27 Şubat 2022 Pazar

yükseltici bir mirac (manevî asansör) ile göklere çıkartılıp yedi kat semaları bir bir dolaştırılmıştır. kat semada: Hz. Adem'le, kat'ta Hz. İsa ve Hz. Yahya, kat'ta Hz. Yusuf, kat'ta Hz. İdris, kat'ta Hz. Harun, kat'ta Hz. Musa. 7. kat'ta Hz. İbrahim ile görüştü. Astroloji Yedi kat semâ Kalemi bulan ve onunla yazı yazabilen ilk peygamber olan İdris Aleyhisselam’a da “Burçlar İlmi/Astroloji” (İlm-i Nücum) verilmiştir. Dini kayıtlara göre, Allahü Tealanın izniyle göğe çıkan ve 4. Kat Sema’nın kendisine mekan olduğu ifade edilen İdris Aleyhisselam bu ilmiyle Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların, insanlar ve diğer yaratıklar üzerindeki etkisine vakıf olmuş, bunu ümmetine anlatmıştır.İSLAM'A GÖRE ASTROLOJİ NEDİR? Astroloji, yıldızların hareketlerinden hüküm çıkartma bilimidir. İnsanların kendilerini ve başkalarını daha iyi tanımasını temin eder. Yunanca Astra (yıldız) ve Logos (mantık) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelir. Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların insanların üzerindeki etkisini yorumlayan ve binlerce yıllık istatistiklere dayanan Astroloji, insanlık tarihi kadar eski bir bilim olarak kabul edilir. Bir başka ifadeyle Astroloji bilimlerin en eskisidir ve bir çok alanda uygulanmaktadır. MÖ 3000 yıllarında Kaldaeliler’in bu ilmi en açık şekilde uyguladıkları, ancak ilk kayıtların çok daha eskilere, MÖ 5000 yıllarına dayandığı bilinmektedir. Tarihi kayıtlara göre, her çağda bütün medeniyetlerde Astroloji ilminin uygulandığını görüyoruz. Babillilerde, Mısırlılarda, Hintlilerde, Çin’de, Mayalarda, Yunanlılarda, Romalılarda, Araplarda ve Osmanlılar’da uygulandığı kayıtlar arasındadır. Alemlerin yaratıcısı olan Allah (cc), insanlara doğru yolu göstermeleri için gönderdiği peygamberlerin her birine farklı konularda ilim vermiştir. Kalemi bulan ve onunla yazı yazabilen ilk peygamber olan İdris Aleyhisselam’a da “Burçlar İlmi/Astroloji” (İlm-i Nücum) verilmiştir. Dini kayıtlara göre, Allahü Tealanın izniyle göğe çıkan ve 4. Kat Sema’nın kendisine mekan olduğu ifade edilen İdris Aleyhisselam bu ilmiyle Güneş, Ay, gezegenler ve yıldızların, insanlar ve diğer yaratıklar üzerindeki etkisine vakıf olmuş, bunu ümmetine anlatmıştır. Kur’an-ı Kerim’de burçlarla ilgili olarak mealen “And olsun, gökte burçlar yarattık ve onu gözleyenler için hayrete düşürecek yıldızlarla süsledik” (Hicr-16) ve “Gökte burçlar kılan, onların içine bir aydınlık ve nurlu bir Ay var eden (Allah) ne yücedir” (Furkan-61) gibi ayetler yer almaktadır. Bir çok İslam alimi de, Astroloji ilmini inceleyerek bu konuda eserler vermişlerdir. Bunlardan birisi olan Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri “Marifetname” adlı eserinde Astroloji ile ilgili hayli bilgi aktarmıştır. Marifetname’de, büyük İslam Alimi Seyyid Şerif Cürcani’nin “Aklı olan, iyi düşünen bir kimse için Astronomi ilmi, Allahü Tealanın varlığını anlamaya çok yardım eder” dediği belirtiliyor. Yine aynı eserde İmam-ı Gazali’nin (ra) “Astronomi ve anatomi bilmeyen, Allahü Tealanın varlığını ve kudretini anlayamaz” ifadelerine yer veriliyor. Burçlar ve gezegenler sebeptir Marifetname’de Astroloji ile ilgili olarak özetle şu ifadeler yer almaktadır: “Yıldızlar, meleklerin elinde mecbur ve hüküm altındadır. Melekler de Allah’ın (cc) emri altındadır. Hepsi de O'nun irade ve kudreti ile hareket ederler. Mesela, Güneş kuru, sıcak tabiatlıdır. Ay ise soğuk ve rutubetlidir. Yıldızlar bu keyfiyetleri ile alemde etkili olurlar. Fakat bütün bu işlerin sadece yıldızlara bağlanması yanlış olur, çünkü yıldızlar da, Hak Tealanın hükmüyle bu tasarrufu yapmaktadır. Uzaydaki yıldızlar ve güneş sistemindeki gezegenler ateş, hava, su, toprak gibi unsurlar ile madenler, bitkiler ve hayvanlar üzerinde etkili olurlar. Gerçek etkili olan ise Allahü Tealadır. Burçlar ve gezegenler ise sebeptirler." Bütün gök cisimlerinin yer cisimleri üzerinde çeşitli etkileri olduğuna işaret edilen Marifetname’de, insanların, şekil, hal, ahlak ve tavırlarının; henüz ana rahminde nutfe iken, burçlardan gelen kozmik ışınımın ihtiva ettiği mananın beyinlere işlenmesi ile meydana geldiğine işaret edilmektedir. “Yedi Gök, Yer ve bunlarda bulunanlar, O’ nu tespih ederler” / “Yedi Göğü ve Yerden bir o kadarını da yaratan Allah’tır” / “Yerde olanların hepsini sizin için yaratan O’ dur. Sonra Göğe doğru yönelerek Yedi Gök halinde onları düzenlemiştir. O her şeyi bilir” / “ Yedi Göğünde Rabbi, yüce Arşın Rabbi Kimdir? De” /” Allah’ın, Göğü Yedi kat üzerine nasıl yarattığını görmez misiniz?” / “Gökleri Yedi kat üzerine yaratan O dur” / “Allah bunun üzerine yedi kat Gök var etti ve her Göğün işini kendisine bildirdi” (1) Önceden de söylediğimiz gibi, Kur’an’da geçen Yedi Gök kavramı gerçekte, mekaniksel anlamda bildiğimiz, gezegenlerin, Güneş etrafında belli yörüngelerdeki hareketleri değil, bu yörüngelerle ifade edilen atom altı boyutlara, bir başka deyişle, Bilinç (Mana) boyutlarına işaret etmektedir. Keza yedi Yer (Arz) kavramını da, birini yaşadığımız maddesel dünya ya da madde olarak algılanan tüm yapı şeklinde ele alırsak, diğer altı boyutu da yine atom altı boyutta yer alan ışınsal (İkiz) boyutlar olarak düşünmemiz gerekir. Yedi farklı boyuttan bakış açısını ifade eden bu Yedi Gök kavramındaki her bir boyut, Bütünün bilgisine ait kodları kendi boyutlarınca barındıracak şekilde birbirlerini kapsayarak sıralanmaktadırlar. Öyle bir kapsamadır ki bu, her bir boyut sonsuz ve sınırsız olsa da bir üst boyuta göre, bir hiç hükmündedir. (2) İçinde bulunduğumuz maddesel boyut da dâhil olmak üzere, Yerlere Ve Göklere ait tüm bu boyutların, kendi türünden dalgasal yapılı olduğunu da hatırlamakta yarar var. Özetle, beş duyu dünyamızın dışında, ama boyutsal derinliğinde, altı farklı boyutun, Yerin (Arzın) olduğu ve bu boyutlarda yaşayan varlıkların, canlıların bulunduğu bununla birlikte, yine o boyutlardan bakıldığında diğer sayısız gök cisimlerinin ikiz yapılarında da sayısız canlı türlerinin bulunduğu, Gök katmanları olarak ifade edilen Yedi farklı boyutun, Bilinç Boyutu olarak var olduğu, her biri bir üst boyuta göre (boyut indinde) hiç hükmünde kalan (3) boyutlardan, Yedinci boyutta oluşan bir oluşumun, direkt değil, sırasıyla alt boyutlara doğru yansıyarak (boyutsal dönüşümlere uğrayarak) dört boyutlu uzay-zamanda ve bize görünmeyen diğer mekân ve zamanlarda açığa çıkmakta olduğu söylenmektedir. Bu nedenle gök katları içindeki bir boyutta yaşanılanlar, bir üst boyut ya da boyutta yaşanılmış olandan başka bir şey değildir (bu olayın, detaylı olarak kaleme alacağım Stringlerle de nasıl uyumlu olduğunu hayretle göreceğiz). Bu boyutsal anlamdaki Gök Sistematiği, kendini üç boyutlu uzay-zaman içinde de yansıtmış durumdadır. Bu nedenle hücresel boyut, onu meydana getiren moleküler boyut içinde bir hiç hükmünde iken, aynı şekilde moleküler boyutta, atom boyutu ya da seması, atom seması da, kuark-parçacık boyutu, bu kuark- tanecik boyutu da foton seması içinde bir hiç hükmündedir. Resulullah bu konuda, “Birinci kat semâ ikinci kat semâ içinde çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir. İkinci kat sema ise üçüncü kat semâ içinde, çöldeki bir yüzük halkası gibi kalır… Yedinci kat semaya kadar bu böylece devam eder… Dünyanız ve Yedi kat semâ ise, Kürsü de Kürsü de Arş’ın içinde yine çöle atılmış bir yüzük halkası gibi kalır” diyerek bin dört yüz yıl öncesinden ancak bugünün teknolojisiyle anlaşılabilecek bir gerçeği, boyutsallığı da kapsayacak şekilde ifade etmiştir. Dolayısıyla bu ifade, Afaki olarak Makroskopik boyutlarda evrenin sınırsızlığına doğru olan hiyerarşik durumu izah ettiği gibi, aynı zamanda Enfüsi olarak da Boyutsallığa doğru olan hiyerarşik durumu açıklamış olmaktadır. Bunun yanında, “Allah yedi kat göğü ve yerden de onların bir mislini yaratmıştır, emir aralarından nazil olmaktadır” ayetindeki, Emrin Boyutsal İnişini, Enfüsi boyutlardan nasıl olduğunu da artık anlamış olmaktayız. Bu öze doğru boyutsal katmanlar dolayısıyladır ki, Allah’ın İlim ve Kudretinin en geniş Kemal mahallerinden biri olan Kabe’nin beş duyu algı dünyamızda belli bir kütlesi, hacmi, yüksekliği...olmasına karşın, her bir boyutta da karşılığı bulunmakta, varlığı Arş’ a (Arş boyutuna) kadar uzanmakta, o boyutlarda da hükmünü varlıklar üzerinde icra etmektedir. Keza o dönem insanının hem aklının ret edemeyeceği hem de derinlikli anlamı verecek şekilde, “Güneş’in Arş’a gidip orada secdeye kapandığını” söyleyen hadiste de Güneş dediğimiz yapının da Arş’a (Arş Boyutuna) kadar yapısının devem ettiği ve Bilinçli bir yapı olduğu belirtilerek Güneşin secdeye kapanmasıyla yani, Allah’ın İlminde yok olduğu ya da başka bir ifadeyle, öze doğru olan boyutsal yapıları itibariyle Allah’ın ilminde bir İlmi suret olarak yokluktan ibaret olduğu söylemektedir. Tıpkı Miraçta, madde (ki bu, bildiğimiz anlamda madde değil, tüm kainatı meydana getiren dalga okyanusudur) ve mana boyutsal sınırında Cebrail (as)’ın “ bir adım daha atarsam yanarım, yok olurum yani, varlığım gerçekte yokluk olan İlmi suretler olarak devam eder” demesindeki gibi. Böylece kimisi, Resulullah’a bakıp onu çarşı pazarda dolaşan kendi gibi birisi olarak görüp değerlendirirken, kimisi de onu gördüğünde (mecazen) boyunun Arşa kadar uzandığını söyleyerek yani, Şuurunun, Varlığının, Benliğinin Arş’ a kadar uzanmakta olduğunu, her boyutta varlığının devam ettiğini görüp değerlendirmekteydi. Resulullah’ın Miraçta 7. Katta (boyutta) Hz İbrahim (as)’ı, sırtını Beyti Mamura (Kabe’nin o boyuttaki varlığına) dayar bir şekilde görmesi ve Efendimize, “Senin mekanın ve ümmetinin mekanı burasıdır” demesi, Hz Muhammed’in (sav) ve Muhammedilerin (sıradan Müslümanları kastetmiyorum) tüm Bilinç Boyutlarını Kapsayan 7. Bilinç Boyutundan tüm varlığı değerlendirebileceğini anlatmaktadır. Yedinci boyutla birlikte Ruh Boyutunu, yani, Galaktik Bilinç- Ruh adı altında tüm yıldız sistemlerini ve yanı sıra diğer tüm Galaktik Bilinçleri ve Sistemlerini ve O Bilinçlerin sonsuz sayıdaki zuhurlarını müşahade ettikten ve tüm bu sistemi oluşturan Kalemin, Kalemlerin hışırtısını, sesini duyduktan yani, Kozmik Bilincin (Ki, Kalemle işaret edilen Akıldır) holografik özellikli manalarının ritmik dansını, bu manaların bu sistemlerde ne şekilde ve nasıl açığa çıkıp tüm bunları meydana getirdiğini zerresine kadar müşahade ettikten sonra yaratılmışlıkla yaratılmamışlık sınırı olan ve Sidrei Münteha denilen Boyutsal sınıra gelmiş, Kozmik Bilincin artık varlığa dönük yönü değil, Öze dönük yönündeki Rabbi ile görüşmek yani, Hakikatının Boyutlarıyla Boyutlanmak yolunu tutmuştur. Bu arada, çağdaş bilimin de bize söylediği gibi, Boyutsallığın olduğu yerde mekansallık, mekansallığa bağlı hareket ve zaman kavramları tamamen düşer. Bu yüzden Resulullah’ın Miracının Kudüs’ ten sonraki bölümünün, gerek ışınsal boyutları (Yerin katlarını) gerekse de Gök (Sema) katlarını gezmesi ve Rabbiyle buluşması, ne bedenen ne de Ruh bedenin mekansal hareketiyle olmuştur. Tüm bunlar Şuursal bir olaydır ki bu da Boyutsallık kavramıyla ancak anlaşılabilmektedir. Aynı şekilde, Kuran’ın indirilmesi denilen olay da, Kur’an’ın mekansal gökten gelmesiyle alakalı olmayıp Boyutsal anlamda, önce Levhi Mahfuza inmesi yani, Rabbani Hükümlerin Ruh adlı meleğe yüklenmesi, bu Evrensel Gen hükmünde olan, Evrenin ezelden ebede kadar olan tüm programlarının bulunduğu Levhi Mahfuzdan da bir defada yani, “an” içinde Dünya semasındaki Beyti Mamura (Güneş Sistemimize), oradan da Hz Muhammed’in (sav) Bilinci ile bize bölüm, bölüm bildirilmesi, dünya boyutunda açığa çıkması olayıdır. Böylece Resulullah, “an” içinde bir defada Okuduğu Sistemi, insanların hazmedebilmesi, anlayabilmesi için pey der pey belli bir sistemle boyutumuzda açığa çıkartmıştır. Çok daha enteresan olanı, “Bu Sema nedir?” diye soran kimseye Resulullah, “sizden men edilmiş bir dalgadır” diye cevap verirken, bir başka hadiste de “bu Sema nedir bilir misiniz? Dürülmüş bir dalga, korunmuş bir tavandır” demesidir. Birinci hadiste, varlığın her boyuttaki Tekilliğini de göz önüne aldığımızda, “Semanın bizden men edilmiş bir dalga” olması, Semanın beş duyumuza göre gerçekte Afakta uzayın derinliğine doğru olmak yerine, dışımızda değil, özümüzde olarak, varlığın aslının bilinçli enerji dalgaları olduğunu ya da varlığın bu men edilmiş yani sınırlı ve maddesel algılamalarımız dolayısıyla bir türlü fark edemediğimiz enerjiden meydana geldiğini açıkça söylerken ikinci hadiste ise, yine Semanın, Semaların eşyanın (şeylerin) özüne doğru olarak “dürülmüş bir dalga” yani, her an yeni bir şan, şekil, biçim alarak açığa çıkan, manalarla işlenmiş, kodlanmış, işaretlenmiş enerji-data boyutu ve dolayısıyla onun projeksiyonuyla oluşmuş yine bilgi-enerji yapıyı tarif etmekte olup bunun da korunmuş yani, Mutlak Bilincin eseri olarak, her an yeni bir şanda dönüşümlerle varlığını sonsuza dek sürdüren boyut olduğunu ifade etmektedir, bir anlamda. Bu arada, yine dikkat ederseniz Dine alenen karşı olanlar, buraya kadar anlattıklarımız ve anlatacağımız İlimsel mucizelerin hiçbirinden bahsetmemekte, bunlara hiç değinmemekte, tamamıyla görmezden gelmekte, bunun yerine o dönemin düşmanları gibi egolarına, gerçek sandıkları sanal benliklerine, yediremedikleri, hazmedemedikleri gerçekleri, maalesef tamamen çarpıtma ve gerçeği olmayan hayallerle süsleyerek, insanları kandırıp aldatma yoluna gitmektedirler. “Gökleri, Yeri ve ikisinin arasındakileri altı günde yaratan...Rahmandır” / “Rabbiniz, Gökleri ve Yeri altı günde yaratan ve sonra Arş’ a hükmeden... Allah’tır” / “Ant olsun ki Gökleri, Yeri ve İkisinin arasında bulunanları altı günde yarattık” / “Gökleri ve Yeri altı günde yaratan O dur” / “Gökleri, Yeri ve arasında bulunanları altı günde yaratan... Allah’tır” / “Doğrusu sizin Rabbiniz, Gökleri ve Yeri altı günde yaratıp...işi düzenleyen Allah’tır”/ “ Allah bunun üzerine iki gün içinde Yedi Gök var etti ve her Göğün işini kendine bildirdi” / “ Deki, siz Yeri iki günde yaratanı mı tanımıyor ve O’na eşler koşuyorsunuz?. İşte alemlerin Rabbi O’ dur” / “Yeryüzüne sabit dağlar yerleştirdi, onda bereketler yarattı, rızklarını arayanlar için, oradaki gıdaları ölçü ile dört günde taktir etti”. (4) Bu konuya “ Arz-Arş - 6” başlıklı makalemiz başta olma üzere birçok yazıda değinmiştik. Şimdi ise, bu ayetlerin bilimsel açıdan yorumlarına geçmeden önce, aydın, ilerici geçinen bu yüzdende Kur’an ve Resulullah’ı bir şeyler öğrenmek amacıyla samimi olarak sorgulamak yerine, acımasızca eleştirmeye çalışan din karşıtları, maalesef, çok daha zeki olduğunu kanıtlamak için, ilkokul çocuğunun bile yapmayacağı mantık hatalarıyla dolu birtakım çeşitli zeka oyunları ile güya ayet ve hadislerde yanlışlıklar aramaktadırlar. Dolayısıyla, bunlardan birkaçına bakarak, onların diğer konulara olan bakış açılarındaki hataları da çok rahatlıkla görebiliriz. O birkaç şeyden biri de, Kuran ve Hadislerde geçen, “gün” kavramıdır. Onlar kısaca şöyle demektedirler: “ Birkaç ayette evrenin altı veya yedi günde yaratıldığını söylerken, bir başka ayette ise iki günde yaratıldığını, yeryüzünün ise bir yerde iki, bir başka yerde ise dört günde yaratıldığını söylemekte ve ayrıca bu çelişkinin yanında, gün kavramının güneş sistemi ve dünyanın oluşumundan sonra insanların tespit ettiği bir kavram olduğunu ve ondan önce böyle bir şeyden bahsedilemeyeceğinden, bir başka ayette ise (en üstte yer almakta), Göklerin yaratılmasının, Yerin (Dünyanın) yaratılmasından sonra anlatıldığından böyle anlatımların doğru olamayacağı” belirtilerek Kuran ve bununla ilgili Hadislerin yanlışlığını öne sürmektedirler. Aslında etiketleri, unvanları ne olursa olsun onları ciddiye alıp kalemimin mürekkebini bile boşa harcamak istemem. Üstelik ne anlatırsak anlatalım yine aynı şeyleri temcit pilavı gibi konuşmaya devam edeceklerdir. Çünkü onlar, daha işin başından öğrenmek için yola çıkıp sorgulamıyor, veri tabanlarının gereği olarak şartlanmışlıklarını ve sanılarını, Dinde görmeye ve bunu insanlara göstermeye çalışıyorlar. Ne ilginçtir ki, Kuran ve hadisler canlı ve şuurlu bir biçimde, onların görmek istediklerine, veri tabanlarına ayna olmaktadır. Bu yüzden bu konularda beyni bulananlara kısa da olsa bir açıklama yapmam gerekiyor. Öncelikle, Kuran, zaman ve mekandan münezzeh ya da zaman ve mekanın geçerli olmadığı bir boyuttan açığa çıktığı içindir ki, bulunduğu devrin kelimeleriyle kayıtlı olmayıp kelimelerin işaret ettiği anlamlar itibariyle her dönem ve zamana hitap etmekte, her çağın soru ve sorunlarına cevap verebilmektedir. Keza Hadisler de. Aksi taktirde Kuran’ın ve Hadislerin evrenselliği tamamıyla laftan öteye geçmezdi. Bu yüzden birçok yazımızda değindiğimiz üzere, nasıl ki “Gökler” derken mekansal anlamda Göklerden bahsetmiyorsak bunun yerine bunları, bilinen maddesel boyutların alt boyutları olarak düşünmemiz gerekiyorsa aynı şekilde, “gün” derken de bildiğimiz günleri değil, bu “gün” kavramını, “an” anlamında ele alıp “an”daki var oluşlar olarak düşünmemiz gerekmektedir. Dolayısıyla var olan, boyutlar ve bu boyutlara karşılık gelen “an” lar ve bu boyut içinde yer alan zaman ve bu zaman kavramına dayalı olan “devirler” dir. Biraz daha açarsak, gün kavramı, zaman ve mekanının bulunmadığı boyutlarda Allah’ın İlminde ya da bunun Ruha yansıması olan Mutlak Bilinçteki suretlerde “an” anlamını alırken, bunun çokluk boyutunda veya uzay-zamanda aldığı isim ise yine bir anlamda “an” anlamında düşünebileceğimiz, “devir” olarak geçmektedir. Yani, zaman ve mekanın geçerli olmadığı boyutlarda “an” kavramı, uzay-zamanda açığa çıktığı zaman kendini “devir” olarak göstermektedir. Başka bir deyişle, zaman içindeki oluşumlarda belli “uzay-zaman dilimleri”, devir olarak adlandırılmaktadır, bizlerin olayı daha iyi görebilmemiz, işin sistemini anlayabilmemiz için. Bugün bilim de, Kuantum Kozmolojisini de kapsayacak şekilde saf enerji ve devamı olan enerji-parçacık düzeyinden, evrenin şu anki görünümüne kadar evren tarihini de “devirler, dönemler” olarak anlatmaktadır. Nobel ödüllü ünlü Stephan Weinberg’in “İlk Üç Dakika” adlı eserinde “Evreni altı film karesinde” incelediğini yedinci karede ise, bunun tamamlandığını okuyabilirsiniz. Bu nedenle Tevrat’ ta (Old Testament) geçen şekliyle, “Allah’ın evreni altı günde yaratıp yedinci günde istirahat etmesi” olayı zahiri yönüyle, bize göre belli zaman dilimlerini ifade eden evrenin altı devirde yaratıldığını yedinci günde ise, olayın kemale ulaştığı (erdiği), tamamlandığı anlamına gelirken, Batıni yönüyle ise Kainatın, altı “an” daki, Boyuttaki yaratılışı anlatılmaktadır. Burada öncelikle dikkat edilmesi gereken bir husus, “devirlerin” ya da “an” ların sayısından çok, “devirin” ya da “an’ ın” kendisidir. Çünkü bir “devir veya “an’ a ”, birden çok “devir ya da an’ ın” sığması dolayısıyla, onları da tek bir “an ya da devir” şeklinde düşünebileceğimiz gibi, birkaç “an veya devir” şeklinde de mütalaa edebiliriz. Hal böyle olunca, altı ya da yedi “an’ ı ya da devir’ i”, iki, üç, dört..., “an ya da devir” olarak düşünebiliriz ki, Kuran’da, iki günde, dört günde yaratılışın olduğunun söylenmesinin bir nedeni de budur. Keza Resulullah’ın, “ Allah toprağı Cumartesi günü yarattı. Ondaki dağları Pazar günü yarattı. Ağaçları Pazartesi günü yarattı. Mekruhları Salı günü yarattı. Nuru Çarşamba günü yarattı ve onda hayvanları Perşembe günü yaydı. Hz Ademi Cuma günü ikindi vaktinden sonra, ikindi ile gece arasındaki gündüz vaktinin en son saatinde en son mahluk olarak yarattı” ifadesindeki yeryüzünde olan yaşamı yedi güne karşılık gelecek şekilde yedi devirde anlatması da bu gerçeğe dayanmaktadır. Kaldı ki, bunun bir de Boyutsal anlamı vardır. Zaten iki günde göğün yaratıldığını, Yerin de (Arzın da) dört günde yaratıldığını belirtmesi, yine altı gün eder ki, bir önceki açıklama açısından da birbirini bütünlemektedir. Ayrıca, varlık boyutlarda da “an” tabiri kullanılmaktadır. Mesela, madde boyutumuz tek bir “an” olarak mütalaa edilirken, Cinlerin boyutu farklı bir “an” da,...vs. nitelendirilmesi gibi. Bu anlatım şeklinin anlamına gelince, bu tarzdaki ifadelerin insanda ezberi bozup, tefekkür mekanizmasını devreye sokarak birden fazla anlamlara, boyutların, sistemlerin varlığına ve işleyişine işaret etmek için olduğunu görmekteyiz. Bununla paralel din karşıtlarının hep eleştirdikleri iki konudan ilkinde, Kuran’ın dağınık, birbirinden kopuk yani, anlatılan bir şeyin bir anda biterek bir başka konuya geçmesi ve o konunun tekrardan başka yerde tekrardan ifade edilmesi..vs şeklindeki olan tarzıdır ki, bunun nedeni de başka anlamları yanında yine aynı sebebe yani, insanı, beynini bloke eden ezberden kurtarıp düşündürmeye yönlendirmek olup bu durum, Kur’an’ ın zaman ve mekana bağlı olmayan bu yapısının boyutumuza yansımasından başka bir şey değildir. Böylece, zamanın olmadığı boyutta öncelik ve sonralık kavramı ortadan kalktığı için Kuran’ın birkaç ayetinde önce, yerin yaratılışı, sonra da Göğün yaratılışı neden-sonuç ilişkisine dayalı olmayan şekilde anlatılmıştır. Yani, zamanlamaya bağlı bir oluşumu değil, “an” içinde tek bir karedeki olayı, ayrı, ayrı anlatmasıdır. Yer ve Gök kavramını boyutsal anlamlarıyla ele aldığımızı düşünsek bile, bu boyutlar demin belirttiğiz gibi, bildiğimiz zaman içinde değil, “an” olarak mevcut olduklarından ve daha üst bir “an” da değerlendirildiğinden o boyut gereğince bildiğimiz anlamda sıralama olmaksızın anlatılmıştır. Bu tür anlatım tarzıyla da zamanın ve dolayısıyla mekanın, sanal ve hayal olduğunu vurgulayarak insanları, neden-sonuç ilişkisine bağlı olan boyutlardan sıyrılmasını sağlayıp, Bilincini, Benliğini daha Öz boyutlarda, “an” da, tanıması, madde boyutlarını da bu boyut açısından, “an” dan değerlendirme yapmasını sağlamayı amaçlamasıdır. Diğer ayetlerde ise, olaylar nedensellik ilkesince anlatılmaktadır. Kur’an adı altında Evrensel Sistemi okuyan Evliyanın açıklamalarına baktığımızda da, insanların dünyanın merkez, yıldız olarak kabul ettikleri gezegen ve yıldızların ise, bu dünya etrafında döndüğünü düşündükleri devirde, önce Evrensel Ruhun yaratıldığını sonra da Kürsünün (Galaksilerin), sonra da bu Kürsüde yer alan yıldızların ve en sonunda da gezegen ve Dünyanın yaratıldığını söylediklerini görüyoruz. Eğer Kur’an, gerçekten iddia ettikleri gibi bir şeyden bahsetseydi, o insanlar, ancak yüzyılımıza ait modern bilimin söyleyebildiği böyle bir şeyden bahsedebilirler miydi? Elbette hayır. İkinci eleştiri konusu ise, Kuran’da sık, sık tekrarların olması durumu. Şunu kesin olarak belirtmek gerekir ki, Kuran’da asla tekrarlar, tekrarlamalar yoktur. Bizler kelimelerin, cümlelerin derinliğini, hangi boyuttan ifadeler olduğunu anlayamadığımız, beş duyuda olaylara, kavramlara yaklaştığımız ya da o boyutlara ait verileri değerlendiremediğiz için, bazı şeylerin hep tekrarlandığını zannetmekteyiz. Mesela yukarıdaki ayetlere dikkat edersek, yaratma işlemini gerçekleştiren hakkında kiminde Rab, kiminde Allah, Kiminde ise Rahman kelimesi geçtiğini görmekteyiz. Bu da bize aynı şeyin farklı boyutlardan olan ifadesini, oluşumunu, oluşum şeklini, bakış açısını...vs göstermektedir. Görüldüğü üzere Kur’an neden, nasıl ve nelerden bahsetmekte, Dini eleştirenler nelerden bahsetmekte. Anlamlar arasında her hangi bir ilişkinin olmadığı her şekilde açıkça görülmektedir. Kaynakça: Hz Muhammet Neyi Okudu, Yenilen, Akıl Ve İman, Kendini Tanı, Hz Muhammet Mustafa (Sav) II, İnsan Ve Sırları I – Ahmet Hulusi / Cum’ a, Kuran da İnsan- 4, Boyut Kavramı, Zaman - Ahmet Fevzi Yüksel, www.sufizmveinsan.com ) 1. İsra-44, Talak-12, Bakara-29, Müminun-86, Nuh-15, Mülk-3, Fussilet -12 2. Bunu kafada canlandırmak için mesela, sonsuz uzunluktaki tek boyutlu uzayın (çizginin), sonsuz genişlikte iki boyutlu uzay (yüzey) içinde, bu yüzeyin de bu iki boyutlu uzayın sonsuz tanesinin oluşturduğu üç boyutlu uzay (hacim) içinde bir hiç olması gibi, düşünebiliriz. 3. Bkz. Arz-Arş - 1 4. Furkan-59, Araf-54, Kaf-38, Hud-7, Secde-4, Yunus-3, Fussilet-9, Fussulet-12, Fussulet-10

15 Şubat 2022 Salı

A‘RÂF ( الأعراف ) (Purgatorio) Cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek kısmının adı. A‘râf “sur, dağ ve tepenin en yüksek kısmı” mânasındaki urfun çoğuludur. İrfan (bilmek) kökünden türediğini kabul edenler de vardır. Kur’ân-ı Kerîm’in yedinci sûresinin adı el-A‘râf’tır. Bu sûrede “el-a‘râf” ve “ashâbü’l-a‘râf” (a‘râfta bulunanlar) şeklinde geçen (bk. el-A‘râf 7/46, 48) bu kelime ile kastedilen yer ve burada bulunacakların kimler olduğu konusunda müfessirler değişik yorumlarda bulunmuşlardır. Bazı tefsirlerde a‘râfın sırat üzerinde yüksek bir yer veya cennetle cehennem arasında Uhud dağına benzer bir mevki olduğu belirtiliyorsa da tercih edilen görüşe göre a‘râf cennetle cehennemi birbirinden ayıran bölgedeki surun yüksek kısmının adıdır. A‘râf sûresinde “hicab” (7/46) diye zikredilen perdenin Hadîd sûresinde “sûr” (57/13) olarak adlandırılması da bu görüşü desteklemektedir. Ashâbü’l-a‘râftan kimlerin kastedildiği hususunda da müfessirler farklı görüş ileri sürmüşlerdir. Rivayet tefsirlerinde yer alan on iki ayrı görüşe göre bunları şu dört grup altında toplamak mümkündür: 1. İyi ve kötü amelleri eşit olan müminler. Bunlar başlangıçta cennete veya cehenneme konulmayıp ikisi arasında bir müddet bekleyecek, sonra Allah’ın lutfuyla cennete girecek olan müminlerdir. Tefsir ve kelâm âlimlerinin çoğu bu görüşü benimsemişlerdir. 2. Âhirette müminlerle kâfirleri yüzlerinden tanıyacak olan melekler. 3. Cennet ve cehennem ehlini birbirinden ayırarak haklarında şahadette bulunacak olan peygamberler, şehidler ve âlimler gibi yüksek şahsiyetler. Bu görüşü benimseyenler arasında Hasan-ı Basrî ve Fahreddin er-Râzî de bulunmaktadır. 4. Cennete veya cehenneme girmeyi gerektirecek durumda olmayan belli kişiler. Bunlar da herhangi bir peygamberin tebliğini duymadan ölenler (fetret ehli), müşriklerin bulûğ çağından önce ölen çocukları veya gayri meşrû evlilikten doğan çocuklardan ibarettir. Tefsirlerde söz konusu dört görüşün her biriyle ilgili çeşitli rivayetler bulunmaktaysa da âyet, hadis ve sahâbe sözleriyle teyit edilen birinci görüş daha isabetli görünmektedir. Zira “tartılar”ı ağır gelenlerle hafif gelenlerin durumları âyetlerde açıkça ifade edildiği halde (bk. el-A‘râf 7/8; el-Mü’minûn 23/102; el-Kāria 101/6), günahları sevaplarına eşit olanların âkıbeti hakkında herhangi bir açıklama yapılmamış olması, bunların ashâbü’l-a‘râfı teşkil edeceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Âyetlerde belirtildiği üzere (bk. el-A‘râf 7/46-47) a‘râfta bulunanların cennete girmeyi şiddetle arzu ettikleri halde oraya henüz girmeden cennetlikleri selâmlamaları, gözleri cehennem ehline çevrilince, “Rabbimiz, bizi bu zalimler zümresiyle beraber bulundurma!” diye dua etmeleri de bu görüşü doğrular mahiyettedir. Âyetin bu ifadesi karşısında, a‘râf ehlinin meleklerden ibaret olduğunu söylemek veya bu zümreyi peygamberler, şehidler ve âlimlerin teşkil ettiğini savunmak mümkün görünmemektedir. Çünkü günah işleme gücüne sahip olmayan ve cehenneme girme endişesi taşımayan meleklerin böyle bir niyazda bulunmasına gerek yoktur. Bunun gibi, cennette en yüksek makam ve mertebeleri elde edecekleri ve buraya öncelikle girecekleri şüphesiz olan peygamberlerin, şehidlerin ve sâlih kulların da cehenneme girme korkusu içinde bulunmaması gerekir. Esasen, “Bizi bu zalimler zümresi ile beraber bulundurma!” ifadesi, bu niyazı yapanların âkıbeti hakkında henüz hüküm verilmemiş olduğunun delili sayılır. Ayrıca Hz. Peygamber’den rivayet edilen ve günahı ile sevabı eşit olanların a‘râfta kalacaklarını bildiren hadis de ilk görüşün doğruluğunu gösteren delillerden birini teşkil eder (bk. Müttakī el-Hindî, VII, 213). Kıyamet sahnelerinden biri olarak Kur’an’da tasvir edilen a‘râf olayını, hayırla şer arasında mütereddit davranan insanlara, tercihlerini hayır yönünde kullanmaları için yapılmış ilâhî bir uyarı kabul etmek mümkündür. Müsteşrik D. B. Macdonald, Gazzâlî’nin, eserlerinde temellendirmeye çalıştığı itikad sistemi içinde çocukların, delilerin ve fetret ehlinin âhiretteki durumlarını tesbit etmek maksadıyla bunların a‘râfta kalacağını kabul ettiğini söyler ve böylece İslâm akaidindeki berzah inancını genişletip tamamladığını iddia eder. Macdonald, böyle bir anlayışın Peygamber’in niyetinden çok uzak düştüğünü, fakat “kelâmî bir uydurma” olan bu görüşün Gazzâlî’nin gayesi için yeterli olduğunu da ilâve eder (bk. İA, VI, 780). Halbuki a‘râfta kalacaklar hakkında ileri sürülen bu görüşün ashap devrinden itibaren bazı âlimlerce benimsenip rivayet edilen bir husus olduğu herkesçe bilinmektedir. Şu halde bu görüş ne kelâmî bir uydurmadır, ne de Gazzâlî’nin icadıdır. A‘râfta kalacaklar hakkında bazılarınca kabul edilegelen bu görüşün Hz. Peygamber’in maksadından çok uzak düştüğünü söylemek için de elimizde herhangi bir delil yoktur. BİBLİYOGRAFYA Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ʿarf” md. et-Taʿrîfât, “aʿrâf” md. İbn Habîb es-Sülemî, Kitâbü Vâṣıfi’l-firdevs, Beyrut 1407/1987, s. 45-46. Taberî, Tefsîr, VIII, 136-143. Gazzâlî, ed-Dürretü’l-fâḫire, Hacı Beşir Ağa Ktp., nr. 50/9, vr. 308b. İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-mesîr, III, 204-207. Fahreddin er-Râzî, Tefsîr, XIV, 8690. Kurtubî, Tefsîr, VII, 211-214. Süyûtî, el-Budûrü’s-sâfire, Süleymaniye Ktp., İbrâhim Efendi, nr. 357, vr. 141b-143a. Müttakī el-Hindî, Kenzü’l-ʿummâl, Haydarâbâd 1314, VII, 213. Elmalılı, Hak Dini, III, 2160-2170; VI, 4741. Bell, “The Menon the A’rāf”, MW, XXII/1 (1932), s. 43-48. Muhammed Receb el-Beyyûmî, “Men aṣḥâbü’l-aʿrâf”, Mecelletü’l-Ezher, LVI/8, Kahire 1984, s. 1218-1222. Ahmed Hamdi Akseki, “A‘râf”, İTA, I, 462-463. D. B. Macdonald, “Kıyâmet”, İA, VI, 780. R. Parets, “Aʿrāf”, EI2 (Fr.), I, 623.

2 Şubat 2022 Çarşamba

Din-Tıp İlişkisi

Kur’ân’ın şifa kaynağı oluşu hakkında İbn Kayyım özetle şunları söyler: “Bazı sözlerin tecrübe ile sabit tesir gücü ve bir takım faydaları vardır. Âlemlerin Rabbi Allah’ın sözü ise, her sözden üstündür. O, tam bir şifa kaynağıdır. Nitekim O’nda şöyle buyurulur: “Biz Kur’ân’dan şifa olan şeyi indirdik”.20 Âyetteki “min” harfi cinsi açıklamak için gelmiş olup teb’îz için (bir cüzü belirtmek için) değildir. Dolayısı ile o, her türlü şifayı içine alır”. Kur’ân’ın şifa kaynağı oluşu hakkında hadislerde şöyle buyurulmuştur: “Devanın en hayırlısı Kur’ân’dır”. “Kur’ân devanın ta kendisidir”. “Şu iki şeye önem veriniz: Kur’ân ve bal”. “Kur’ân ile şifa aramayana Allah şifa vermez”. “Fatiha suresi ne için okunur- sa ona fayda verir. Onda her çeşit deva vardır”. Hastanın psikolojik tedavisinde Kur’ân âyetlerini okuyup onlarla Allah’tan şifa istemek öteden beri yapılagelen bir İslâm geleneğidir. İslâm öncesi Araplar arasında yaygın olan, muska (rukye) yazma işi de belirli şartlarla sınırlandırıldıktan sonra caiz kılınmış ve bu şekilde şirk-tılsım karışımından uzak tutulmaya çalışılmıştır. Peygamberimiz bu konuda şöyle buyurmuştur: “Bana rukyelerinizi bir arzedin. İçinde şirk olup olmadığına bakayım. İçinde şirk olmadıktan sonra rukye yapmakta bir sakınca yoktur”. Hadisin bir başka varyantında devamla şöyle buyurulmuştur: “Sizden bu şekilde kardeşine yararlı olabilen onu yapsın”. İlim adamları, bazı şartlarla yapılan rukyenin caiz olabileceğini açıklamışlardır. İbn Hacer, şu üç şartla rukye caizdir, demiştir: Allah’ın kelamı, O’nun isim ve sıfatları okunup yazılarak yap- mak, Arapça yahut anlaşılabilir bir dilde olması, Rukye yapan ve yaptıranın şifayı rukyeden değil Allah’tan beklemesi. Bu şartları taşımayan, şifreli-rumuzlu mus- kaların caiz olmadığı söylenmiş- tir. Hz.Aişe, Abdullah b. Amr, Abdullah b. Ömer gibi sahabiler başta olmak üzere, tarih boyunca pek çok âlim bu manada bir rukyenin caiz olduğunu söylemişlerdir. Bir hadislerinde Hz. Peygamber, okuyup üflemenin hastaya güven telkin edeceğini söyleyerek okuyup üflemedeki temel espriyi açıklamıştır. Tıbbın menşei hakkındaki geleneksel görüş, ilk bilgilerin vahiy yoluyla indirildiği yönündedir. Müslüman âlimler de tıp ilminin temel ilkelerinin ve ilk örneklerinin vahiy yoluyla insanlara bildirildiğini kabul etmişlerdir. Peygamberlere (a.s) vahiyle temel ilkeleri bildirilen tıp, daha sonra tecrübe, gözlem ve kıyasla geliştirilmiştir. Bu görüş, yalnızca Müslümanlar tarafından dile getirilmemiş, Hristiyanlar hatta putperest Romalı hekimler tarafından da ifade edilmiştir. Meselâ İslâm öncesi dönemin ünlü hekimlerinden Bergama'lı Galen, “Tıp sanatı Allah Teâlâ’nın öğretmesiyledir, O’nun bağışıdır, insanoğluna O’nun bir lütfudur” sözleriyle tıbbın kaynağının İlâhî olduğunu ifade etmiştir. Din ile tıp bütün kadim geleneklerde sürekli beraber olmuşlardır. Hatta tıbbı felsefenin içinden çıkararak ilk defa bir ilim hüviyetinde ele aldığı öne sürülen Hippokrat’ın ünlü yemininde bile bu birlikteliği müşahede etmek mümkündür. Yeminin başlangıcında sağlık tanrılarına yemin edilmesi, tıp ile din arasındaki yakın ilişkiyi göstermektedir. Hazret-i Peygamber (s.a) bir hadislerinde tavsiye ettiği bir yiyeceğin “Kendisinden önce yetmiş Peygamber tarafından övüldüğünü” bildirmektedir. Bu ifade ,peygamberlerin ümmetlerine şifalı bitkiler konusunda bilgi verdiğini bildirdiği gibi, bu bilgilerin peygamberlik vazifesiyle bağlantısı bulunduğuna da işaret etmektedir. İslam dini tıp ilmine önem vermiş, dinin temel kaynakları olan Kur’an ve Sünnet’te tıpla alakalı bilgiler verilmiştir. Mesela “Bal arılarının karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen kimseler için bunda alacak ibret vardır” âyet-i kerimesinde balın şifa olduğu vahiyle bildirilmiştir. Allah Resûlü (s.a) kendisine Kur’an’da bildirilen bu hakikati ümmetine “Şifa üç şeydedir: Bal şerbetinde, hacamat aletinde ve ateşle dağlamada.” hadisleri ile beyan etmiş ve karnı ağrıyan hastaya bal şerbeti içmesini tavsiye ederek, balın tedavide nasıl uygulanacağını göstermiştir. Hastanın bal şerbetini iki gün içtiği halde şifa bulamadığını haber veren kardeşine “Allah doğru söylemiştir; senin kardeşinin karnı yalan söylüyor; ona bal şerbeti içir” diyerek, vahiyle bildirilen tıbbi hakikate duyduğu güveni ifade etmiştir. Bazı dinler, tedavinin kader inancı ile bağdaşmayacağını öne sürerek tedaviye olumlu bakmamışlardır. “Hastalığın Allah’ın kaderiyle olduğunu” öne sürerek tıbba ve tedaviye mesafeli yaklaşanlara Peygamber Efendimiz (s.a) “Tedavi ile iyileşme de Allah’ın kaderidir” diye cevap vermiştir. Yanına gelen bedeviler, “Tedavi olalım mı?” diye sormuşlar, Efendimiz, “Tedavi olunuz, Allah Teala, (yeryüzüne) koyduğu her hastalığın devasını da koymuştur, tek bir hastalık müstesna o da ihtiyarlıktır” diye cevap vermiştir. Peygamber Efendimiz, bir yandan tıbbı rasyonel temellere dayandırırken diğer yandan tıbbın manevi yönünün bulunduğunu, her şeyin Yaratıcısının Allah olduğu (tevhid) inancını vurgulamıştır. Bu sebeple Allah Resûlü (s.a), tedavinin tecrübi yönüne işarette bulunduğu gibi manevi yönüne de dikkat çekmiştir. Tıbbi tedavinin yanında dua ile yapılan tedavi, yani rukye’yi de tavsiye etmiş ancak rukyenin yalnızca Allah’ın isimlerinin anılarak ya da Kur’an-ı Kerim’deki şifa âyetleri okunarak yapılması gerektiğini göstermiş, bâtıl inanç ve hurafelere kapı aralanmasına izin vermemiştir. Bir hadislerinde “Size şifalı iki şeyi bal ve Kur’an’ı tavsiye ederim” buyurarak, âyetlerin şifa maksadıyla okunmasının caiz olduğuna işaret etmiştir. Ayrıca rukye maksadıyla Fatiha suresini okuyarak, bir hastanın şifa bulmasına vesile olan Ebû Sa’îd el-Hudrî’yi (r.a) takdir ederek, Fatiha’nın şifa maksadıyla okunmasını onaylamıştır. Rönesans sonrası Modern Batı düşüncesinde diğer ilimlerde olduğu gibi tıbbın da din ve maneviyatla olan ilişkisinde bir kopuş yaşanmıştır. Descartes, ile birlikte başlayan modern Batı düşüncesinde insan bedeninin saat gibi çalışan bir makine olduğu kanaati, egemen tıp anlayışı haline gelmiştir. Tıbbın merkezine, acıyı çeken insan yerine hastalık yerleştirilmiştir. Hastalıkların, ölçümlerle doğrulanması, deneme ve sonuçların mühendislik normlarına göre değerlendirilmesi tıbbın temel esası olarak kabul edilmiştir. Bu dönemde insanın bedeni bir meta gibi algılanmış, duyguları ve inançları ihmal edilmiştir. Modern tıp, maneviyat eksikliğinin farkına varmaya başlayınca bu eksikliği tıp etiği (deontoloji) ile doldurmayı hedeflemiştir. Ancak temel paradigmalar değişmediğinden dolayı bugün modern tıbbın metafizik ilkelerinden bahsetmek mümkün görünmemektedir. Hastalık Mefhumu Tıp telakkisini belirleyen en önemli faktörlerden birisi hastalık mefhumuna yaklaşımdır. Fıkıh âlimleri hastalığın hukuki yönünü ön plana çıkardıklarından dolayı hastalarla alakalı meseleleri cenazelerle ilgili bölümlerde incelemişlerdir. Hadisçiler, fıkıh bablarına göre yazdıkları sünen türü eserlerde hastalarla alakalı hadisleri “Kitâbu’l-Cenâiz” bölümlerinde tasnif etmişlerdir. Cenazelerle alakalı bölümlerde, hasta ziyareti ve hastalıkların insanlara kazandırdığı manevi derecelerle alakalı hadisler rivayet edilmiş sonra ölüm ve ölüm ötesi ile ilgili rivayetlere yer verilmiştir. Bu tasnif usûlü Müslümanların ölüm imajına soğuk bakmadığını, ölümü hayatın bir parçası telakki ettiklerini göstermesi açısından manidardır. İmam Buhârî (ö. 256/870), el-Câmi’u’s-sahîh adlı eserinin 22. bölümünü “Kitâbu’l-Cenâiz”e ayırmış, 76. bölümde tıp hadislerini incelemiş, 75. bölümünü de “Kitâbu’l-Mardâ” (Hastalar Kitabı) olarak tasnif etmiştir. Kütüb-i sitte diye bilinen temel hadis kitaplarında yalnızca Buhârî’nin eserinde müstakil bir hastalar kitabı bulunmaktadır. Bu bölümde 22 konu başlığı altında 37 rivayeti tasnif etmiştir. İlk babta “Hastalığın Kefareti Hakkındaki Rivayetler”i incelemiştir. Başlıkta “Kim kötü bir iş yaparsa onun cezasını bulur” âyetini zikrederek, insanların başına gelen hoşa gitmeyen durumların iradeleriyle alakasına dikkat çeker. Daha sonra rivayet ettiği hadislerde her türlü hastalık ve sıkıntının manevi bir boyutu olduğunu bildiren hadisleri nakleder. Bir müslümanın ayağına batan dikenin bile günahlarına kefaret olduğunu bildiren hadisle konuya başlamış, “Allah, kime hayır dilerse onu hastalıklara maruz bırakır” hadisi ile babı tamamlamıştır. Bölümün ikinci babında ise Allah Resûlü’nün ağrıların diğer insanlara göre daha şiddetli olduğunu bildiren hadisi rivayet eder. Babın ikinci hadisinde ise şiddetli ağrılarla acı çekerken yanına giren Abdullah b. Mes’ud’a (r.a) Allah Resûlü’nün (s.a), “Bir hastalığa yakalanan Müslüman, çektiği acılar sebebiyle ağacın yapraklarını döktüğü gibi günahlarını döker” buyurduğunu bildiren hadisi rivayet eder. Üçüncü babın başlığı ise “İnsanların en ağır hastalıklara (belâ) maruz kalanları peygamberler sonra onlara benzeyenlerdir” şeklindedir. Bu üç babda rivayet edilen hadislerle hastalıkların şer/kötülük olmadığı hastalığın yaratılışının bir takım hikmetleri bulunduğu, bir insanın başına gelen küçük büyük her sıkıntı ve hastalığın günahlara kefaret olduğu anlatılmaktadır. İnsanların hastalığın olumlu yönlerini kabul etmekte zorlanacağını tahmin eden İmam Buhârî, üçüncü babta en ağır hastalıkların Peygamberlerin (a.s) başına geldiğine dikkatlerimizi çekerek, meseleyi müşahhaslaştırmaktadır. Sünen musannifi İmam Ebû Dâvud (ö. 275/888), cenazelerle ilgili bölüme hastalıkların günahlara kefaret olduğunu bildiren babla başlamıştır. Bu babda ilk zikrettiği hadiste Peygamber Efendimiz’in bir yolculuğu anlatılır. Suriye tarafına yapılan bu yolculuk esnasında Allah Resûlü (s.a) bir ağaç altında dinlenirken, ashabına hastalıkları anlatır ve “Mümine bir hastalık gelir sonra Allah onun hastalığını giderir ve sıhhat verir. Bu hastalık müminin geçmiş günahlarına kefaret, gelecek hakkında da ona bir nasihattir. Hastalanıp sonra iyileşen bir münafık ise deveye benzer. Hastalanınca sahipleri deveyi bir yere bağlar iyileşince de salarlar. Deve niçin bağlandığını bilmediği gibi niçin salındığını da bilmez” buyurur. Bunun üzerine etrafında bulunan adamlardan birisi “Ey Allah’ın Resûlü! Hastalık nedir ki? Ben hiç hasta olmadım” der. Allah Resûlü (s.a) “Kalk yanımızdan sen bizden değilsin” buyurur. Hastaları günahlarından dolayı dünyevi belalara maruz kalmış insanlar şeklinde algılamak yukarıda zikredilen hadislerle açık ve kesin bir dille yasaklanmıştır. Bu durumda hastaları küçük görmek, onlardan uzaklaşmak ya da bazı hastalıkları lanetli olarak nitelendirmek katiyen doğru değildir. Hastalık Cenab-ı Hakk’ın yarattığı bir nitelik olduğundan dolayı, İslam’da hastalığın lanetlenmesi ve hastaların kötü görülmesi şeklindeki bir anlayışa izin verilmemiştir. Nitekim Resul-i Ekrem Efendimiz, cüzzamlı hastaları bakışlarıyla rahatsız edenleri uyarmış, “Cüzzamlı hastalara bakıp durmayın” buyurmuştur . Hastalıkların bir takım hikmetlere binaen geldiğini, hastalığı yaratanın Allah Teâlâ olduğunu haber veren hadislerle mesele ortaya konulunca bazı hastalıklardaki bulaşıcılık özelliği hatıra gelmektedir. Hastalığın bulaşması herkes tarafından gözlemlenebildiği için insanlar, bulaşıcı hastalıklarda bir hastalığın sebebinin bir başka hasta olduğu fikrini açık bir gerçekmiş gibi telakki ederler. Nitekim hasta develer tarafından develerine uyuz hastalığının bulaştırıldığını iddia eden bir bedeviyi Allah Resûlü (s.a), “Öyleyse ilk deveye hastalığı kim bulaştırdı?” diye sorarak, hastalıkları Allah Teâlâ’nın yarattığına dikkatlerimizi çekmiştir. Bu babdaki ikinci hadiste ise Peygamber Efendimiz, “Hasta, sağlıklı olan kişinin yanına konulmasın” buyurmuştur. Bu hadisin açıklamasında el-Bâcî (ö. 474/1081), “Her ne kadar hastalığı ve sıhhati yaratan Allah Tebâreke ve Teâlâ ise de O’nun (bu âlemdeki) âdeti hastalığın bulaşması şeklinde cereyan etmektedir” diyerek, hastalıkların bulaşmasının da Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığını belirtir. Hanbeli fakihlerinden Yusuf b. Muhammed es-Surremerrî (ö. 776/1374), hastalığın yalnızca Allah’ın yaratması ile bulaşacağını, hudûs delilini kullanarak şöyle açıklar: “Sonradan olmuş şeyler (hâdise), ihdas eden (yoktan var eden) bir failsiz var olmazlar. Muhdisin, hayat sahibi, kudretli ve irade sahibi olması zorunludur. Bu böyle kabul edildiğinde işte şu hastalık ve rahatsızlıklar, muhakkak bitişik ya da yakın olmak suretiyle bir yerde/kişide sonradan ortaya çıkan cisimler cinsindendir ya da cisimlerde bulunan bir arazdır. Eğer o, cisimse hastalığın fâili olması caiz değildir. Çünkü cisim, hayy ve kâdir değildir. Bu cihetle hastalığın vücudu imkansız olur. Eğer hayy ve kâdir ise yine imkansız olur çünkü muhdes olan bir şeyin (hayy ve kâdir) olması mümkün değildir. Sonradan yaratılan bir şeyin kudret mahallinin dışında fiilinin (etkin) olması muhaldir. Eğer hastalık araz ise, bir başkasında hastalığı ihdas etmesi daha da imkan dışıdır. Çünkü arazın, (bizatihi) hayatı ve kudreti yoktur. Böylece hastalık bulaşma yoluyla gerçekleşti demenin akıl dışılığı ve hastalığın Allah Teâlâ’nın fiili olduğu, kudret ve ihtiyarı ile Allah’ın yarattığı ortaya çıkmış oldu. Allah, dilerse hastalığı kendisinde hastalık ve rahatsızlık bulunan kişi ile temas ile yaratır dilerse bulaşma durumundan bağımsız, münferit ve müstakil (bir hakikat) olarak yaratır. “Yaratmak ve emretmek yetkisi Allah’a mahsustur” , “O yaptıklarından sorumlu değildir. O’nu sorguya çekecek kimse yoktur, ama insanlar mutlaka sorgulanacaklardır”. O olmasını dilediği şeye yalnızca “ol” der, o şey hemen olur; O’nun kazasını geri çevirecek, hükmünü sorgulayacak yoktur, O, hesapları hemen görendir.” Allah Resûlü’nün hastalıkların tedavisi hakkında bildirdiği çözümler, insanlar arasındaki ihtilafları önlemiş ve tıbbın ilmi bir hüviyet kazanmasında temel dayanak noktalarından birisi olmuştur. Müslüman ilim adamları hekimlerin otoritesine itimat yerine âyet ve hadislerin otoritesine itimat etmişlerdir. Mesela Suriye bölgesinde veba çıktığı zaman Hz. Ömer, yanında bulunan ensar ve muhacirleri ayrı ayrı gruplar halinde çağırıp onlarla istişare etmiştir. Onlar aralarında ihtilaf etmişler; bir kısmı girelim bir kısmı da dönelim demiştir. Bunun üzerine Mekke fethinde Müslüman olan Kureyş’in yaşlılarını çağırmış onlar ittifakla geri dönülmesini söylemişlerdir. Hz. Ömer, geri dönmeye karar vermiştir. Bu esnada orada bulunmayan Abdurrahman b. Avf (r.a) gelmiş ve “Ben bu konuda bir ilme/hadis sahibim. Allah Resûlü’nün (s.a) “Bir yerde veba çıktığını işitmişseniz oraya girmeyin, sizin bulunduğunuz yerde veba vuku bulursa vebadan kaçıp kurtulmak düşüncesiyle oradan çıkmayın” buyurduğunu işittim” demiştir. Hadisi işitince Hz. Ömer Allah’a hamd etmiş ve geri dönmüştür. Mekke’de Dımad el-Ezdi adlı bir zat gelerek, “Ey Muhammed! Ben delileri tedavi ederim” diyerek, kendisini tedavi edebileceğini ima etmiş; yanına yaklaşmıştır. Peygamber (s.a), ona “Hamd, Allah’adır. O’ndan yardım diler, O’ndan bağışlanma isteriz...” diyerek cevap vermiştir. Bu sözleri dinleyen Dımad, hayranlığını dile getirerek müslüman olmuştur. Allah Resulü (s.a), hastaların ziyaret edilmesi ve onlara moral verilmesini teşvik etmiştir. “Hastanın yanına girdiğinizde, eceli konusunda onu rahatlatın. Bu onun ecelinin zamanını değiştirmez, ancak hastayı rahatlatır” buyurarak, hastaya moral açısından yapılan takviyelerin önemine dikkat çekmiştir . Ayrıca hadislerde hastaların ellerinin tutulması, başlarının tutulup dua edilmesi tavsiye edilmiştir. Peygamber Efendimiz, Mekke’de hastalanıp Medine’ye dönemem ve hicretim yarım kalır düşüncesiyle kederlenen Sa’d b. Ebî Vakkâs (r.a) Efendimiz’i ziyaret etmiş, elini alnına koymuş, sonra yüzünü ve karnını mesh etmiş ve “Allahım, Sa’d’a şifa ver; onun hicretini tamamla” diye dua etmiştir. Hatta sahabe-i kiram, hastalandığında yanına girdiklerinde Resul-i Ekrem Efendimiz’i mesh etmişlerdir. Tedavinin Dinî Temelleri Allah Resûlü’nün (s.a), tıp ilmine getirdiği en önemli yenilik bütün hastalıkların tedavi edilebileceğini ve var olan her hastalığın şifasının bulunduğunu söylemesidir. “Allah Teâlâ, hiçbir hastalık indirmemiştir ki onun devasını da indirmiş olmasın” mealindeki hadis hadisçiler tarafından “Kitâbu’t-Tıbb” bölümlerinin ilk hadisi olarak zikredilmiştir. Şüphesiz bu bilinçli bir tercihtir. Zira söz konusu hadis tedavi olmanın meşruluğunu pekiştirdiği gibi “hastalık ve deva”nın her ikisinin de Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını bildirmektedir. Bu ontolojik yakınlık, hastalık ve devanın birlikte, aynı seviyede ele alınması gerektiği sonucunu doğurmaktadır. Hastalığın yaratılmış olması keyfiyeti hastalığı bir yokluk, vücudun tabii şeklinin kaybolması şeklinde algılayan klasik yaklaşımın isabetli olmadığını ortaya koymaktadır. Hayat ve ölüm arasındaki ilişki gibi sağlık ve hastalık da birbirini tamamlayan, biri olmadan diğeri anlaşılamayan hakikatlerdir. Hastalıkların şifasının insanlara Cenab-ı Hakk’ın bir lütfu olarak indirildiği ya da bildirildiği hadislerde açıkça beyan edilmiştir. Peygamber-i Zişan (s.a), “Acve hurmasının cennet meyvelerinden olduğunu, zehirlenmeye karşı şifalı olduğunu, mantarın da (İsrailoğullarına semadan indirilen) nimetler (el-mennü/kudret helvası) cinsinden olduğunu, suyunun göze şifa verdiğini” söylemiştir. Miraçta meleklerin kendisine “ümmetine kan aldırmayı emretmesini söylediklerini” bildirmiştir. Her hastalığın bir sebebe bağlı olduğu ve sebepleri tespit edildiği takdirde hastalıkların sırlarının çözüleceği inancı insanları bütün hastalıkların sebeplerini araştırma düşüncesine sevk etmiştir. Hastalıkların Cenab-ı Hak tarafından yaratıldığının ifade edilmesi bazı hastaların ve hastalıkların lanetlenmesi gibi hatalı davranışları engellemiştir. Yine her hastalığın bir sebebinin bulunduğu fikri, hastalıkların kökeni ile ilgili bâtıl inançların ortadan kalkmasını temin etmiştir. Peygamber Efendimiz (s.a), büyü, kehanet, fal ve uğursuzluk ve benzeri uygulamaları şiddetle yasaklamıştır. Hastalıklardan korunmak ya da iyileşmek maksadıyla bu tür uygulamalara baş vuranların dinden uzaklaştığını ve dinin emirlerinin dışına çıktığını açıkça beyan etmiştir. “Kim bir kâhine gider ve onun dediğini tasdik ederse Allah’ın Muhammed’e indirdiği (dinden) dışarı çıkmış olur” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz kâinatta hiçbir şeyin başı boş olmadığını Cenab-ı Hakk’ın dışında kâinata hükmeden manevi bir gücün bulunmadığını eşyada var olan tek ilişki çeşidinin sebep-sonuç ilişkisi diye de isimlendirilen mukarenet ilişkisi olduğunun bunun dışında bir takım gizil güçler aramanın Allah’ı inkar anlamı taşıdığını açıkça ifade etmiştir. Uğursuzluk inancının şirk olduğunu söylemiş, belirli bazı gün ve ayların uğursuz olduğuna inanmanın dinde yeri olmadığını beyan etmiştir. “Sizden birisi hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaştığında ‘Allahım! İyilik yalnızca Senden gelir. Kötülüğü giderecek de yalnız Sensin. Dayanılacak ve sığınılacak kuvvet yalnızca Sensin' desin” buyurmuştur. Peygamber Efendimiz, yeryüzünde büyü, kehanet ve uğursuzluk olmadığını açıkladığı gibi gökyüzünün de Cenab-ı Hakk’ın mülkü olduğunu orada da tesadüfe yer olmadığını belirtmiştir. Yıldızlara itibar etmenin, astroloji ile ilgilenmenin bir çeşit büyü olduğunu söyleyerek, gök cisimlerine olağanüstü güçler atfedilmesini yasaklamıştır. Cahiliye Arapları, hastalıkları ve şifayı gökcisimlerinin hareketlerine ya da bazı görünmeyen varlıklara bağlıyorlardı. Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu tür bâtıl inançları şiddetle yasaklayarak, insanlara sebeplere riayet etmeyi öğretmiştir. Hudeybiye’de bir gece yağmur yağdıktan sonra Allah Resûlü, sabah namazını tamamladı ve insanlara dönerek “Rabbiniz ne buyurdu biliyor musunuz?” diye sordu. Ashab-ı kiram, “Allah ve Resûlü en iyi bilir” dediler. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a), şöyle söyledi: “Allah buyurdu ki, kullarım bana iman ederek ve inkar ederek sabaha ulaştı; Allah’ın fazlı ve rahmetiyle yağmura kavuştuk diyenler, Bana iman etti, yıldızı inkar etti; şu yıldızın doğuşu ile yağmura kavuştuk diyenler de Beni inkar etti yıldıza iman etti.” Hastalığın sebeplere bağlı yaratıldığı bu sebeplere riayet edilmesinin vecibe olduğu açıkça beyan edilmiş, sebeplere riayet edilmeden yapılan tedavilerde hekimlerin sorumlu olacağı bildirilerek, hastalar hukuki güvence altına alınmıştır. Mesela “Kim tıbbı bilmediği halde hekimlik yaparsa hastaya verdiği zararı tazmin eder” hadisinde hasta haklarının korunması gerektiği vurgulanmıştır . Peygamber’in (s.a) hastalığın ve devanın Allah Teâlâ tarafından indirildiğini bildirmesi, tıp ilmine daha başlangıçta manevî bir boyut kazandırmaktadır. Hadislerdeki tıbbın bu manevî boyutunu gören bazı araştırmacılar, tıbb-ı Nebevî yazarlarının veya muahhar dönem bilginlerinin, söz konusu manevîleştirme çabalarını tıbba itibar kazandırmak için yaptıklarını öne sürmüşlerdir. Halbuki tam aksine tıbb-ı Nebevî müellifleri, tıp hadislerine tıbbî bir hüviyet kazandırmak maksadıyla hadislerdeki bu manevîlik niteliğini zaman zaman ihmal etmişler, rasyonel ve kendi zamanlarının tıp anlayışına uygun yorumları tercih etmişlerdir. Ashab-ı kiramdan Ebû Rimse (r.a), şöyle rivayet etmiştir: “Ben babamla birlikte Allah Resûlü’nün (s.a) yanına gittim. Babam, Allah Resûlü’nün sırtındaki peygamberlik mührünü kastederek, “Sırtındakini bana göster ben tabibim” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü, “Tabib Allah’tır. Belki sen refik/şefkatli bir kişisin. Onun tabibi onu yaratandır” buyurdu. Bu hadisin yorumunda İmam Beyhakî (ö. 458/1066), şu değerlendirmeyi yapar: “Hastayı tedavi eden kişi, uzman ve sanatında öncü de olsa hastalığın tam olarak ne olduğunu (nefsu’d-dâ) ilmiyle ihata edemez. Hastalığı tanısa ve diğer hastalıklardan ayırsa bile hastalığın ölçüsünü ve hastanın bedeninde ne kadar ilerlediğini ve kuvvetini ne kadar zayıflattığını bilemez. Anılan hastayı, ancak zann-ı galibine ve anladığı kadarına istinaden hareket eden bir tabib taslağı (mütetabbib) olarak tedavi eder. Çünkü onun ilaç hakkındaki bilgisi de hastalık hakkında söylediğim gibidir. Bu sebeple o, bazen doğru bazen de yanlış yapar. Bazen fazla ilaç kullanır aşırıya kaçar, bazen eksik kullanır, tedavide yetersiz kalır… Tabib, hastalığın ve ilacın hakikatini bilen ve sıhhat ve şifa vermeye kâdir olan demektir. Bu sıfatlar da ancak Hâlik (takdire göre Yaratan’dır), Bârî (Yaratan’dır) ve Musavvir (en güzel şekli vererek Yaratan’dır) olan Allah’a aittir, O’nun dışında bir başkasının bu isimle adlandırılması uygun olmaz”. Ateşli hastalıkların cehennem (en-nar/ateş) esintisi olduğunu, onu soğuk su ile soğutmak gerektiğini söylemiştir. Ateşli hastaların (humma) akşam ile yatsı ezanları arasında ya da sabah namazından sonra soğuk su ile yıkanmasını tavsiye etmiştir. Hazret-i Peygamber Efendimiz, ateşlenen hastalara soğuk su tedavisini bizzat kendisi de uygulamıştır. Vefat ettiği hastalığı esnasında ateşlenmiş, ağrıları artmış; “Üzerime bağları açılmamış yedi kırbadan su dökün ki belki (mescide çıkıp) insanlara vasiyet edebilirim” diyerek, mescide çıkıp son kez bir şeyler söyleyebilmek için güç toplayabilmek için ateşinin dinmesini arzu etmiştir. Ateşli hastalığı olanlara sabah güneş doğmadan üç defa geçmezse yedi defa üzerlerine su dökmeyi ve tavsiye etmiştir. Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra ashab-ı kiram bu uygulamayı devam ettirmişlerdir. Hz. Ebû Bekr’in kızı Esmâ’nın yanına hummalı bir kadın gelmiş, kadının boynundan aşağı elbisesinin içine su dökerek, “Allah Resûlü (s.a), bize hummayı su ile soğutmayı emretti” demiştir. Sıcak memleketlerde ekseriyetle güneş çarpmasından meydana gelen ateşlenmelere soğuk su tedavisi önerilmiştir. Ateşin düşürülmesi hastalıkların tedavisinde ilk adımdır. Ateşlenen kişinin cehennem ateşinin bir kokusunu duymuş gibi sıkıntı çektiğini ifade eden Allah Resûlü, bu ateşin soğuk su ile söndürülmesini söyleyerek hoş bir benzetme yapmıştır. Bazı rivayetlerde ise “Humma, cehennem kirlerinden bir kirdir onu soğuk su ile kendinizden uzaklaştırın” buyrulmuştur. Bu hadiste ise hastalık kire benzetilerek onun su ile temizlemesi gerektiği belirtilmiştir. Hastaların ateşinin bir hadiste cehennem ateşi bir diğerinde ise cehennem kiri olarak anılması mecazi mananın kastedildiğini göstermektedir. Soğuk su ile arasındaki bağı insanlara Allah Resûlü dolaylı bir üslupla ateş ve kir benzetmesiyle anlatmıştır. Tedavi olunan ilaçlar ve bazı tedavi metotları hakkında “hayr” kavramını kullanarak, uhrevi hayırla dünyevi hayır arasında ayrımın bulunmadığını ifade etmiştir. Onayladığı tedavileri “hayırlıdır” şeklinde nitelendirerek , tavsiye etmiş; onaylamadığı bazı tedavileri ise “şeytan işlerinden” diyerek yasaklamıştır. Mesela bir hadiste “Göz sürmelerinin en hayırlısı “ismid/sürme taşı”dır” buyrulmuş; bir başka hadiste ise “Tedavi olduğunuz şeylerin en hayırlısı, buruna ilaç damlatmak, ilaç içmek, kan aldırmak ve bağırsakları boşaltmaktır” buyrulmuştur. Allah Resûlü bir hadislerinde “Eğer sizin ilaçlarınızda hayır varsa o da bal şerbetinde, hacamat bıçağında ya da ateşle dağlamadadır” buyurarak, ilaçlarda hayır bulunduğunu açıkça ifade etmiştir. Peygamber (s.a), “Tedavi olunuz. Ancak haram olan şeylerle tedavi olmayınız” buyurmuştur. İçkinin ilaç olarak kullanılmasına karşı çıkmış, onun ilaç olduğunu söyleyen bir sahabiye “o hastalıktır” diye cevap vermiştir. Pis (habis) maddelerin ilaç olarak kullanılmasını yasaklamıştır. Bazı hadisçiler, hadiste geçen “habis” teriminin zehirli maddeleri ifade ettiğini söylemişlerdir. Bir hadiste “Haram olan şeylerle tedavi olmayın” buyrulmuştur. İlaç yapımında çevreye ve canlılara zarar verilmesine izin verilmemiştir. Nitekim kurbağaları öldürüp onlardan ilaç yapmak isteyen bir sahabiye izin vermemiştir. Tedavi ve ilaç kullanımı bir bakıma fiili bir duadır. Duayı kabul edip şifayı yaratan ise Cenab-ı Hakk’tır. Tedavi olmak fiili dua ile Cenab-ı Hakk’a yakarmak manasına gelmektedir. Bu sebeple Allah Resûlü, hastalıkla karşılaştığında tedavi olmuş ve ilaç kullanmıştır. O, bir çok kez hacamat yaptırmıştır; mesela Mekke yolunda Lahyu Cemel denilen yerde ihramlı iken baş ağrıları şiddetlenince başından kan aldırmış ve bir hadislerinde “Sizin tedavi olduklarınızın en uygunu hacamattır” buyurarak, kan aldırarak tedaviyi olmayı teşvik etmiştir. Peygamber Efendimiz, hastalandığında burnuna ilaç damlatmış ve “Size şu ûdu’l-Hindî’yi (topalak otu) tavsiye ederim; onda yedi şifa vardır. Bademcik için burundan damlatılır; zatu’l-cenb (böğürlerdeki ağrılar) için ise ağızdan içirilir” buyurarak, ashabına nasıl tedavi olunacağını öğretmiştir. İlâhî İsimler ve Şifa Tıbbın konusu hastalık ve tedavidir. Hastalık hali, bir yokluk ve hiçlik durumu değildir. Hastalık canlı varlıklarda belirli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan arizî durumlardır. Canlı varlıkların fıtrî özelliklerinde yani tabiatlarında meydana gelen bazı değişiklikler, hastalık olarak isimlendirilir. Bu değişimler bir sebeple birlikte ortaya çıktığı için hastalıklarla sebepler arasında bir ilişki vardır. Bu illiyet ilişkisi zorunlu değildir. Kainatta var olan genel illiyet/nedensellik ilkesi ekseninde cereyan etmektedir. Kainatta sebeplerle sonuç gibi gözüken durumlar arasında cebri bir determinizm bulunmadığı gibi hastalıklarla hastalığı ortaya çıkaran sebepler arasındaki ilişki de cebri/zorunlu bir ilişki değildir. Belki kelamcıların ifade ettiği gibi bir mukarenet/yakınlık ilişkisidir. Diğer tüm varlıklarda olduğu gibi hastalıkların da gerçek bir sebebi (müsebbibü’l-esbâb) vardır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah, hastalıkları ve sebeplerini birlikte yaratmıştır. Allah Teâlâ ubudiyet edilecek tek Ma’bud olduğu gibi Rububiyeti’nde de eşi ve benzeri olmayandır. O, insanı yarattıktan sonra kendi haline ya da başıboş bırakmamış; insanın hayatı boyunca ihtiyaç duyduğu her şeyi yaratarak, her daim Rububiyeti’ni ona hissettirmiştir. İnsan, aczini ve zaafını hissettiği ölçüde Cenab-ı Hakk’ın Rububiyeti’ne olan ihtiyacını hisseder. Aczin en iyi hissedildiği anlar ise hastalık vakitleridir. Bu sebeple hastalık esnasında şifa isterken Peygamber Efendimiz, Cenab-ı Hakk’a “Yâ Rabb!; insanların Rabbi!” diye yakararak dua etmiştir. Peygamberimiz (s.a), hasta ziyaretlerinde hastaya “Hastalığı gider, insanların Rabbi! Şifa ver, Şâfi yalnızca Sensin” dua etmiştir. Hastalara yaptığı dualarda hastalığın “Rabbimizin izni ile” iyileşeceğini özellikle ifade etmiştir. Böylece bize, hastalara şifa verenin âlemlerin Rabbi Allah olduğunu, şifanın Cenab-ı Hakk’ın rububiyetinin tecellisi ile gerçekleştiğini göstermiştir. Hazret-i İbrahim (a.s), kavmine kulluğun yalnızca Allah’a yapılması gerektiğini hatırlattıktan sonra tevhid-i rububiyet’e dikkatlerini çekerek, “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren; hastalandığımda O’dur bana şifa veren; O’dur beni öldürecek ve sonra da diriltecek olan” buyurmuştur. Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine duyulan ihtiyaç hastalık esnasında daha iyi hissedilir. İnsan şifayı O’ndan isteyerek, Rabbi’ne duyduğu bağlılığı dile getirir. Hastalığı yaratan Allah Teâlâ olduğu gibi hastaları sıkıntılı anlarında bakıp gözeten de âlemlerin Rabbi Allah Teâlâ’dır. Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hastalarınızı yemek yemeye zorlamayın, Allah onları yedirir içirir” buyurarak, hastaların adeta Cenab-ı Hakk’ın bakım ve gözetimi altında olduğunu bildirmiştir. Hastaların duasının kabul edildiğini bildiren hadisleri onların Allah Teâlâ’nın bakım ve gözetiminde olmasıyla açıklamak da mümkündür. Nitekim Hazret-i Ömer Efendimiz, Peygamber (s.a) bana “Hastanın yanına girdiğinde sana dua etmesini söyle; hastanın duası meleklerin duası gibidir, diye tavsiyede bulundu” demiştir. Şifa, Cenab-ı Hakk’ın Rahmân isminin hastalar üzerindeki tecellisidir. Peygamber Efendimiz (s.a), hastalara dua ettiğinde Cenab-ı Hakk’tan rahmetini indirmesini niyaz eder. Ashabına, sizden birisi bir sıkıntı veya hastalıktan rahatsız olduğunda ya da bir kardeşi hastalandığında şöyle dua etsin: “Bütün eksik sıfatlardan münezzeh müteâl Allah, ey Rabbimiz! Senin hükmün gökyüzü ve yeryüzündedir. Gökyüzündekilere rahmet ettiğin gibi yeryüzündekilere de rahmetinle muamele et. Günah ve hatalarımız bağışla. Sen temiz ve pakların Rabbi’sin. Şu ağrı/acı üzerine rahmetinden bir rahmet şifandan bir şifa indir.” Hastalıklar, Cenab-ı Hakk’ın eş-Şâfi isminin tecellisi olan şifa hakikatini fark etmemizi sağlar. Şifanın gerçekleşmesi Şâfi isminin tecellisine bağlıdır. Hastalığı yaratan Allah olduğu gibi şifayı yaratan da O’dur. Nitekim Kur’an-ı Kerim, “O’dur beni doyuran, O’dur beni içiren. Hastalandığımda O’dur bana şifa veren. O’dur beni öldürecek ve sonra diriltecek olan”. âyetinde, şifayı yalnızca Allah’ın verebileceğini bildirir. Allah Resûlü, hastalara dua ettiğinde Cenab-ı Hakk’a “eş-Şâfi” adıyla yakararak, “Şâfi yalnızca Sensin, Senden başka Şâfi yoktur” diyerek, Şâfi isminden yardım istemiştir. Allah Teâlâ’nın Şâfi isminin tecellisi ile şifanın gerçekleştiğini göstermiştir. Hastalık Cenab-ı Hakk’ın Şâfi isminin bilinmesine ve O’na yönelmeye bir vesile olduğu gibi her şeyin sahibinin Allah olduğunun bilinmesine de veselidir. Var olan her şeyin sahibi Allah Teâlâ’dır; bu sebeple âyet-i kerimede şöyle dua etmemiz emrediliyor: “De ki, ‘Ey mülk ve hakimiyet sahibi (Mâlike’l-mülk) Allahım! Sen mülkü dilediğine verir, dilediğinden onu çeker alırsın. Dilediğini aziz dilediğini zelil kılarsın. Her türlü hayır yalnız Senin elindedir. Sen elbette her şeye Kadîr’sin. Geceyi gündüze katar günü uzatırsın, gündüzü geceye katar geceyi uzatırsın. Ölüden diri, diriden ölü çıkarırsın. Sen dilediğin kimseye sayısız rızıklar verirsin”. Her şeyin Allah’a ait olduğu hakikatini insanlar, hastalık ve ölüm karşısında çaresiz kaldıklarında daha iyi hissederler. “Sabırlılar o kimselerdir ki başlarına musibet geldiğinde, “Biz Allah’a aidiz ve vakti geldiğinde elbette O’na döneceğiz” derler”. âyetinde açıkça beyan edildiği gibi müminler, musibet anında Cenab-ı Hakk’a ait olduklarını hatırlayıp, O’na teveccüh ederler. Allah’ın Zatı’nın kusurdan, sıfatlarının noksanlıktan ve fiillerinin şerden salim olması anlamına gelen es-Selâm ismi ise var olan her çeşit selametin kaynağının O olduğunu anlatır. Bu takdirde insanda hastalıklardan selamet halinin kaynağı Selam ismidir. Cenab-ı Hakk’ın isimleri arasında Tabîb olmamakla birlikte Hz. Aişe validemiz, gerçek tabibin Cenab-ı Hakk olduğunu ifade için Allah Teâlâ’ya “Tabib Sensin” diye dua etmiştir. Hz. Aişe (r.a), vefat ettiği hastalığı esnasında Allah Resûlü’nün (s.a) göğsüne elini sürerek “Ey insanların Rabbi, sıkıntıyı gider, Tabib Sensin, Şafi Sensin” diye dua ediyordu; Allah Resûlü ise “Beni Yüce Dost’a kavuştur” diyerek, Cenab-ı Hakk’a olan iştiyakını dile getirmiştir. Ölümün de varlığı olan diğer tüm şeyler gibi bir hakikati ve mevcudiyeti vardır. Hatta ölümün gerçekliği ve gücü bazen hayatın önüne geçer. Bu sebeple “Her toplumda, baskın olan ölüm imgesi egemen olan sağlık kavramını belirler” denilmiştir. Hayat veren, hayatı yaratan Allah olduğu gibi ölümü yaratan da Allah Teâlâ’dır. O, Muhyî ve Mümît’tir. Kur’an-ı Kerim’de, “Göklerin ve yerin hâkimiyeti O’nundur. Hayatı veren ve hayatı alıp öldüren O’dur. O, her şeye kadirdir” buyrulmuştur. İmam Beyhakî (ö. ), bu âyet-i kerimeyi yorumlarken, “Allah Teâlâ, hayır ve şerrin, fayda ve zararın O’nun tarafından yaratıldığı bilinsin diye, kendini hayat verme fiiliyle övdüğü gibi öldürme fiiliyle de övmüştür” der. Allah Resûlü (s.a), şifanın Allah Teâlâ tarafından yaratıldığını ifade ettiği gibi ölümün de Allah’ın takdiri ile olduğunu belirtmiştir. Sa’d b. Zürare (r.a) ağır hastalandığı zaman Resûlullah (s.a) onu dağlamış fakat Sa’d vefat etmiştir. Bunun üzerine “Yahudiler için kötü bir ölüm. Şimdi derler ki “Muhammed’in arkadaşına bir faydası olmadı”. Ben ne onun için ne de kendim için Allah’a karşı hiçbir şey yapamam” diyerek bir yandan üzüntüsünü diğer yandan da Allah’a bağlılığını ve ölümün de Cenab-ı Hakk tarafından yaratıldığını dile getirmiştir. Görüldüğü gibi kâinatta var olan sağlıkla alakalı gerçekler, İlahi isimlerin tecellilerine dayanmaktadır. Bu takdirde hastalığın ve şifanın varlığını inkar etmek mümkün değildir. Her ikisinin de kaynağı fizik ötesidir. Fizik âlemdeki diğer tüm hakikatler gibi sağlık etrafında şekillenen hastalık, ilaç, şifa ve sıhhat sebeplere bağlı yaratılmış hatta sebepleri ile birlikte yaratılmış hakikatlerdir. Ancak Allah Teâlâ, hayat ve ölümü sebeplere bağlamamış onları doğrudan kendi fiili olarak zikretmiştir. Nitekim hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz, ölüm hariç her hastalığın sebepler âleminde çaresinin bulunduğunu haber vermiştir. DERLEME : YAVUZ TELLİOĞLU