yıl yaşamıştır. O denize dalıp büyük balıkları yakalıyor ve güneşte kızartıp yiyordu (el-Firdevs, III, 59). Hz. Âdem’in boyu ile ilgili sahih rivayetler ve güneşle dünya arasındaki mesafenin uzaklığı açısından bu rivayet reddedilmiştir.

Ûc hakkındaki rivayetlerin İsrâiliyat kaynaklı olduğunda şüphe yoktur. Eski Ahid’de yer yer devlerden, bu arada Nefilim (Nefhilim: iri adamlar) adı verilen eski zamanlarda yaşamış zorba ve meşhur adamlardan söz edilmektedir (Tekvîn, 6/4). İsrâiloğulları’nın vaad edilmiş topraklara girmek istememelerinin sebebi burada bulunan, onların yanında kendilerini çekirge sürüsü gibi gördükleri uzun boylu adamlardır ki bunlar Nefilim’den olan Anakoğulları’dır (Sayılar, 13/30-33). Tevrat’ta uzunluğu 9 arşın, eni 4 arşın olarak verilen, yatağı demirden olan, Başan ülkesinin Amorî kralı Og’dan söz edilir (Tesniye, 3/11; DB, IV/II, s. 1759). Talmud ve Midraşlar’da da Ûc’a benzer Og tasvirleri yer almaktadır. Buna göre Og, Hz. İbrâhim’in hizmetçisidir. Yaptığı hizmetlere karşılık âzat edilerek kral olmuş, krallığı esnasında altmış şehir kurmuştur. Lût’un kaçırıldığını Hz. İbrâhim’e o haber vermiştir, fakat onun asıl niyeti Sâre’yi elde etmektir. Bu yüzden daha sonra Hz. Mûsâ tarafından öldürülmüştür. Uyluk kemiği 3 fersahtan daha uzundur. Dev cüssesi ve ağırlığı sebebiyle hayatı boyunca hep demir yatakta yatmıştır. Uzun olan sadece boyu değildir, aynı zamanda boyunun yarısı kadar eni vardır. Günde 1000 sığır yemekte ve 1000 litre su içmektedir. İsrâiloğulları’nı yok etmek için 3 fersah boyundaki bir dağı yerinden söküp başının üstüne koymuş, İsrâiloğulları’na yaklaştığında karıncalar dağı delmiş ve dağ halka gibi boynuna geçmiş, bunu gören Mûsâ eline 12 arşın boyunda bir balta almış, 10 arşın zıplayarak Og’u ancak topuğundan vurmuş ve onu öldürmüştür (Ginzberg, IV, 256-259). Byblos’ta bulunan ve milâttan önce V. yüzyıla tarihlenen Finike yazmalarında da bu yaratıktan söz edildiği anlaşılmaktadır. Milâttan önce II. yüzyıla tarihlenen apokrif kitaplardan biri de “Ogias the Giant”tır (Devler kitabı).

İsrâiloğulları’nın gözlerinde büyüttükleri düşmanlarının zamanla dev masallarına dönüştüğü ve İslâm kaynaklarının da bunları eleştirmekle birlikte kaydettiği anlaşılmaktadır. İbn Kayyim el-Cevziyye ve Ali el-Kārî gibi âlimler bu tür haberlerin uydurulmasından ziyade bunların tefsir, hadis ve siyer kitaplarında yer almasının şaşırtıcı olduğunu, bu gibi rivayetlerin peygamberler ve onlara uyanlarla alay etmek için zındıklar tarafından uydurulduğunu söyler (el-Menârü’l-münîf, s. 77; el-Esrârü’l-merfûǾa, s. 447-448).

BİBLİYOGRAFYA:

Tehźîbü’l-luġa, III, 49; Mukātil b. Süleyman, Tefsîru Muķātil b. Süleymân (nşr. Ahmed Ferîd), Beyrut 1424/2003, I, 291-292; İbn Kuteybe, Teǿvîlü muħtelifi’l-ĥadîŝ (nşr. M. Zührî en-Neccâr), Beyrut 1393/1972, s. 278 vd.; Taberî, CâmiǾu’l-beyân (Şâkir), XV, 316; Sa‘lebî, Arâǿisü’l-mecâlis, Kahire 1374/1954, s. 241-246; Muhammed b. Abdullah el-Kisâî, Ķıśaśü’l-enbiyâǿ (nşr. I. Eisenberg), Leiden 1922, s. 233-235; Şîrûye b. Şehredâr ed-Deylemî, el-Firdevs bi-meǿŝûri’l-ħiŧâb (nşr. Ebû Hâcer M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1406/1986, III, 59; Ferrâ el-Begavî, MeǾâlimü’t-tenzîl (nşr. M. Abdullah en-Nemr v.dğr.), Riyad 1417/1997, I, 98; III, 29, 38; IV, 180; Hâzin, Lübâbü’t-teǿvîl, Beyrut 1399/1979, I, 64; II, 25; İbn Kayyim el-Cevziyye, el-Menârü’l-münîf (nşr. Abdülfettâh Ebû Gudde), Halep 1403/1983, s. 76, 77; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, Tefsîrü’l-Ķurǿâni’l-Ǿažîm (nşr. Sâmî b. Muhammed es-Selâme), Riyad 1420/ 1999, III, 76, 80; a.mlf., el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Ahmed Ebû Mülhim v.dğr.), Beyrut 1989, I, 107, 260; Ali el-Kārî, el-Esrârü’l-merfûǾa bi’l-aħbâri’l-mevżûǾa (nşr. Muhammed es-Sabbâğ), Beyrut 1391/1971, s. 447-448; İsmâil Hakkı Bursevî, Rûĥu’l-beyân, Beyrut, ts. (Dâru ihyâi’t-türâsi’l-Arabî), I, 147; II, 101, 291-292; III, 200; IV, 84; W. Rölling, “Eine New Phoenizische Inschrift aus Byblos”, Neue Ephemeris für Semitische Epigraphik, Wiesbaden 1974, II, 1-15; Concordance to the Good News Bible (ed. D. Robinson), Suffolk 1983, s. C418 (giant), C839 (Og); Abdullah Aydemir, İslâmî Kaynaklara Göre Peygamberler, Ankara 1992, s. 49, 54; L. Ginzberg, Les légendes des juifs (trc. G. Sed-Rajna), Paris 2003, IV, 256-260; B. Heller, “Ûc”, İA, XIII, 5-6; R. F. Johnson, “Og”, IDB, III, 591; “Og”, EJd., XII, 1341-1342.



cilt: 42; sayfa: 35
[ÛC b. UNUK - Nebi Bozkurt]
http://www.islamansiklopedisi.info/dia/ayrmetin.php?idno=420034
.


TRABZON OF İLÇESİNİN TARİHİNE DAİR BAZI GÖZLEMLER






Of, XIX. yüzyılda ortaya çıkmış bir sahil kasabasıdır. Bölge tarih boyunca pek çok devletin hâkimiyeti altında kalmıştır. Aynı şekilde yörede çeşitli toplulukların yaşadığına dair izler mevcuttur. Ancak bu gelişmeler hep çevredeki sahada olmuştur. Bugünkü Of’un olduğu yerde XIX. yüzyıla kadar bir yerleşim yeri yoktur. Daha önce Solaklı deresinin denize ulaştığı yerdeki Moroz iskelesi etrafındaki ticaret merkezinden ibaret olan bu yörede XVIII. yüzyılda cami yapılması ile yoğunluk artmaya başlamıştır. Çevredeki köylerden bir gün önceden Cuma namazı kılmak için gelen ahali alışverişini yaptıktan sonra Pazar günü geri dönmekteydi. Bu da onların barınabileceği yer ihtiyacını ortaya çıkardı. Böylece Of kasabasının oluşumu başladı. İskelenin yanı sıra pazar ve mahkeme kurulmasıyla idare yeri haline gelen Of, Osmanlı fethinden sonra özellikle Karamanoğlu, Dulkadiroğlu ve Akkoyunlu hâkimiyetindeki bölgelerden gelen Türkmen unsurlarla kısa sürede İslamlaşmaya başladı. Gürcistan’dan göç eden Kıpçak toplulukları da bölgedeki Türk nüfusu güçlendirdi. Bu gelişmeler sonucunda küçük bir azınlık haline gelen Rum Ortodoksların son temsilcileri mübadeleyle bölgeden ayrılınca, Of’un bugünkü nüfus yapısı ortaya çıkmış oldu.

Anahtar Kelimeler

Of, yerleşim tarihi, kültürel yapı, Rumlar, Türkler, Hristiyanlık, İslamiyet.

SomeObservationsup on theHistory of thetown Of

Abstract

Of is a coastaltownwhichemerged in the 19th century. Theregion has fallenunderthedomination of manystatesthroughoutthehistory. Similarly, therehavebeenseveralindicationsthatshowtheexistence of manycommunities. However, thesedevelopmentsoccuredmainly in theperipheral, andtherewasnosettlementuntilthe 19th century in thepresentlocation of Of. Previously, in thisplacewhichsolelyconsists of a commercialcenterwhere Solaklı reachestheseaaroundMorozquayincreasedthedensity of populationwhen a mosquewasbuilt in the 18th century. ThelocalpeoplefromtheneighbouringvillageswhocametoperformFridayprayersthedaybeforewould do shopphingandgobacktotheirvillages. Thisledtotheneed o of a place at whichtheycouldfind a accomadation. Thustheprocessstarted, whichhelpedthetown of Of toemerge. Thetownwhichbecamethe spot of administrationthroghtheformation of a quay, a market anda courtgotislamisedwiththeTurkishtribescomingfromtheregionswhichareunderthedomination of Karaman, Dulkadirand Akkoyun. TheKipchakgroupthatcamefrom Georgia strenghtenedtheTurkishpopulation as well. As a result of thesechanges, whenthelastrepresantatives of theGreekOrthodoxeswhobecame a minoritylefttheregionduetotheexchange of population, thecurrentstructure ofthetown Of cameout.

KeyWords: Of, thehistory of settlement, culturalstructure, theGreeks, theTurks, Christianity, Islam.

Tarih, geçmişte yaşanmış olanları aslına en yakın bir biçimde aktarma ilmidir. Geçmişte olup bitmiş hadiseleri aydınlatmaya çalışan tarihçi, başta millî ve dinî hisler olmak üzere meseleye objektif yaklaşmasını engelleyen bütün kişisel özelliklerinden arınmaya çalışır. Onun bu işte ne kadar başarılı olduğu, görüşlerini dayandırdığı bilgi ve belgelerle yakından alakalıdır. Tarihi bir inanç sahası olmaktan çıkarmaya gayret eden bütün tarihçiler elde ettikleri bilgi ve belgeleri büyük bir titizlik içerisinde değerlendirdikten sonra takdim eder. Çalışmanın sonunda ortaya çıkan üründe, bazı şeyleri görmezlikten gelme gibi bir hakkı kendinde görmeyen, bazı şeylerin üzerini örterek geçmişte yaşananları kendince kurgulamayan ve bir zamanlar olup bitmiş şeyleri kendince tevil etmeye çalışmayan bir emek varsa önemli bir iş başarılmış demektir. Meseleye bu açıdan bakabilmek tarihî gerçekleri görebilmek için büyük önem taşır.

Sisler Altındaki Karadeniz Tarihi

1827’de J. P. Fallmerayer’in Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi adlı eseri[1] yayımlandığı andan itibaren Karadeniz tarihi yazımında önemli bir gelenek başlamıştır. Aynı zamanda bölge hakkındaki ilk önemli müstakil çalışma vasfına sahip bu çalışmayla birlikte dünya, Karadeniz bölgesinin medeniyet tarihinin Yunanlılarla birlikte başladığını öğrenmeye başlamıştı. Aynı şekilde Karadeniz kıyılarının etnik tarihinde de Yunanlılardan önceki topluluklar kıymete değecek bir iz bırakamamıştı. Bölgede Yunanlılık o derecede köklüydü ki Osmanlılar XV. yüzyılın ortalarında yöreyi ele geçirene kadar hâkim kültür Yunan kültürüydü. J. P. Fallmerayer’in ortaya koyduğu bu esaslar G. Finlay, W. Miller ve A. Bryer gibi bölgeyle ilgili mühim çalışmalara imza atmış bilim adamları olmak üzere kendisinden sonra gelen tarihçiler tarafından o kadar tekrarlandı ki Karadeniz tarihiyle ilgili olarak başvuru eseri mahiyetindeki eserlerin tamamı aynı ana fikir etrafında şekillenmekteydi. Haliyle Türkiye ve dünyada Karadeniz bölgesinin tarihine ait değerlendirmeler de bu bakış açısından esinlenmekteydi. Bugüne kadar yeterince sorgulanmayan bu bakış açısı kamuoyunda hurafe haline dönüşmüş pek çok bilgiyi Karadeniz tarihinin bir parçası haline getirmiştir. “Karadeniz bölgesinin ilk yerleşimcileri Yunanlılar mıydı?”, “Bölgedeki yer isimleri Yunanca mı?”, “Türkler Karadeniz bölgesine ne zaman yerleşmeye başladı?”, “Karadeniz bölgesinin kültür dokusunu nasıl tarif etmek gerekir?” gibi pek soru günümüze kadar başta tarihçiler olmak üzere pek çok sosyal bilimcinin cevabını aradığı sorular olarak günümüze kadar tartışılagelmiştir. Bununla birlikte 1827’den 1940’lı yıllara kadar Karadeniz tarihi yazarlarının büyük ölçüde batılı bilim adamları olması, meselelerin onların seçtiği kaynaklar gözüyle aydınlanmasına sebep olmuştur.[2] Haliyle dünyadaki Karadeniz tarihiyle ilgili algılamalar da onların sınırlarını belirlediği ölçüde ortaya çıkmıştır. Of tarihi de bu tartışmaların etrafında yazılırken, yazılanların pek çoğu yukarıdaki algının bir sonucu olarak refleks halinde tekrarlanan sözlerle sınırlıdır. Ancak 1827’den günümüze Karadeniz tarihi hakkında bulunan belge ve bilgilerden hem Fallmerayer’in çalışmasında hem de akabinde hazırlanan incelemelerde ortaya çıkan tarih görüşünün büyük ölçüde düzeltilmesi gerektiği anlaşılmıştır.

Karadeniz tarihinin ve dolayısıyla Of tarihinin ilk kısmı spekülasyona çok açık bir dönemdir. Bu devirle ilgili kaynaklarda anlaşılması ya da tanımlanması güç pek çok bilgiye rastlamak mümkündür. İlkçağ tarihçilerinin pek çoğunda rastlanan gerçeklerle mitolojinin birbirine karışması halini bölgeyle ilgili bilgilerin önemli kısmında görmek mümkündür. Aynı şekilde pek çok kaynakta yer alan muğlâk ifadeler sebebiyle herkes kendi penceresinden meselelere yaklaşmaya çalışınca tam bir bilgi kirliliği ve yorum farklılığı ortaya çıkabilmektedir. Bu puslu atmosfer altında gerçeklere ulaşmak çok çaba gerektiren bir iştir. Of tarihiyle ilgili hazırlanmış eserler içerisinde ticari maksatlarla hazırlanmış olanların ve bilimsel kılıklı propaganda kitaplarının küçümsenmeyecek bir sayıda olması ise gerçeklere ulaştırmayı daha da zorlaştırır. “Of’un kurucuları ve ilk yerleşimcileri kimlerdir?”, “İlkçağda bölgede bulunan topluluklar hangi kimlerdi?”, “Of tarih boyunca hangi devletlerin hâkimiyeti altında kalmıştır?” gibi ilk döneme ait konuların yanı sıra “Of’ta Osmanlılardan önce bir Rum imparatorluğu mu vardı?”, “Of’ta Osmanlılardan önce yaşayanlar kimlerdi? Onlara ne oldu?”, “Of’ta İslamiyet nasıl yayıldı?” gibi pek çok popüler soru da tarihçilerin karşısına sıkça çıkmaktadır. Bu yazıda, bir makale ölçeğinde Of tarihiyle ilgili bazı meselelere tarihî kaynaklardan bakma amacı güdülmüştür.

Of’un Kuruluşu

Of, XIX. yüzyılda ortaya çıkmış bir sahil kasabasıdır. Bu tarihten önce Solaklı deresinin denize ulaştığı yerde bulunan Moroz iskelesi civarında bir ticari yoğunluk vardı. Ancak bugünkü Of kasabasının olduğu yerde bir yerleşim yerinin ortaya çıkması 1653’ten sonraki elli yıl içerisinde başlamıştır. Civar köylerden Perşembe gününden Moroz’a gelen Müslüman ahali, buraya yapılan camide Cuma namazı kılmak ve alışveriş yapmak için perşembeden pazara kadar 3-4 gün boyunca burada kalmak zorundaydı. Böylece bölgede büyük bir nüfus hareketliliği oluşmaya başladı. İhtiyaca cevap vermek için köylülerin kalabileceği mekânlar kurulmaya başlandı. XVII. yüzyılın ortalarına ait cizye defterlerinde Moroz’da sürekli iskânın varlığını gösteren kayıtlar vardır. XVIII. yüzyılda Baltacı deresi kenarındaki Kıyıcık’ta da bir pazaryeri ortaya çıkmışsa da kaza mahkemesinin kurulmasıyla birlikte Moroz resmen merkez haline geldi. XIX. yüzyılın sonlarına doğru Moroz adı unutularak şimdiki yerinde Of kasabası oluştu.[3]

Of kasabasının oluşumu XIX. yüzyılın sonlarına dayansa da bölgenin yerleşime açılması daha eskidir. Kaynaklar ilkçağdan itibaren Of’un çevresindeki belirli merkezlerde yaşayan topluluklardan bahseder. Ancak bölge tarihinin ilk dönemleri kaynaklardaki belirsizlikler sebebiyle tam olarak açıklığa kavuşturulamamaktadır. Devrin kaynakları Trabzon kolonisinin ihtişamı karşısında çevredeki küçük yerleşim birimlerine çok fazla ilgi göstermez. Çeşitli eserlerde yer alan bölük pörçük bilgiler de bölgenin erken devirlerini tam olarak aydınlatmaya yetmez. Buna rağmen pek çok araştırmacı ve yazar Of’un ilk dönemiyle ilgili ayrıntılı tasvirler yaparken bu görüşlerini sağlam temellere dayandıramamaktadır. Haliyle şehrin ilk yerleşimcilerinin kim olduğu, hangi tarihte kurulduğu gibi konularda yaygın görüşlerin çoğunun tarihî kanıtı zayıftır. Çünkü bölgenin ilkçağdaki durumu ağır bir sis perdesi altındadır. Kaynaklar kolonizasyondan sonra Of’tan bahsetmeye başladığı için bu devirden öncesi için çok bir söz söyleme imkânı yoktur. Haliyle pek çok mesele karanlıkta kaldığı için yazılanların çoğu kuvvetli tahminden öteye geçmez. Bazı tahmin ya da tespitler o kadar sık tekrarlanır olmuştur ki kamuoyunda bunlar doğru kabul edilmeye başlanmıştır.

Genellikle bilindiği gibi Of’un ilk yerleşimcileri Yunanlılar değildir. Çünkü pek çok eserde anlatıldığı üzere Of’un kurucusu olarak gösterilen koloniciler Yunanistan’dan değil Batı Anadolu’dan, Miletos şehrinden bölgeye gelmişlerdir. Karadeniz’in güney kıyılarında ilk ticaret kolonilerini kuranların büyük kısmı Miletosludur. Dolayısıyla şehrin kuruluşunu Yunanlılara bağlayanlar hata yapmışlardır. Diğer yandan kaynaklar kolonicilerden önce de bölgede yaşayanlar olduğuna dair açık bilgilerle doludur. Sadece Miletoslulardan önce bölgeye yerleşenler ilçenin daha sonra geliştiği Moroz ve çevresine değil de güneydeki vadilere yerleşmiştir. İlkçağ kaynakları bu vadilerde yaşayan, Yunanca konuşmayan pek çok farklı topluluktan bahseder.[4]

Of’un günümüzdeki yeri ticaret merkezi olması açısından çok elverişlidir. Güneydeki yolların sahille birleştiği noktada bulunan bu değiş tokuş merkezi sayesinde deniz yoluyla getirdikleri malları güneydeki kırlık kesimde yaşayan topluluklara kolayca satabilen koloniciler, Of’ta, Trabzon’un çevresindeki ticaret merkezlerinden birisini daha inşa etmişlerdir. Of’u cazibe merkezi haline getiren en önemli özelliği, Bayburt’un denize en kısa bu yolla ulaşmasından kaynaklanır. Dolayısıyla Trabzon’un güneyindeki dağlık kesimdeki yerleşim yerlerinin sahildeki ticaret kolonilerine en kısa sürede ulaştığı yolların başında Of’a varan yol gelir.[5] Of limanının çok uygun olmaması sebebiyle gemilerin Solaklı, Ortapazar, Eskipazar ve Aspet’te durakladığını yazan Bıjışkyan, Solaklı önünde, denize yakın, kuleli eski bir kalenin varlığından da bahseder.[6] İşte bu değiş tokuş merkezinin etrafında, bugünkü Of şehri ortaya çıkmıştır. Bölgedeki toplulukların yerleşim tercihlerini etkileyen sebeplerin başında geçim kaynaklarının farklı olması gelir. Koloniciler tamamen ticaret yapmak için bölgeye gelen unsurlar olduğu için sahile yerleşmeyi tercih ederken yörenin yerlileri olan topluluklar tarım ve hayvancılıkla geçindiği için daha iç kesimlerde yoğunlaşmıştı. Ancak bu tercih, Of’u kolonicilerin kurduğu anlamına gelmez.

Romalılar devrinde Of, 130’lu yıllarda imparatorluğun doğu sınırını oluşturmaktaydı. Roma İmparatorluğu’nun doğuya doğru ilerlemesi neticesinde bölgedeki siyasi unsurlar bir bir ortadan kaldırılırken yöredeki topluluklar da bağımsızlığını kaybetmekteydi. Bunun sonucu olarak bölgede sadece siyasi bakımdan değil kültürel açıdan da büyük bir değişim meydana gelmekteydi. Kapadokya valisi Arrianus’un imparatoruna sunduğu rapordan anlaşıldığı kadarıyla Of deresi, Romalılarla bölgenin yerli toplulukları arasında hudut haline gelmişti.[7] Sınırın öte yakasında hala Romalıların hâkimiyetine girmemiş topluluklar yaşamaktaydı. Of’tan başlayıp Batum’a kadar uzayan sahada küçük yerli denizci kabileler vardı. Krallarının sarayı Furtuna deresinin ağzında bulunan Heniokhisimli bu kabilelerin güneyindeki dağlık kesimde ise Makhelon kabilesi yaşamaktaydı.[8] Böylece kolonizasyondan önce bölgede var olan kabilelerin Roma hâkimiyeti devrinde de yedi asırdan fazla bir süredir bölgede mevcudiyetini devam ettirdiği de ortaya çıkmış oldu.

Of adının Yunanca Ofis’ten geldiği ve yılan gibi anlamına geldiği kentle ilgili pek çok kitapta geçer. Ancak Karadeniz bölgesindeki yer isimleri üzerine çalışan muteber bilim adamları bu görüşe katılmamaktadır. Onlara göre bütün sahil şeridinde adının kökeni olan üç büyük yerleşim yeri vardır: Tripolis (Tirebolu), Athena (Pazar) ve Pavraea (Bafra).[9] Dolayısıyla Of isminin Yunanca kökenli olma ihtimali yeniden düşünülmelidir. XIX. yüzyılın ortalarında oluşmaya başlayan bir kasabaya antik dönemden kalma bir ismin verilmesi pek mümkün gözükmemektedir.

Tarih Boyunca Of’a Hâkim Olan Devlet ve Topluluklar

Trabzon ve Of’ta ilk hâkim olan devlet ve toplulukların kim olduğu meselesi karanlıktır. Hititlerin, Gaşkaların ya da Asurların bölgeye yayıldığı konusunda çeşitli rivayetler bulunsa da bunların gerçeklik payı azdır. Aynı şekilde Etrüsklerle irtibatlandırılan Pelaksların buradaki varlığı da aydınlığa kavuşmamıştır. Ancak Orta Asya’dan bölgeye göç eden topluluklarla birlikte tarih kaynakları da hem Doğu ve İç Anadolu’dan, hem de Doğu Karadeniz, Trabzon ve çevresinden bahsetmeye başlar. Bunlar, MÖ. VIII. yüzyılda Orta Asya’yı terk edip Anadolu’ya, oradan da kuzeye yönelerek Doğu Karadeniz’e hâkim olan Kimmerlerdir. MÖ. VII. yüzyılda Kimmerleri takiben Anadolu’ya ve Karadeniz bölgesine gelerek onları Kırım ve çevresine çekilmek zorunda bırakan İskitler de Orta Asyalı bir topluluktu.[10] Bu iki topluluk dolayısıyla bazı batılı bilginler Doğu Karadeniz bölgesinin en eski ahalisinin Orta Asyalılar olduğunu yazar. Of tarihi için bu kısım en ihmal edilen yerlerden birisidir. Of’un kuruluşunu kolonicilik dönemine bağlayanlar bu unsurların bölgeye hâkim olduğunu görmezlikten gelme gibi bir eğilim içindedir ki bunun ilmî bir karşılığı yoktur.

Miletosluların Of’ta koloni kurması İskit hâkimiyeti sırasındadır. Batı Anadolu’dan bölgeye gelen bu tüccar grup MÖ. VII. yüzyılda başlayan Med idaresine girdi ve bu devir yaklaşık elli yıl sürdü. MÖ. VI. asır ortalarında ortaya çıkan Pers hâkimiyetiyle birlikte yaklaşık üç yüz yıl boyunca Of, İranlıların denetiminde kaldı. MÖ. 334’te Makedonyalı İskender bölgedeki Pers egemenliğine son verdi, ancak kısa süre sonra ölümü üzerine valilerinden İran kökenli Mihridates, bölgeye hâkim oldu. Tarihe Pontus Krallığı olarak geçen bu devlet aslında İranlılarındı ve Romalılara karşı bölgeyi savundu.[11] Ancak MÖ. 66’da Romalıların bölgeyi ele geçirmesini önleyemediler.[12] 395’ten sonra Doğu Roma yani Bizans İmparatorluğu’nun idaresinde kalan bölge, 1204’te İstanbul’un Haçlıların eline geçmesinden sonra Komnenosların idaresine girdi.

XIII. yüzyıl başlarında Doğu Karadeniz bölgesinde hâkimiyet tesis eden Komnenoslar, Kastamonu kökenli bir aile olup askeri asalet sınıfına mensupturlar. 1081’de başlayan ve 1185’e kadar devam eden süreçte kesintisiz olarak Bizans İmparatorluğu’nu idare etmişlerdir. 1204’te IV. Haçlı seferi sırasında Latinler İstanbul’u ele geçirerek yönetime el koymuşlardı. Oluşan büyük karmaşada, Komnenos ailesine mensup iki genç, Aleksios ve David, Gürcistan’a kaçarak akrabaları Kraliçe Tamara’nın (1184-1212) yanına gitmişti. Kafkasya’nın önemli gücü haline gelen Gürcüler, Erzurum’un kuzeybatısını hâkimiyeti altına almak isteyen istemekte ve bunu yapabilecek müttefik bir unsur aramaktaydı. Onun için Komnenos kardeşlere verdiği askerî destekle onların Nisan 1204’te Trabzon’u ele geçirip buradan Karadeniz Ereğlisine kadar olan bölgeye hâkim olmalarını sağlamıştır. Böylece tarihte Trabzon Rum Devleti olarak bilinen siyasî teşekkül ortaya çıkacaktır. Pek çok kaynakta imparatorluk olarak anılsa da siyasî, ekonomik ve askerî sebeplerden bu nitelemenin gerçeği yansıtmadığı açıktır. Tarihin hiçbir döneminde dar bir kıyı şeridinde, en geniş sınırlarına ulaştığı zamanda Samsun ve Sinop kent merkezleri hariç olmak üzere 6 şehre hâkim bir imparatorluk var olmamıştır. Ortaya çıkışından sadece 10 yıl sonra Selçukluların yüksek hâkimiyetini tanıyarak bağımsızlığını kaybeden ve Selçuklularla yaptıkları anlaşma icabınca 4 şehri idare etmelerine izin verilen Komnenoslar, XIV. yüzyılın başlarından itibaren sadece Giresun ve Trabzon’a hâkimdi. Komnenosların bir başka devleti ilhak edip bünyesine katarak siyasî güç bakımından imparatorluğu çağrıştıracak derecede genişlemesi söz konusu olmamıştır. Komnenos ordusu paralı askerlerden oluşan ve emsali kuvvetler içerisinde en etkisiz olanlardan birisiydi. Ekonomik bakımdan ise Moğolların farz ettiği gibi bazı ticaret merkezlerini idare eden bir siyasî teşekkül olarak kabul edilebilirlerdi.[13] Of’un 1204’ten sonra denetimi altına girdiği ve yaygın olarak Rum imparatorluğu olarak bilinen hâkimiyet böylece ortaya çıkmıştır. 15 Ağustos 1461’de Fatih’in Trabzon’u fethetmesi, akabinde de Of’un Osmanlı topraklarına dâhil olmasıyla bu dönem sona erdi.

Of kronolojisine genel bir bakış bile bazı hususların bugüne kadar ihmal edildiğini gösterir. Of’un tarihini kolonicilerle başlatan görüşün doğruyu yansıtmadığı açıkça ortaya çıkarken Yunanlılardan evvel bölgede Orta Asyalı toplulukların olduğu tarihen sabittir. Romalılar ve Makedonyalılar hâkimiyeti sırasında bölgede Yunan ve Bizans kültürü yayılmaya başlamıştır. Doğu Roma İmparatorluğu’nun VI. yüzyılda bölge halklarını devlete bağlamak için Hristiyanlığı resmî din, Grekçeyi de ibadet dili haline getirmesinin bu yayılmada önemli bir rolü vardır. Bir Bizans tarihçisinin ifadesiyle Romalıların tanrısını ve imparatorunu tanıyan farklı kökenden topluluklar böylece İranlılardan uzak duracaktı.[14] Ancak bu devirden sonra kaynaklarda Karadeniz bölgesinin yerlileri olarak geçen toplulukların ismi anılmaz olmuştur. Demek ki bu topluluklar bir süre sonra dil ve dinlerini değiştirmenin tesiriyle kimliklerini yitirerek başka bir isim altında yaşamaya başlamıştır. Bu isim, Arapların Roma vatandaşı anlamında kullandığı Rum’dur. Hem koloniciler hem de o devirden beri bölgede yaşayanlar Ortodoksluk potasında erimiş ve ortaya Rum adı verilen karışım çıkmıştır. Bugün yaygın olarak kullanıldığı üzere Rum ve Yunanlı kavramları birbirinin aynı şeyler değildi.

Roma ve Bizans devirlerinde bölgede yaşanan değişimin Mihridates ve Komnenos egemenlikleri için geçerli olduğunu söylemek mümkün değildir. Bunlar daha çok yerli unsurlara dayanarak var olmuş ve Romalıların bölgede nüfuz kurmasını engellemiştir. İranlılar kendi güçlerinin yanı sıra bölgedeki halkların da desteğiyle Romalılarla mücadele etmişlerdir. Komnenoslar zamanında ise İstanbul’dan gelen ve Bizans yanlısı olan Skolarlı grubu hükümdarın yakın çevresini tutarken Mezokaldiyalılar isimli yerlilerin önde gelenlerinden oluşan bir grupla iktidar mücadelesi yapmaktaydı. Bu ikincisi daha çok geniş toprak sahipleriydi ve halk üzerindeki etkilerinin yanı sıra zaman zaman devletin üst düzey mevkilerini ele geçirmeyi de başarmaktaydı. Bunların etkili olduğu zamanlarda Komnenos hükümdarları daha bağımsızlık yanlısı bir tutum izlerken diğerlerinin ağırlığı hissedildiğinde ise İstanbul’la ilişkiler gelişmekteydi.[15] Dolayısıyla bu dönemi önceki devirle bir tutmak çok doğru değildir. Aynı şekilde Komnenosların kurduğu devlet hakkında kamuoyunda oluşan imparatorluk algısı ise gerçeği yansıtmaz. Yukarıda açıklandığı üzere bu siyasî teşekkül Osmanlılar çağındaki orta büyüklükteki bir beylik gücündedir. Of tarihiyle ilgili bu gerçekler göz önünde bulundurulursa bölgenin tarihini daha doğru anlamak mümkündür.

Türklerin XV. yüzyıl ortalarına kadar neden Of’u almadığı pek çok açıdan cevaplanan bir sorudur. Ancak işin aslı şudur: XI. yüzyılın sonlarında yani Malazgirt zaferinden itibaren Anadolu’ya gelen Türkler konar-göçer yani yarı göçebedir, hayvancılıkla geçinmektedir ve kalabalık hayvan sürülerini besleyip barındırabilecekleri geniş otlaklara ihtiyaç duyarlar. Ayrıca rutubetli yerlerde yaşamaktan pek hoşlanmazlar. Of’un güneyindeki dağların ötesinde bu tür yerler mevcuttur ve oralar Of’un alınmasından dört asırdan daha fazla bir zamandır Türklerin elindedir. Bayburt’a yerleşen bu Türkmen grupları Of’un yüksek kesimlerini yaylak olarak kullanırken Of’a yerleşmeyi tercih etmemişlerdir. Osmanlıların bölgeyi ele geçirmesi ise Anadolu’da siyasî birliği sağlama politikasının bir zaruretidir. Osmanlı iskânından sonra bölgeye gelenlerin yerleştiği yerlerin kentin güneye uzanan yüksek kesimleri olması, Of’a yerleşen ilk Türkmenlerin sahile yerleşmede isteksiz davrandığını ve hayat tarzlarına uygun gördükleri yerleri tercih ettiklerini gösterir.

Of’ta İslamiyet’in Yayılması

1461’de Trabzon’un II. Mehmed tarafından fethedilmesiyle birlikte bölgede İslamiyet hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır. Bu yayılmanın en önemli sebebi, Osmanlı devletinin iskân politikası çerçevesinde ülkenin çeşitli yerlerinden getirilen Müslüman Türk unsurların Trabzon’a yerleştirilmesidir. Genellikle Osmanlı muhalifi bölgelerde yaşayan ahali Trabzon ve çevresine yerleştirilerek aynı anda iki amaca ulaşılmaktadır: Bir tarafta muhalif unsurların belirli bölgelerdeki yoğunluğu azaltılarak onların potansiyel tehdit olmaktan çıkmaları sağlanmakta, diğer taraftan yeni fethedilen yerlerdeki İslam nüfus artırılmaktadır. Bu siyaset 1461’den sonra Trabzon ve çevresinde de uygulanarak kısa sürede bölgede Müslümanların çoğunluk haline gelmesi sağlanmıştır. Bununla birlikte bazı araştırmacı ve bilim adamlarının yaptığı çeşitli çalışmalarla bölgede yoğun bir din değiştirme olayı yaşandığı sonucuna ulaşılarak Müslüman nüfusun artışı, Rumların Hristiyanlığı terk ederek İslamiyet’e geçmesine bağlanmaktadır. Günümüze kadar bu bilgiyi esas kabul eden pek çok kişi de kamuoyunda yaygın düşünce haline gelmesini sağlayacak şekilde aynı düşünceyi tekrarlamışlardır. Oysa gerçek oldukça farklıdır. Açık bir biçimde söylemek gerekirse Of’ta Rumların yaşadığı yerleşim yerlerine ait hem Osmanlı hem de Rum kayıtlarına bakıldığında, kitlesel bir din değiştirme örneğine rastlamanız mümkün değildir. Bir başka deyişle ilçe, köy, nahiye ya da mahalle bazında Rumların topluca din değiştirdiği bir yere rastlamanız imkânsızdır. Bunun propagandasını yapanlar somut olarak bir yerleşim yeri ismi veremezler çünkü bunu yapsalar hem Osmanlı kaynaklarından hem de diğer kaynaklardan böyle bir şeyin gerçekleşmediği açıkça ortaya çıkacak, onların propaganda malzemeleri de ellerinden alınacaktır. Bölgede kimlik çatışması oluşturmaya çalışanlar aynı iddialarını tekrar etmeye devam edebilir, ancak bunlarla ilgili sunacakları bir kanıtları olmadığı için bu iddiaların tarihi açıdan ciddiye alınır bir tarafı olmadığı açıktır.

Of’a ilk olarak yerleşen Müslümanlar, asker olarak bölgeye getirilenlerdir. 1515 yılına ait tahrir defterlerinde Of’ta İslam dinine mensup olanlar şehre güvenlik için getirilen askerlerdi.[16] XVI. yüzyıl boyunca kurulan yeni köylere Müslüman ahali yerleştirilmeye başlanmasıyla Of nüfusundaki değişim de başladı. Solaklı deresinin doğusundan Eskipazar’a kadar olan kıyı şeridi ile güneyde Hayrat, Pınarca, Geçitli köyü ve Yeniköy’e ulaşan mıntıka Müslüman Türk yerleşimine açılır. Zaten buranın daha üst kesiminde yaylalar başlar.[17]1486’da yapılan tahrirde 30 köyü bulunan Of’ta Müslüman Türk unsurların yerleştirilmeye başlanmasından sonra büyük bir nüfus artışı olduğu görülür. 1681’de yerleşim alanının 91 köye ulaşması bu artışın ilk göstergesidir.[18]Bir yandan bölgeye Müslüman-Türk ahali yerleştirilirken diğer taraftan da Of’taki Hristiyanlardan bir kısmı İslamiyet’i benimsemeye başladı. Osmanlı sistemi içerisinde din değiştiren kişilerin açık kimliği, yaşadığı yer, Müslüman olduktan sonra aldığı isim gibi çeşitli özellikleri kadılıklarda bulunan ihtida defterlerine kaydedilir. Of ve çevresinde Hristiyanlığı terk ederek İslamiyet’i benimseyen fertlerle ilgili olarak bu kaynaklardan istifade edilebilir ve H. Umur’un yaptığı çalışmalarla bölgede din değiştirme meselesini büyük ölçüde halletmiştir.[19] Bu çalışmalar dikkatle incelendiğinde görülecektir ki Of ve çevresinde insanlar birbirinden çok farklı zamanlarda bireysel olarak müftülüklere müracaat ederek din değiştirme isteklerini beyan etmişler ve düzenlenen belgelerle resmen İslamiyet’e mensup olmuşlardır. Ancak propagandası yapıldığı ya da sanıldığı gibi bir köy veya mahalle ahalisi müftülüğe müracaat ederek din değiştirmemiştir.

Of’taki Hristiyanlara mahsus bir konu yıllarca dikkatten kaçmış, ancak Trabzon’la ilgili kilise arşivlerinin çözümlenmesiyle uzun zaman sonra da olsa önemli bir gerçek ortaya çıkmıştı. Türkiye’de bu arşivleri inceleyecek uzmanların yokluğundan, son dönemde ortaya çıkanların da meseleye ilgisizliğinden dolayı yıllarca karanlıkta kalan pek çok gerçek, orta dönem Grekçe bilen araştırmacılar tarafından aydınlatıldı. Bu konu Of’taki Hristiyanların milliyeti meselesiydi. Osmanlı belgelerinde milliyete vurgu yapılmadığı için Rum Ortodoks olarak bilinen bu topluluk köken itibariyle Yunanlı veya Yunanlılıkla bağlantılı kabul edilmekteydi. Ancak başta A. Bryer, G. Nakrakas, R. Shukurov gibi araştırmacıların özeni sayesinde mesele günümüzde aydınlanmaya başlamıştır. Bölgedeki kilise kayıtlarını inceleyen G. Nakrakas, Of’taki Hristiyanların büyük bir kısmının Rumca isim taşımadığını fark etmişti. Dikkatini bu konu üzerine yoğunlaştıran Yunan araştırmacı, Solaklı ve Büyükdere vadilerinde, nüfusu 10.000 ile 12.000 aileden oluşan Hristiyan ahalinin tamamının Türk olduğunu anlamıştır. Osmanlıların bölgeye hâkim olmasından sonra da aynı bölgede varlığını devam ettiren bu grup, XVII. yüzyıldan itibaren İslamiyet’i benimsemeye başlamıştı.[20] G. Nakrakas’ın ortaya çıkardığı 60.000 civarındaki nüfusa sahip Türklerin Osmanlılardan önce Of ve çevresine nasıl yerleştiği sorusu ise konuyla ilgili araştırmalar geliştikçe daha anlaşılmaya başlandı. Aşağıda belirtileceği üzere bölgedeki yer isimleriyle ilgili çalışmalar sayesinde Osmanlılardan önce Hristiyan Türklerin, Trabzon ve doğusuna kalabalık gruplar halinde yerleşmeye başladığı ortaya çıkmıştır. Aynı dönemde Maçka ve çevresine yerleşen Türkler, bölgedeki Hristiyanların büyük bir kısmını oluşturmaktaydı.[21] Bundan açıkça anlaşılabileceği üzere Of’taki Hristiyanlar kendilerine mahsus bir yerleşim sahası oluştururken Maçka’dakiler, diğer milliyetlere mensup Hristiyanlarla bir arada yaşamaktaydı. Diğer taraftan, Rum teriminin etnik olarak Ortodoksluk potasında erimiş farklı toplulukların oluşturduğu bir karışım olduğu yönündeki tespitin en güzel örneklerinden birisi Trabzon’dadır.

XIII. yüzyıl başlarında ortaya çıkan Komnenos hâkimiyeti sırasında Artvin-Rize-Trabzon arasına yoğunlaşmaya başlayan Hristiyan Türkler, Osmanlı hâkimiyetine kadar belirli bölgelerde çoğalmışlardı ki bunlardan birisi de Of-Çaykara havalisiydi. Bu Hristiyan Türk grubu Kıpçaklardı ve yüz yıldan fazla bir zamandır Gürcistan’da yaşamışlardı. Gürcü krallığının yeniden bağımsızlığını kazanmasında büyük pay sahibi olan, hazine sorumluluğu ve başkomutanlığını ele geçirecek kadar da devlete nüfuz eden Kıpçaklar, bu ülkedeki siyaset değişikliği sonucu gözden düşünce yukarıdaki bölgeye göç etmeye başlamışlardı.[22] Karadeniz tarihine ait ciddi çalışmalarıyla tanınan M. Bilgin, bir aileden yola çıkarak Hristiyan Türklerin Of’a nasıl yerleştiğinin hikâyesini çok açık bir biçimde ortaya koymuştu. Kıpçak kökenli bir ailenin Gence-Karabağ’a yerleşmesi oradan da XIV. yüzyılın sonlarında Rize-Trabzon arasına göçleri ana fikri üzerinde şekillenen bu eser, Sarallar’ı özne yaparak Kıpçakların Of’a gelişinin izini sürmekteydi.[23] İşte bu grup, kitle halinde İslamiyet’i benimseyen bir topluluk olarak kayıtlardaki yerini almıştır. Bu ailenin yanı sıra Kıpçaklardan kalan Of ve çevresindeki yerleşim yeri isimleri başka grupların da yöreye yerleştiğini gösterir. Of kazasındaki Gorgora, diğer ismiyle Bacan köyü de bir Kıpçak oymağı olan Beçene/Becene’lerden gelmektedir. Yine Of’taki Balaban köyü de Kıpçaklarda şahıs adı olan Balaban’dan kalmadır.[24] Bugünkü Barış köyünün Komarlar anlamına gelen Komarit ismi de Kıpçak oymaklarından birisi olan Kumar ya da Komar oymağından ismini almıştır.[25]

Osmanlı öncesi dönemde Trabzon ve çevresindeki Hristiyan Türk varlığı Of ile sınırlı değildir. Büyük kısmını Kıpçakların oluşturduğu Hristiyan Türkler, genel olarak Gürcistan üzerinden Karadeniz bölgesine göç etmişlerdi. Bunlardan bir kısmı Komnenosların hizmetine girerken bir kısmı da bağımsız hareket etmekteydi. Birinci grup daha çok Trabzon’un güvenliğiyle ilgili stratejik merkezlerde yoğunlaşırken ikinci grup hayvancılıkla geçindiği için özellikle konar-göçer hayata elverişli belirli bölgelerde toplanmıştı. Maçka bölgesindeki Hristiyanların yarısından fazlasını oluşturan Türkler ilk gruba dâhil edilebilirken Of’takiler daha çok ikinci gruba mensup olmalıdır.

Of’ta İslamiyet’in yayılma dönemi hakkında kaynaklara yansıyan bir olağanüstülük yoktur. Tarihî kayıtlarda İslam ve Hristiyan cemaatleri arasında bir çatışma ya da olumsuzluk olduğuna dair iz bulmak mümkün değildir. Ancak Of’un simgeleri arasında ön planda olan dinî kurumlar kentin bölgedeki konumunu değiştirmiştir. Of medreseleri sadece Trabzon ve çevresinde değil bütün ülkede ünü duyulan eğitim kurumları haline gelmiş, buradan yetişen din adamları tarihte büyük izler bırakmıştır. Bu safhada Of’ta İslamiyet’in yayılması anlatılırken ilk akla gelen bir meseleye de temas etmek gerekir: Maraşlıların Of’ta İslamiyet’i yayma konusu halk arasında efsane haline gelmiş ve bölgeyle ilgili eserlerde de kayıt altına alınmıştır. Şehirdeki yaygın bir inanışa göre Maraşlı Şeyh Osman Efendi ve kardeşleri Of ve çevresinde İslamiyet’i yaymaya başlamışlardır. Osman Efendi Paçan’da, Hasan Efendi Eskipazar’da, İlyas Efendi de Yente’de faaliyet göstererek buradaki halkı İslamlaştırmıştır.Bu kişiler muhtemelen Maraş ve çevresinden Trabzon’da zorunlu iskâna tâbi tutulan Dulkadiroğlularından bir gruba mensuptur. XV. yüzyıldan sonra bölgeye gelen pek çok boy ya da oymak gibi Dulkadirli topluluğu da Osmanlı Devleti’nin rakibi olan beyliklerden birisinin insan gücüydü. Osmanlı bunları Trabzon’a yerleştirmekle bir yandan rakiplerinin nüfusunu azaltırken diğer taraftan yeni fethettiği yerlerdeki Müslüman nüfusu artırmaktaydı. Ancak Osmanlıların bölgedeki Hristiyanları Müslümanlaştırmak gibi bir sistemi yoktu ve bunun için de birilerinin görevlendirildiğini düşünmek tarihî gerçeklere çok uymaz. Osman Efendi ve kardeşleri burada İslamiyet’i yaymayı kendisine görev olarak kabul etmiş olabilir. Ancak onların gelişinden sonra bölgedeki Hristiyanların İslamiyet’i benimsediğine dair Osmanlı belgelerine yansıyan bir kayıt yoktur. Bu sebeple Osman Efendi ve kardeşlerini bölgedeki Müslümanların inançlarını ve dini bilgilerini kuvvetlendiren kişiler olarak görmek daha uygun olur.[26]

Of’un Kültür Dokusu

Of’un kültür dokusu pek çok araştırmacının ilgisini çeken bir konu olmuştur. Bazı araştırmacılar Oflu kimliğini oluşturan o kadar alt başlık sıralamaktadır ki bu yüzden Ofluları ayrı bir etnik grup olarak tanımlayan kişiler bile çıkabilmektedir. Oysa tarihi olarak bölgede yaşayanların izini sürmek çok kolaydır. Of’ta hâlihazırda yaşayanlarca da gayet iyi bilinen bu iz sebebiyle kentte herhangi bir kimlik problemine rastlanılmaz. Yukarıda bahsedildiği üzere kentte ve çevresinde yaşayanların önemli bir kısmı fetihten sonra buraya getirilen sülalelerin fertleridir. Esas itibariyle Of ve çevresine yerleştirilenlerin büyük bir kısmı Konya ve Maraş’tan göç ettirilen gruplardır. Böylece Karamanoğulları ve Dulkadirlilerin bu bölgedeki yoğunluğunu azaltan Osmanlı idarecileri, diğer taraftan da ülkesine yeni katılan Trabzon’daki Müslüman nüfusu artırmaktaydı. Bölge halkının sözlü geleneklerinde yüzyıllardır yaşatılan bu göç olayı hala toplumun hafızasında sıcaklığını korur. Tellioğlu, Karahasan ya da Mollaoğlu ailesine mensup olanlar Karaman’dan bölgeye göç eden Oğuzlar olduğunu bildikleri gibi Çakıroğulları, Bayramoğulları, Tabanoğulları da Osmanlıların en önemli rakiplerinden Akkoyunlulardan geldiklerini bilmektedirler.Dulkadiroğullarından gelen Fettahoğlu, Maraşlıoğlu, Hacıfettahoğlu, Çolakoğlu gibi aileleriçerisinde Maraş’tan bölgeye göç ettiklerini bilmeyen yoktur.[27] Bu birkaç örnek bile bölgenin kültür dokusunu gözler önüne sermeye yeter. İlave olarak Osmanlılardan önce bölgede bulunan Kıpçak ailelerle birlikte Of’un kimlik yapısı tamamlanabilir. Günümüzde aile yapısının feodal yapıyı andırabilecek düzeyde güçlü olması sebebiyle bölge ahalisi, soy ve kültür köklerinin farkında olup bunları yaşatma hususunda oldukça hassastır.

Trabzon’da yaklaşık bin yıl etkili olan Ortodoks kültürün izlerine bölgede hâlâ rastlamak mümkündür. Özellikle küçük yerleşim yerlerinin eski adları yörede bugün de bilinir. Halk nazarında bunların kullanılması bölgenin bugünkü kimliğine yönelik bir tehdit olarak algılanmaz. Ancak Ortodoksluğun yörede yaşayan bir izi olan Rumca, çeşitli tartışmaları da berberinde getirmektedir. Trabzon’daki çift dillilik meselesi, özellikle yabancı araştırmacılar tarafından yanlış anlaşılan bir konudur. Osmanlı toplumunun sosyal dokusunu yeterince kavrayamayan, Doğu Karadeniz iskân tarihini bir bütün halinde göremeyen ve bölgede cemaatler arası ilişkileri derinden takip edemeyen bazı araştırmacılar, Rumcanın yöredeki varlığını etnik kimlikle bağdaştırmaktadır. Böylece dil/kültür/kimlik ekseninde yoğunlaşan bazı tartışmalar ortaya çıkmaktadır. Ancak gözden kaçan husus, Hristiyanlığı benimseyenlerin hangi bölgede o dini benimsediyse o kilisenin ibadet dilini öğrenmesi zorunludur. Nasıl Arnavutluğun güneyinde yaşayan Arnavutlar Hristiyanlığı benimseyip Yunan kilisesine bağlandıktan sonra Yunanca öğrenmişse ve orada Yunan kültürünün izleri fazlaysa[28] aynı durum Karadeniz bölgesinde Hristiyanlığı benimseyen Türkler için de geçerlidir. Bölgenin hemen doğusunda Gürcistan’da Hristiyanlığı kabul eden Türkler Gürcü kilisesine bağlandıkları için Gürcüce öğrenmişse[29] Of ve çevresindekiler de Bizans kilisesine bağlı oldukları için Rumca öğrenmişlerdir. Ancak onların ana dili Türkçedir.

Of’un belirli kesimlerinde Rumca bilinmesi doğaldır. Çünkü Osmanlı sosyal düzeninde farklı toplulukların bir arada yaşadığı yerleşim birimlerinde yetişen insanlar karşı kültürden mutlaka etkilenir. Bu bölgeden mübadeleyle Yunanistan’a gönderilenlerin Türkçe de biliyor olması onların Türk olması anlamına gelmediği gibi burada da Rumca bilinmesinin Rumluğa aidiyet sembolü olarak kabul edilmesinin de mantıkî bir izahı yoktur. Aynı mantıkla hareket edilirse XX. yüzyıl başlarında Of’un caddelerinde medreseli olmanın farklılığını belli etmek için birbiriyle Arapça konuşan insanları Arap kabul etmek gibi komik bir duruma düşülebilir. Diğer taraftan bölgede Hristiyanlıktan İslamiyet’e giren insanların Rumca biliyor olmasından daha doğal bir şey yoktur. Asırlarca kilisede ibadet dili olarak öğrenmek zorunda kaldığı Rumcanın bu topluluğun anadili olmadığı bir Yunanlı araştırmacı tarafından iddia edilmektedir. Rum arşivlerini tarayan G. Nakrakas, Of ve çevresinde Hristiyanlığı terk etmemekte direnen Türklerin ibadet dilleri olan Rumcaya uzun süre sahip çıktığını belirtirken[30] kimsenin dikkatini çekmeyen bir gerçeğin altını çizmekteydi. Bununla birlikte çeşitli platformlarda bu dilin bölgede konuşulduğu ya da anlaşma dili olduğu şeklinde tezviratlar yapılmaktadır. Bu iddianın sahipleri somut örnekler vererek bu sözlerinin ardında duramadığı gibi Rumca bilen insanların ana dilinin Türkçe olduğu gayet iyi bilinmektedir. Bölgede kimlik problemi olduğunu iddia eden belirli çevreler bu iddiaları belirli zamanlarda dile getirse de halkın gündeminde yer tutmayan bu tür iddiaların sosyolojik ve tarihî zemini de yoktur.

Of’ta günümüzde yaşayan halk inanışları, örf ve adetler dikkatli bir şekilde incelendiğinde bölgenin kültür dokusunun temelleri de ortaya çıkar. Günlük hayatta varlığını koruyan doğum, evlenme, düğün ve ölüm inanışları Orta Asya’dan buraya taşınan binlerce ve kökeni binlerce yıl öncesine dayanan geleneklerdir. Tabiat olayları ile ilgili inanışlarda İslam öncesi Türk inanışlarının hala yaşatıldığı görülen Of’ta ağaç, su ve ateşle ilgili inanışların kökeni de aynı yere dayanır.[31]

Son Söz Yerine

Of günümüzde çıkardığı önemli din bilginleri ve iş adamlarıyla tanınan bir kenttir. Tarihte bu şehrin öne çıkması ise Trabzon kolonisinin hemen doğusundaki küçük ticaret merkezlerinden birisi olmasından sonradır. Kolonicilerden önceki dönemde kaynaklar bölgeye fazla yer vermez, tarihçiler bölgede bulunan topluluklara ya da orada yaşananlara yeterince ilgi göstermez. Bunun en önemli sebeplerinden birisi o devre ait bilgi kaynaklarının büyük kısmının Yunanlılara ait olmasıdır. Onlar da bir bölge Yunanlıların kontrolüne ya da etki alanına giren ülkeleri ve oradaki insan topluluklarını yakından tanıtmaya başlar. Bununla birlikte başta Herodotus olmak üzere Yunan kaynaklarından elde edilen ipuçlarından Yunanlılardan önce bütün Doğu Karadeniz’de Orta Asyalı topluluklar olduğu bilinmektedir. Herodotus’un bahsettiği İskitler ve onlardan önce bölgede bulunan Kimmerler, Of ve çevresinin ismi bilinen ilk yerleşimcileri olarak tarihe geçer. Bunlardan önce bölgede bulunan toplulukların varlığı hakkında pek çok spekülasyon vardır, ancak bu ikisinin yöredeki varlığını bugün kimse tartışmaz.

Of ve çevresinde kolonicilerden önce çeşitli toplulukların yaşadığı bilinmesine rağmen bugünkü şehrin nasıl ortaya çıktığı tam aydınlanamamıştır. Bu konuda güçlü ihtimallerden yola çıkarak bir fikre ulaşılabilir. MÖ. 401’de bölgeye ulaşan Yunanlı filozof ve tarihçi Ksenophon’un kaydından anlaşıldığı üzere bölgenin yerlileri olarak tabir edilebilecek gruplar şehrin çevresindeki dağlık bölgelerde yaşarken Of’ta, Batı Anadolu’dan gelen Miletoslu koloniciler bulunmaktaydı. Buradan yola çıkarak hayvancılık ve tarımla geçinenlerin kentin güneyindeki yüksek kesimleri yurt edindiği, ticaretle uğraşan kolonicilerin ise sahilde, bugünkü Of’un batı kıyısındaki Moroz’da ticaret/değişim merkezi kurduğunu söylemek mümkündür. Bu ticaret merkezinin batı yakasında XIX. yüzyıl sonlarında günümüzdeki Of kasabası ortaya çıkmıştır.

Of’taki ticaret kolonisi İskitlerden sonra Medlerin ve Perslerin egemenliğine girdi. Yaklaşık üç asır boyunca İranlıların hâkim olduğu bölge MÖ. 334’te kısa süre Makedonyalıların eline düşse de İskender’in ölümü üzerine valilerinden Mihridates’in kurduğu devlet vasıtasıyla yeniden İranlıların kontrolüne girmiştir. Tarihte Pontus Devleti olarak bilinen bu devletin adı genel itibariyle deniz (Pontus) kıyısında kurulan devlet anlamına gelir ve bu devletin Yunanlılıkla bir ilgisi olmadığını özellikle vurgulamak gerekir. Romalılara karşı Karadeniz’i savunmaları bunun açık bir göstergesidir. Hâkimiyetleri bu kadar uzun sürmesine rağmen İranlıların Karadeniz bölgesinde derin izler bırakamamasının sebebi ilerleyen devirde ortaya çıkacaktır. Onlardan sonra yöreyi egemenliğine alan Romalılar kendilerinden öncekilerin bütün izlerini silmek istercesine büyük bir değişim hareketi başlatacaktır.

MÖ. 66’da başlayan Roma ve 395’ten sonra onun devamı olarak ortaya çıkan Doğu Roma yani Bizans hâkimiyeti bütün Karadeniz bölgesinde olduğu gibi Of’ta da büyük bir değişim başlatmıştır. 130’lu yıllarda Of’un Roma-İran sınırını oluşturuyor olması bölgenin stratejik önemini bir anda artırmıştır. Ancak Roma hâkimiyetinin bölgedeki esas etkisi, yörede yaşayan ve Grek kökenli olmayan toplulukların Doğu Roma hâkimiyeti sırasında din değiştirmeye zorlanmasıdır. Ortodoksluğu benimsemek zorunda bırakılan bu topluluklar bir süre sonra varlıklarını yitirecektir. Kaynakların artık adını anmadığı bu topluluklar Arapça Romalı anlamına gelen Rum adı verilen gruba dâhil olacaktır. Böylece Grek kökenlilerin dışındakiler Romalılar tarafından asimile edilerek bölgedeki varlıkları son bulacaktır. Rum adı verilen kitlenin Grek etnisitesinden ve kültüründen farklılığı da böylece ortaya çıkacaktır.

Of ve çevresinde Ortodoksluğun izleri günümüze kadar yaşamaktadır. Hristiyanlık benimsendiğinde bağlı olunan kilisenin ibadet dilini öğrenmek zorunda kalan insanlar, din değiştirmiş olsa da bu dilin etkisinden uzun süre kurtulamaz. Of ve çevresinde de bunun etkileri hala görülür. Yunanlı araştırmacıların kilise kayıtlarına dayanarak söylediğine göre Osmanlılardan önce Of’un Hristiyan ahalisi Türklerden oluşmaktaydı. Ana dili Türkçe olan bu grup ibadet edebilmek için bağlı olduğu İstanbul kilisesinin ibadet dili olan Rumcayı öğrenmişti. Osmanlı Devleti zamanında XVI. yüzyıldan itibaren İslam dinini benimseyen bu grubun tamamı Müslüman olmakla birlikte uzun bir süre kullandıkları Rumcayı unutmamıştır. Rumca yer isimlerini Of’un bugünkü kültürel varlığı için tehdit olarak görmeyen halk Rumca bilenleri de başka bir etnisiteye ait olarak görmez.

Bölgede Bizans hâkimiyetinin sonlanmasından Osmanlılara kadar yöreye hâkim olan Komnenoslar, sahil kesiminde dar bir kıyı şeridini idare etmişti. Başkenti Trabzon olan bu devlete bağlı olan yerlerden birisi de Of’tu. Ancak ne bu devlet bir imparatorluktu ne de onların zamanında Of’a kalıcı bir şey yapıldı. Hatta Romalılar devrinde önem kazanan bölge bu dönemde kıymetini yitirdi. Komnenoslar devrindeki otorite boşluğundan faydalanan Kıpçakların Of ve çevresine yerleşmeye başlaması da bölgedeki Türk iskânı açısından önemli bir gelişme olarak dikkat çeker.

Of’taki Türk hâkimiyeti 1461’den sonra Osmanlılarla birlikte başlar. Selçuklular zamanında Canik ve Doğu Karadeniz sıra dağlarının güneyindeki alanı yurt tutan Türkmenler, ekonomik ve sosyo/kültürel sebeplerden dolayı sahile inmekte isteksiz davranmışlardır. Hayvancılıkla geçinen konar-göçer Türkmenler kalabalık sürülerini otlatabilecekleri geniş yaylaklar ararken kışın da onları barındırabilecekleri mekânlara ihtiyaç duyardı ki Of’ta bunların hiç birisi yoktu. Ayrıca havası kuru, ılıman iklime sahip yerleri severleri. Osmanlılar zamanında Karadeniz'deki Komnenos hâkimiyeti ülkede siyasi birliğin sağlanmasının önünde bir engel olarak kabul edildiği için sahil kesimi de ele geçirilerek Türk iskânına açıldı. Bu dönemden sonra Of şenlenmeye başladı. Karamanoğlu, Dulkadiroğlu ve Akkoyunlulara bağlı oymakların güneydeki vadilere kurdukları köylerle büyük bir nüfus patlaması yaşandığı gibi bölgenin sosyo-kültürel, ekonomik ve dini yapısı da kısa sürede değişti. Günümüze kadar bölgede varlığını devam ettiren Oğuz boyları Of’un bugünkü kültürel dokusunun oluşmasında büyük pay sahibi olmuşlardır. Gürcistan’dan bölgeye göç eden Kıpçaklar yöredeki Türk nüfuzunu besleyen diğer bir kaynaktır.

Osmanlı kayıtlarından açıkça takip edilen bu değişim XIX. yüzyıl ortalarında tarihi ticaret merkezi olan Moroz iskelesinin yanında bir Türk kasabası olarak Of’un yükselişine zemin hazırladı. Başlangıçta Moroz’daki camide Cuma namazı kılmak ve haftalık alışverişini yapmak için köylerden bölgeye gelenlerin kalacakları yer ihtiyacını karşılayacak yerlerin yapıldığı Of, bir süre sonra kamu binalarının kurulmasıyla Trabzon sahilindeki yeni bir kasaba olarak gelişmeye başladı. Moroz’daki dükkânların da buraya taşınmasıyla birlikte eski yer unutuldu. Mübadeleyle 1923’ten itibaren bölgedeki Rum-Ortodoksların Yunanistan’a gönderilmesiyle birlikte Of’un bugünkü yapısı da ortaya çıkmış oldu.

KAYNAKÇA

Albayrak, Haşim, Tarih Boyunca Doğu Karadeniz’de Etnik Yapılanmalar ve Pontus, İstanbul 2003.

Arrianus’un Karadeniz Seyahati(nşr. M. Arslan), İstanbul 2005.

Bıjışkyan, P. Minas, Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası(nşr., H. D. Andreasyan), İstanbul 1969.

Bilgin, Mehmet, Doğu Karadeniz, Trabzon 2000.

------------------, Sarıalizadeler (Sarallar), Trabzon 2006.

Bostan, M. Hanefi, Arşiv Belgelerine Göre Karadeniz’de Nüfus Hareketleri ve Nüfusun Etnik Yapısı, İstanbul 2012.

----------------------, XV-XVI. Asırlarda Trabzon Sancağında Sosyal ve İktisadî Hayat, Ankara 2002.

Bryer, Anthony, David Winfield, TheByzantineMonumentsandTopography of the Pontos, I, Washington 1985.

Bryer, Anthony, “TheTreatment of ByzantinePlace-Names”, Byzantineand Modern GreekStudies, IX (1984-1985), s. 209-214.

Emecen, Feridun M., “Of Kasabasının Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar”, Uluslar arası Karadeniz İncelemeleri Dergisi, 1 (Güz 2006), s. 45-53.

Fallmerayer, Jakop Philipp Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi(nşr. A. C. Eren), Ankara 2011.

Georgacas, Demetrius J.,TheNamesfortheAsiaMinorPeninsula,Heidelberg 1971.

Gibbon, Edward, Bizans, I(nşr. A. Baltacıgil), İstanbul 1994.

Goloğlu, Mahmut, Anadolu’nun Milli Devleti Pontos, Ankara 1973.

Gökbilgin, M. Tayyip, “XVI. Yüzyıl Başlarında Trabzon Livası ve Doğu Karadeniz Bölgesi”, Belleten, XXVI/102(Nisan 1962), s. 293-337.

Halaçoğlu, Yusuf, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar, I-VI, İstanbul 2011.

Ksenophon, Anabasis(nşr. T. Gökçöl), İstanbul 1984.

Lordkipanidze, Mariam, Georgia in the XI-XII. Centuries, Tbilisi 1987.

Nakrakas, Georgios, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni(nşr. İ. Onsunoğlu), İstanbul 2003.

Shukurov, Rustam, “EasternEthnicElements in theEmpire of Trebizond”, Acts XVIII th International Congress of ByzantineStudies (Moscow 1991) II, Shepherdstown 1996, s. 75-81.

Tellioğlu, İbrahim, “Doğu Karadeniz Bölgesindeki Rum Varlığına Dair Görüşler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XX, S. 60 (Kasım 2004), s. 785-797.

----------------------,Komnenosların Karadeniz Hâkimiyeti: Trabzon Rum Devleti, Trabzon 2009.

----------------------, “Orta ve Doğu Karadeniz Tarihi Araştırmalarının Dünü, Bugünü ve Geleceği Hakkında Bir Değerlendirme”, Orta Karadeniz Kültürü, Ankara 2005, s. 67-80.

----------------------, XI-XIII. Yüzyıllarda Türk Gürcü İlişkileri, Trabzon 2009.

----------------------,Osmanlı Hakimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, Trabzon 2004.

Tursun, Mehmet, Of’un Sosyo-Kültürel ve Dini Yapısı Üzerine Bir İnceleme, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas 1998.

Türkay, Cevdet, Başbakanlık Arşivi Belgeleri’ne Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaâtlar, İstanbul 1979.

Umur, Hasan, Of Tarihi, İstanbul 1951.

----------------, Of Tarihine Ek, İstanbul 1956.

Wittek, Paul, "Bizanslılardan Türklere Geçen Yer Adları" (nşr. M. Eren), Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, (1970), s. 193-240.

Zehiroğlu, Ahmet Mican, Antik Çağlarda Doğu Karadeniz, İstanbul 2000.

* Prof. Dr., Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü, SAMSUN.

[1] Jakop Philipp Fallmerayer, GeschichtedesKaiserthumsvonTrapezunt,Munich 1827; Türkçesi: Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi(nşr. A. C. Eren), Ankara 2011.

[2] Bu konuya daha önceki bir çalışmamızda ayrıntılı bir şekilde temas etmiştik. Bkz. “Orta ve Doğu Karadeniz Tarihi Araştırmalarının Dünü, Bugünü ve Geleceği Hakkında Bir Değerlendirme”, Orta Karadeniz Kültürü, Ankara 2005, s. 67-80.

[3] Feridun M. Emecen, “Of Kasabasının Ortaya Çıkışı Üzerine Notlar”, Uluslar arası Karadeniz İncelemeleri Dergisi, 1 (Güz 2006), s. 46-53.

[4] Bkz. Ksenophon, Anabasis(nşr. T. Gökçöl), İstanbul 1984, s. 136-152.

[5] Anthony Bryer, David Winfield, TheByzantineMonumentsandTopography of the Pontos, I, Washington 1985, s. 324.

[6] P. Minas Bıjışkyan, Karadeniz Kıyıları Tarih ve Coğrafyası(nşr., H. D. Andreasyan), İstanbul 1969, s. 61.

[7] Arrianus’un Karadeniz Seyahati(nşr. M. Arslan), İstanbul 2005, s. 13.

[8] Ahmet MicanZehiroğlu, Antik Çağlarda Doğu Karadeniz, İstanbul 2000, s. 64 vd.

[9] Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Demetrius J. Georgacas, TheNamesfortheAsiaMinorPeninsula,Heidelberg 1971; Paul Wittek, "Bizanslılardan Türklere Geçen Yer Adları" (nşr. M. Eren), Selçuklu Araştırmaları Dergisi, I, (1970), s. 193-240; Anthony Bryer, “TheTreatment of ByzantinePlace-Names”, Byzantineand Modern GreekStudies, IX (1984-1985), s. 209-214.

[10] İbrahim Tellioğlu, Osmanlı Hakimiyetine Kadar Doğu Karadeniz’de Türkler, Trabzon 2004, s. 14-30.

[11] Ayrıntılı bilgi için bkz. Mahmut Goloğlu, Anadolu’nun Milli Devleti Pontos, Ankara 1973.

[12] İbrahim Tellioğlu,“Doğu Karadeniz Bölgesindeki Rum Varlığına Dair Görüşler”, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, C. XX, S. 60 (Kasım 2004), s. 788 vd.

[13] Bu konuya daha önceki bir çalışmamızda ayrıntısıyla temas etmiştik. Bkz. Komnenosların Karadeniz Hâkimiyeti: Trabzon Rum Devleti, Trabzon 2009.

[14] Bkz. Edward Gibbon, Bizans, I(nşr. A. Baltacıgil), İstanbul 1994, s. 91 vd.

[15] J. P. Fallmerayer, Trabzon İmparatorluğu’nun Tarihi, s. 157-162.

[16] M. Tayyip Gökbilgin, “XVI. Yüzyıl Başlarında Trabzon Livası ve Doğu Karadeniz Bölgesi”, Belleten, XXVI/102(Nisan 1962), s. 323.

[17] Haşim Albayrak, Tarih Boyunca Doğu Karadeniz’de Etnik Yapılanmalar ve Pontus, İstanbul 2003, s. 141.

[18] M. Hanefi Bostan, Arşiv Belgelerine Göre Karadeniz’de Nüfus Hareketleri ve Nüfusun Etnik Yapısı, İstanbul 2012, s. 83-114.

[19] Hasan Umur, Of Tarihi, İstanbul 1951; Of Tarihine Ek, İstanbul 1956.

[20] GeorgiosNakrakas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni(nşr. İ. Onsunoğlu), İstanbul 2003, s. 222.

[21] RustamShukurov, “EasternEthnicElements in theEmpire of Trebizond”, Acts XVIII th International Congress of ByzantineStudies (Moscow 1991) II, Shepherdstown 1996, s. 77 vd.

[22] Gürcistan’dan Trabzon ve çevresine göç eden Kıpçaklar, Kral IV. David'in (1089-1125) daveti üzerine 1118'de Don-Kuban nehri arasındaki yurtlarından Gürcistan’a göç etmişlerdi. Rusların sıkıştırmasıyla burada zor günler geçiren Kıpçaklar, liderleri olan Atrak’ın damadı olan Gürcü kralının davetini kabul ederek kırk bin ailelik kalabalık bir grupla Gürcistan’a göç etmiş, bunun karşılığında David’e verdikleri askerî ve siyasî destek ile kısa sürede bu ülkenin Selçuklu hâkimiyetinden çıkıpbağımsızlığına kavuşmasında büyük pay sahibi olmuşlardır. Aile başına devlete tam teçhizatlı bir atlı asker verme karşılığında müstakil arazi ile yaylak-kışlık elde eden Kıpçaklar, yerleşik hayata geçtikten kısa süre sonra Hristiyanlıkla birlikte Gürcüceyi de benimsemiştir. Gürcistan’ın çeşitli kesimlerine yerleştirilen Kıpçakların bir kısmı da 1124’te, Selçuklulardan alınan Çoruh vadisini yurt tutmuştu. Buradan batıya doğru yayılmaya başlayan Kıpçaklar, küçük gruplar halinde Artvin, Rize, Trabzon, Gümüşhane, Giresun ve Ordu'ya kadar genişleyen sahaya göç etmiştir. Kraliçe Tamara (1184-1213) devrinde Kıpçak önde gelenlerinin görevden el çektirilmesi üzerine ikinci bir grup daha bölgeye göç etmiştir. Ancak esas göç, yaklaşık bir asır sonra Moğolların Gürcistan’a girmesi üzerine olmuştur. İlhanlılardan Ahıska bölgesini ikta alan Sargis önderliğindeki Ortodoks Kıpçaklar, 1267'de batıda Ardeşen'e kadar olan yöreye yerleşmiş ve bölge, 1479'da Osmanlı hâkimiyetine geçinceye kadar burada müstakil bir hayat sürmüşlerdir. Ayrıntılı bilgi için bkz. İbrahim Tellioğlu, XI-XIII. Yüzyıllarda Türk Gürcü İlişkileri, Trabzon 2009, s. 72-132.

[23] Mehmet Bilgin, Sarıalizadeler (Sarallar), Trabzon 2006.

[24] M. Hanefi Bostan, XV-XVI. Asırlarda Trabzon Sancağında Sosyal ve İktisadî Hayat, Ankara 2002, s. 342 vd.

[25] Mehmet Bilgin, Doğu Karadeniz, Trabzon 2000, s. 96 vd.

[26] M. H. Bostan, Arşiv Belgelerine Göre Karadeniz’de Nüfus Hareketleri, s. 73-81.

[27] Bu ailelerin Osmanlı belgelerinde yayıldığı yerler hakkında bkz. Cevdet Türkay, Başbakanlık Arşivi Belgeleri’ne Göre Osmanlı İmparatorluğu’nda Oymak, Aşiret ve Cemaâtlar, İstanbul 1979; Yusuf Halaçoğlu, Anadolu’da Aşiretler, Cemaatler, Oymaklar, I-VI, İstanbul 2011.

[28] Peter Bartl, Millî Bağımsızlık Hareketleri Esnâsında Arnavutluk Müslümanları (1878-1912)(nşr. A. Taner), İstanbul 1998, s. 161 vd.

[29] MariamLordkipanidze, Georgia in the XI-XII. Centuries, Tbilisi 1987, s. 89 vd.

[30] G. Nakrakas, Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni, s. 222.

[31] Ayrıntılı bilgi için bkz. Mehmet Tursun, Of’un Sosyo-Kültürel ve Dini Yapısı Üzerine Bir İnceleme, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas 1998, s. 51-112.






Trabzonun of ilçesi merkezli yaşanan olay of tufanı veya of kıyameti diyede bilinir..
Olay 1929 yılı temmuz ayında yaşanmıştır. Dağların ve dere yataklarının yer değiştirdiği. Pek çok köyün kilometrelerce öteye kaydığı. Kimilerine göre binlerce insanın kaybolduğu anlatılır. Hakkında destanlar yazılmıştır. Ankara hükümeti olayı çok geç öğrenmiş. Yardım gemileri. Selin yerlerinden söküp limana yığdığı ağaç ölülerinden kıyıya yanaşamamıştır. Denizin kıyıdan 4 km boyunca ölü ağaçlarla dolu olduğu kayıt altındadır. 



İbrahim TELLİOĞLU*



'Trabzon'de ikindi namazı kılınırken; münadi (tellal, ulak), mevsimin ilk hamsisini duyurur. Bunu duyan cemaat, imam ve müezzin. ''Namazın kazası olur ama hamsinin kazası olmaz'' deyu namazı bırakıp hamsinin peşine koşarlar.'' (Evliya Çelebi, Seyahatname, İstanbul: YKY, 1999, II, 53-54)