The Ring of Gyges is a mythical magical artifact mentioned by the philosopher Plato in Book 2 of his Republic (2.359a–2.360d).[1] It granted its owner the power to become invisible at will. Through the story of the ring, Republic considers whether an intelligent person would be moral if he did not have to fear being caught and punished for doing injustices.
In Glaucon's recounting of the myth (which is clearly not based on historical fact), an unnamed ancestor of Gyges[4] was a shepherd in the service of the ruler of Lydia. After an earthquake, a cave was revealed in a mountainside where he was feeding his flock. Entering the cave, he discovered that it was in fact a tomb with a bronze horse containing a corpse, larger than that of a man, who wore a golden ring, which he pocketed. He discovered that the ring gave him the power to become invisible by adjusting it. He then arranged to be chosen as one of the messengers who reported to the king as to the status of the flocks. Arriving at the palace, he used his new power of invisibility to seduce the queen, and with her help he murdered the king, and became king of Lydia himself.
The role of the legend in Republic
In Republic, the tale of the ring of Gyges is described by the character of Glaucon who is the brother of Plato. Glaucon asks whether any man can be so virtuous that he could resist the temptation of being able to perform any act without being known or discovered. Glaucon suggests that morality is only a social construction, the source of which is the desire to maintain one's reputation for virtue and justice. Hence, if that sanction were removed, one's moral character would evaporate.Glaucon posits:
- Suppose now that there were two such magic rings, and the just put on one of them and the unjust the other; no man can be imagined to be of such an iron nature that he would stand fast in justice. No man would keep his hands off what was not his own when he could safely take what he liked out of the market, or go into houses and lie with any one at his pleasure, or kill or release from prison whom he would, and in all respects be like a god among men.
- Then the actions of the just would be as the actions of the unjust; they would both come at last to the same point. And this we may truly affirm to be a great proof that a man is just, not willingly or because he thinks that justice is any good to him individually, but of necessity, for wherever any one thinks that he can safely be unjust, there he is unjust.
- For all men believe in their hearts that injustice is far more profitable to the individual than justice, and he who argues as I have been supposing, will say that they are right. If you could imagine any one obtaining this power of becoming invisible, and never doing any wrong or touching what was another's, he would be thought by the lookers-on to be a most wretched idiot, although they would praise him to one another's faces, and keep up appearances with one another from a fear that they too might suffer injustice.
-
- — Plato's Republic, 360b–d (Jowett trans.)
Kutsal Kitap’ta yer alan Yecüc-Mecüc olayının özeti budur. Hıristiyanlık tarihi boyunca bu verilerden hareketle tıpkı Deccal efsanesinde olduğu gibi, Yecüc Mecüc konusunda da bir yerlere varılmaya, Yecüc-Mecüc’ün kimliği ve zamanı tespit edilmeye çalışılmıştır. Kutsal Kitab’ın Yecüc-Mecüc ifadelerinden hareket eden Hıristiyan teologları, bu ifadelerin yorumlanmasında iki farklı geleneği ortaya çıkarmışlardır. Bunlardan ilki olan Sibylline geleneğine göre Yecüc-Mecüc, Deccal ile birlikte ortaya çıkacak olan bütün kötü dünya halkını sembolize etmektedir. Buna karşın Patristik geleneğe göre Yecüc-Mecüc, Deccal öncesinde ortaya çıkan ve kıyamet öncesi Deccal karşısında ayakta kalan son dünya imparatoru olan bir Hıristiyan imparatoruna yenilene değin bütün dün- yayı fethedecek olan bir barbar halkı temsil etmektedir.21 Hıristiyan yorumcula- rın çoğu, tercihini ikinci yorumdan yana koymuşlar ve dünyanın sonu öncesi ortaya çıkacak kötü bir halkı beklemişlerdir.
Barbar ve savaşçı bir kavim olarak tanımlanan Yecüc-Mecüc, tıpkı Deccal gibi sadece Hıristiyanlık ve Yahudiliğe özgü bir kavram değildir. Yecüc-Mecüc de tıpkı Deccal tiplemesi gibi, dünyanın pek çok dininin ortak dinsel motifle- rindendir. Dolayısıyla hem Deccal ve hem de Yecüc-Mecüc, ilk defa Yeni Ahit’in ortaya attığı kavramlar olmadığı gibi, örneğin Müslüman gelenekte de ifadesini bulan Yecüc-Mecüc’ü salt Hıristiyan geleneği ile açıklamak da müm- kün değildir. Bu kavramların tarihi çok eskilere gitmektedir. Kayıtlarda bu terimin Anadolu’da MÖ. 7. asırda yaşayan Lidya Kralı Gyges’e izafe edildiği, bazen Lidya Krallığı’nın Mecüc ülkesi olarak nitelendirildiği zikredilir.22 Daha öncesi hakkında elde fazla veri olmamakla birlikte, onun çok daha eskilere git- mesi kuvvetle muhtemel gözükmektedir. Çünkü son döneme ilişkin kehanetle- rin ve Yecüc-Mecüc efsanesinin en temel dayanağı olan Hezekiel Kitabı, MÖ. 597–570 yılları arasında yazılmıştır. Bundan bir süre önce Lidya Kralı Gyges’e ve halkına Yecüc halkı dendiğine göre, Yahudiler ya da Hezekiel, bu kavrama aşina birisi olmalıdır. Çünkü bu motif o dönemde canlı biçimde kullanılıyordu. Öte yandan Hezekiel kitabı yazıldığı tarihlerde Yahudilerin tarihte en kötü yıllarını yaşadıklarını, önce Asurluların ve ardından da Babillilerin esaretine girdiklerini düşünürsek, bu kavramın Hezekiel ve Yahudiler açısından önemi ortaya çıkacaktır. Yahudiler o dönemin silahları ile kuşanmış, saldırgan ve kendi bölgelerinden bir gücü –muhtemelen kuzeyden geleceği tasavvur edilen- öngörerek cemaatlerini daha kötü günlere karşı uyarmıştır. Dolayısıyla burada sosyo-politik ve psikolojik olayların din ve dinsel temalar üzerindeki etkisini görmek mümkündür.
Zor dönemler her zaman düşmanını ortaya çıkarmıştır. Roma İmparator- luğu’nun son yıllarında İstanbul Patriği Proclus (434–47) da istilacı olarak nite- lediği Hunlar’ı Yecüc-Mecüc halkı olarak görmüştür.24 Ortaçağ boyunca Gotların ve Vizigotların Yecüc ve Mecüc olduğu Hıristiyanlar tarafından sıkça ifade edilmiştir.25 Bunun ardından da Osmanlı İmparatorluğu Yecüc ve Mecüc olarak tanımlanmıştır. Puritan Cotton Mather (1663–1728), Amerikan Kızılderilileri’ni Yecüc ve Mecüc olarak görmüştür.26 Hıristiyanlar özellikle sıkıntılı dönemle- rinde karşılarında rakip ya da düşman olarak gördükleri kimseleri bu terimle nitelemişlerdir. Bu düşmanlık politik arenada olabileceği gibi, dinsel anlamda da olmuştur. Örneğin 960’lı yıllarda Avrupa’nın çoğu yerinde, Hıristiyan inan- cına sahip Macar halkı kaypak ve Tanrı’dan uzak bir millet olarak görülmüş ve onların apokaliptik Yecüc-Mecüc halkı oldukları düşünülmüştür. Avrupa’nın Macar halkına bu bakışı yaklaşık bir asır sürmüştür.
Aslında Deccal ve Yecüc-Mecüc tiplemeleri, kötülüğün somut olarak dış dünyaya inişini ifade etmektedir. İnsanın yaratılışı ile birlikte tanrısallığını kaybeden ve düşmüş bir varlık olarak kötülüğün sembolü olan Kutsal Kitab’ın soyut Şeytan motifi, Deccal ve Yecüc-Mecüc ile adeta dış dünyaya somut bi- çimde indirilmektedir. Öyle ki, dünyada gelecekte yaşanacak kötülükler, kötü- lüğün kaynağı Şeytan olsa da, Deccal ve Yecüc-Mecüc’de adeta bedenleşmekte, insanların önüne kötülüğe karşı bir uyarı işareti olarak konulmaktadır.
Deccal ve Yecüc-Mecüc motifleri salt Kutsal Kitap kullanımları ile ele alı- nacak olsa da, bunların politik imalar taşıdıkları görülecektir. Zira Kudüs, Hezekiel’in kullanımı ile Yahudilerin olduğu kadar sonraki dönemde Hıristi- yanların da kutsal mekânı ve hac yeridir. Dolayısıyla, tarih boyunca politik açıdan Kudüs’e yönelik planlar yapanlar ya da daha genel bir ifade ile Hıristi- yanlığın karşısında yer alan etkin politik güçler, her zaman için Hıristiyanların Deccal, Yecüc-Mecüc tanımlamasında potansiyel hedef olmuşlardır. Bu durum, sürgüne gönderilen ama Kutsal Topraklar vaadi ile ümitlerini terk etmeyen Yahudilik tarihi ile başlamış, Kudüs’e en az Yahudiler kadar önem veren Hıris- tiyanlar ile devam etmiştir. Hıristiyanlığın Yahudi Kutsal Topraklarına yönelik kutsal bakışı başlangıçta sorun teşkil etse de, sonraki dönemlerde iki din men- suplarının kendilerini aynı ilahi planın uygulayıcıları olarak görmeleri, sorunu ortadan kaldırmıştır. Özellikle son dönem Yahudi-evangelik Hıristiyan birlikte- liği bunun açık kanıtıdır. Fakat İslam’ın da bu şehre ayrı bir önem vermesi ile Kudüs, dinler arasında adeta ‚paylaşılamayan‛ bir şehir haline gelmiştir. Zira ne Yahudi Hıristiyan bloğunun ve ne de İslam’ın Kudüs üzerindeki egemenlik iddiasını başkaları ile paylaşma niyeti vardır. Gerek bu anlayış ve gerekse böl- genin demografik yapısı, geçmişte olduğu gibi günümüzde de bölgeyi iktidar mücadelesi yapılan bir yer haline dönüştürmüştür.
Daha net bir çözünürlükte, biri çok farklı bir şey görür. Gyges, koyunlarını, yer altında, dünyanın hazinesi ve cesetlerini bulduğu bir deliğe girmeye çalışan bir çoban. Çukurun en derin bölümünde bir bronz at bulur ve atın içinde bir görünmezlik halkası takan bir ceset bulunur. Diğer bir deyişle, Gyges, başkalarının iyiliğine olan ilgisini yitirir, çünkü yeraltı dünyasına hayran kalır ve her adımda ölüm ve hazineyle daha da büyülenir. Bu Cehennem'in merkezinde bir Truva atı, yani herkesin tanrılar tarafından bir hediye olarak aldığı ama aslında bir lanet olduğu bir şey bulunur. Gyges yüzüğü alır, yani kendini bu yeraltı dünyasının bütünlüğüne ihanet eder ve böyle yaparak bir hayalet haline gelir. Yeraltında öldü ve ölümünü onunla geri getirdi.
The Ring of Gyges at different resolutions:
At a sharper level of resolution one sees something very different. Gyges is a shepherd who leaves his sheep to wander into a hole leading under the earth, where he finds both treasure and corpses. In the deepest part of the pit he finds a bronze horse, and inside the horse is a corpse wearing an invisibility ring. Gyges, in other words, leaves off the care and tending to the good of others because he becomes fascinated with the underworld, and with each step he becomes more and more fascinated with death and treasure. At the center of this Hell one finds a Trojan horse, i.e. something that everyone takes as a gift from the gods but which is in reality a curse. Gyges takes the ring, i.e. he betroths himself to the totality of this underworld and in doing so becomes a ghost. He dies in the underworld and brings death back with him.
This is an excellent point, and that the underworld aspect of the story is essential is clear from other things in the Republic. It particularly links the story with the Allegory of the Cave. I've noted before that the underworld has a recurring role in the dialogue. For instance, in the beginning of Book III, one of the passages from Homer that Socrates criticizes is Homer's account of Odysseus talking to Achilles in Hades, in which Achilles says he would rather be the living slave of a poor master than king of the dead; but in the Allegory of the Cave, he quotes exactly this passage: the man who goes out of the Cave would rather be the slave of a poor master in the real world than live as people do in the Cave. The Allegory of the Cave is deliberately flipping the meaning: instead of Achilles saying that he would rather be one of us than live as a hero in the underworld, the Allegory teaches us that it is better to be a Socrates (say) living in the real world than to live in the shadowy underworld like we do. Thus the fact that Gyges enters the underworld is certainly important.
Likewise, it's commonly recognized that ascending and descending are important to the Republic, since they keep recurring (for instance, Socrates descends into the Piraeus to have his discussion with Thrasymachus), and we find here another link between the Allegory of the Cave and the Ring of Gyges. In the Ring of Gyges, Gyges descends into the underworld and then reascends; in the Allegory of the Cave, the freed man ascends out of the Cave and then redescends. These are pretty clearly mirror images: Gyges brings the underworld way to the upper world; the freed man brings the upper world way into the underworld. And James's other point about this is particularly relevant: the freed man redescends into the Cave for the good of others, to bring them real life; Gyges reascends wholly devoted to his own good rather than the good of others, bringing death.
Socrates does this kind of overturning elsewhere, too. In the Gorgias, for instance, Callicles says that Socrates will be dragged to court and, unable to defend himself against orators, will be put to death; in response, Socrates tells a story in which everyone dies and are dragged to a court in which people like Callicles and the orators cannot defend themselves. This pattern of overturning is worth considering throughout the dialogues.
LİDYALILAR
Anadolu'nun batısında Gediz ve Menderes ırmakları arasında kalan bölgeye İlkçağda Lidya, bu topraklarda oturanlara Lidyalılar denilmiştir. Hint - Avrupalı bir kavim olan ve doğudan Anadolu'ya gelen Lidyalılar önce Hititlerin daha sonra da Frigyalıların egemenliği altında yaşadılar. Dilleri, Hitit dili ile benzerlik göstermektedir.Lidyalılar, Frigyalıların yıkılmasından sonra Kral Giges zamanında bağımsız bir devlet kurdular (M.Ö. 687).
Lidyalıların başkenti, dönemin en büyük ve zengin kentlerinden olan Salihli yakınlarındaki Sardes (Sard)’dır.
Giges, devletin sınırlarını genişletti. Doğu sınırları Kızılırmak ırmağına kadar uzandı.
Kimmerlere karşı Asurlularla işbirliği yapmışlar ve bunun sonucunda Kral Yolu Asur'a kadar uzanmıştır.
Kral Alyattes zamanında Medlerle savaş yapıldı. MÖ 585 yılında barış yapılarak, Kızılırmak iki devlet arasında sınır oldu.
Ayrıca Lidyalıların parayı bulan ilk uygarlık olduğuna dair yaygın bir kavram yanılgısı vardır, oysa para çok daha eski bir medeniyet olan Sümerler'de ve Mısır'da da vardır. Gerçekte Heredot, Lidyalıların gümüş ve altın madeni parayı ilk defa kullandığını yazar. Başka deyişle Lidyalılar zaten var olan para sisteminin aracı olarak altın ve gümüşü tercih eden ilk uygarlıktır.
Son kralları Krezus dönemi Lidya'nın en parlak zamanı oldu. Başkentleri Sard aynı zamanda dönemin kültür ve sanat merkeziydi. Ancak bu durum uzun sürmedi. Adalar (Ege) Denizi’ne çıkmak istemeyen Pers Kralı Kyros (Kirus), Mısır'la ittifak yapan Lidya Kralı Krezus'u yenerek Lidya Krallığına son verdi (M.Ö. 546).
Lidyalıların aynı bölgede yaşadıkları kayda geçmiş İonyalılarla henüz kesinleştirilememiş bir ilişkisi bulunmaktadır. Homeros bu bölgeyi anarken Lidyalılardan değil Tmolos Dağı (Bozdağ) eteklerinde yaşayan Meonyalılardan söz eder. Nitekim antik çağ boyunca Lidya'da Meonia isimli bir kent varlık göstermiştir. Bu isim Manisa'ya bağlı halihazırdaki adı Gökçeören olan köyün yakın geçmişe kadar geçerli kalmış ismi olan Salihli yolu ile günümüze kadar da ulaşmıştır. Meonialıların, Lidyalılar için kullanılmış daha eski isim olduğu, veya Lidyalılardan önce bu bölgede yaşamış, daha sonra da Frigyalıların bir uç kolu olarak tarihte beliren Lidya halkı ile ya kısmen kaynaşmış, ya da güneydeki dağlık bölgeye sürülmüş bir kavim oldukları öne sürülen teoriler arasındadır. Lidya ismi Asur kayıtlarına Lud-du şeklinde geçmiştir.
Lidya Dili
Lidya dili Hint-Avrupa dil ailesine aittir ve Frig ve daha öncesinde Hitit dilleri ile, ayrıca komşuları Karyalıların ve Misyalıların konuştuğu dille benzerlikler göstermektedir.LİDYA DEVLETİ
Lidya'da üç kral hanedanı hüküm sürmüştür: Sırasıyla "Atyadlar", "Heraklidler" ve "Mermnadlar". İlk iki hanedan ve bunların kralları hakkında fazla bir bilgi yoktur. Sadece bu iki hanedanın M.Ö. 2. bin yılın son yüzyıllarında hüküm sürdükleri, efsanevi kral Lid'in ismine dayanarak halkın Lidyalılar diye anılmaya başlandığı bilinmektedir. Bu anlamda Lidya isminin ortaya çıkışıyla, güney komşuları ve akrabaları Karyalıların (efsanevi kral Kar'a dayalı) ve Karya isminin ortaya çıkışı benzerlik göstermektedir.Lidyalıların bilinen en parlak dönemi M.Ö. 700-550 yılları arasıdır. Bu dönem Mermnadlar Hanedanı dönemidir. Lidya adı Mermnadlar Hanedanının ilk kralı olan Gyges'ten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Gyges hakkında bilinenler eski Yunan tarihçisi Herodot'a dayalıdır. Herodot, Gyges'in Miletos, Smyrna ve Kolofon'a karşı saldırgan bir politika izlediğini söylemiştir. Gyges'ten sonra sırasıyla Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos hüküm sürmüşlerdir. Yine Herodotos, Alyattes'in Smirna ve Klazomenai (Urla) kent devletlerine saldırdığını söylemiştir. Fakat Herodot'a göre Alyattes, Klazomenaililer'le yaptığı savaşta yenilmiştir. Lidyalıar açısından Anadolu'nun batı kıyılarındaki eski Yunan kolonileri Lidya devleti ile deniz arasında bir engel oluşturmuşlardır. Oysa Lidya tarihinin henüz efsanelerle karışık olduğu çağlarda İzmir Körfezi kıyılarından hareketle yurtlarından ayrılan Tirenyalıların Akdeniz'de bir süre ciddi bir güç oluşturdukları bilinmekte, bu denizciler daha sonra günümüzdeki kuzey İtalya'da kurulan Etrüsk medeniyeti ile ilişkilendirilmektedir.
Lidyalılar'ın Yunanlılar'la en fazla ilişki kurdukları dönem Kroisos (560-547) dönemidir. Kroisos da İyonya kent devletlerine karşı saldırgan bir politika izlemiş, fakat adalarda oturanlarla iyi ilişkiler içine girmiştir. Lidya devletini gücünün doruğuna ulaştıran Kroisos'un adı şaşaalı zenginlik ifade eder tarzda, hem Batı kültürlerinde hem de Karun şeklinde Doğu kültürlerinde efsaneleşmiştir. Yine Lidyalıların doğudaki Medlerle Kızılırmak (eski Yunanca'da Halys) yöresinde yaptıkları savaş Alyattes döneminde olmuştur. Lidyalıların yenildikleri bu savaş esnasında Miletos'lu Thales ilk güneş tutulmasını doğru olarak tahmin etmiştir (M.Ö. 28.05.585). M.Ö. 546 yılında Ahameniş İmparatorluğu, Lidya Krallığının başkenti Sardes'i ele geçirip Lidya Krallığına son vermişlerdir. Böylelikle Anadolu 200 yıllık Pers egemenliği dönemine girmiştir.
LİDYA KRALLIĞINDA İLK SİKKENİN İCADI
Sikkenin icadı ile ilk bilgiyi MÖ. 5.yy da yaşamış ve tarihin babası olarak anılan Herodot’tur.İlk kez altın ve gümüş sikke basan ve kullananlqar Lidyalılardır. Heredot’un altın dediği elektrondur. Arkeolojik kazılarda ilkel formlu sikkeler ele geçmiştir.Sikkenin Lidyalılar tarafından icadından sonra sikke basımı önce İonya’ya ve giderayak Anadolu’nun tüm batısına ve oradanda Yunanistan’a geçmiş, İtalya’nın güneyindeki ve Sicilya’daki Grek kolonileri ve kentlerine kadar yayılmış. Batı Anadolu dışında elektron sikke basılmamış. Lidya kralı Kroisos dan önceki elektron sikke basımını bırakarak, hem altından hem gümüşten yani iki ayrı metalden sikke bastırmış.
Bu sikkelerin ön yüzlerinde karşılıklı duran aslan ve boğa protomları var. (Res.2) Arka yüzlerinde ise kare çukur yer alır. MÖ.546 yıl. Lidya krallığına son veren Persler önce Lidya sikkelerini aynen basmaya devam etmiş. Daha sonra üzerinde Pers kralının yer aldığı altın (Dareikos) ve gümüş (siglos) sikkelerini basmışlar. Bu sikkelerin önyüz başında taç ile Pers kralı, arka yüzünde ise quadratım incusum vardır.
Bilinen dört tip var :
Tip I: Pers kralı yarı beline kadar betimli.Tip II: Pers kralı tam figür olarak betimlenmiş.
Tip II: Pers kralı tam figür olarak betimlenmiş elinde yay ve mızrak tutmaktadır
Tip IV: Pers kralı tam figür olarak betimlenmiş bir elinde yay diğer elinde hançer tutmakta.
Yazının yer aldığı en erken elektron sikkeler üzerinde iki aslan başı çoğukez biri görülür ve Lidçe VALVEL veya KALIL yazılarının bulunduğu Lidya sikke üzerinde geyik ve “Ben fane’in işaretiyim yazısı var.( Res.4)
Efes’te arı ( Res.5)
Khios’da sfenks( Res.6)
Side’de nar( Res.7)
Atina’da baykuş( Res.8)
Korinthos’da kanatlı at( Res.9)
Aigina’da kaplumbağa( Res.10)
Syrakusai’da Arethusa başı (Res.11)
Metapontion’da buğday başağı (Res.12)
Ön yüzde Herakles başı, arka yüzde ise tahtta oturan Zeus var. (Res.13) (not. Büyük İskender’in Anadolu’daki ilk darphanesi olasılıkla Tarsos idi. Birim ise esas olarak tetradrahmi ve drahmidir. Giderayak sikkelerinde “kral” (basileos) ünvanıda kullanılır. Roma yaklaşık 100 yıl boyunca alışverişte sikke benzeri ilk ödeme aracı Aes signatum olarak bilinen 16x9 ölçüsünde yaklaşık 1,5 kgr. ağırlığındaki dikdörtgen bronz parçasıdır. (Res.15)
Bu para olan parça döküm olup üzerinde Resimler yapılmış ve bazı örneklerde ise ROMANOM(Romalıların) yazısı var.
İtalya’nın güneyinde Campana bölgesinde tedavülde bulunan Romana-Campana sikkeleri gümüş ve bronz sikkeleri görmekteyiz. Darp tekniğiyle basılan bu sikkeler İtalya’nın güneyindeki Grek koloni kentlerinin sikkelerine benzemekte; tek fark Romaya ait olanlarda önceleri ROMANA (Res.16) daha sonra ise ROMA (Res.17) yazısının yer almasıdır.
Ön yüz İanus başı. Arka yüz: gemi pruvası I (Res.18) Romanın esas gümüş sikkesi ise MÖ. 3.yy ın son çeyreğinde tedavüle girmiş olan Denarius’tur. Her üçünde de ön yüzde Roma başı, arka yüzde ATLARI üzerinde giden Dioskur kardeşler yer alıyordu. (Res. 19) Değer işaretleri ise denarius’ta X, quinarius’ta V, sestertius’ta ise IIS idi.
MÖ. 1 ve MS.2 .yy da Roma’nın batısında, Örneğin Efes ve Bergama’da Kistoforus adı verilen büyükçe sikkeler basılmış.. Bu sikkelerin üzerinde “cista mystica” denen “içinden yılan çıkan bir sepet” şekli var. (Res.20) Bu sikkeler en son Septimius Severus Mö. 193-211 döneminde basılmış.” İmparatorluk döneminde altın ve gümüş sikke basımı devam etmiş. Mö.1215 de İmp. Caracalla döneminde onun adına Antonius adı verilen gümüş sikke tedavüle sokulmuş. Sonra paranın içindeki gümüş miktarı azaltılmış, ondan sonrada bakırın üstü gümüş kaplanmış sonuçtada tamamen bakır sikkeye dönmüş. Antonius, “kötü para iyi parayı yok eder.” prensibine uygun olarak, Roma’nın asıl gümüş sikkesi olan Denarius ta tedavülden kalkmış. Antonius’larda ÖN yüzde İmp. varsa, impr.torun başında ışın tacı var (Res.21); İmparator ailesinden bir kadın varsa, o zaman büstün altında bir hilal (Res.22) yer almaktaydı.
Roma sikkelerinin Ön yüzlerinde esas olarak imparatorun kendisinin ya da ailesinden birinin portResi var. Bazen bir sikkenin ÖN yüzünde birden fazla porte görmek mümkündür.. Portre profil(yandan ) Resmedilir; Cepheden Resmetme ancak Bizans sikkelerinde görülecektir. Porte yani Resmin çevResinde ise, yani sikkenin kenara yakın kısmı boyunca portreye ait unvan ve isimler yer alır. Örneğin İmparator Neron’a ait bir sikkenin üzerinde yer alan yazı şu şekilde olsun (Res.23) : NERO CLAVD CAES GER P M TR P IMP PP. Burda ilk olarak imparator adı; ikinci olarakta imp.un ailesinin dahil olduğu gens’in adı (cognomen) yer almaktadır.
CAES,Caesar adının kısaltmasıdır. AVG, Augustus’a; GER,Germanicus’a işaret eder. P M, Roma dininin başı olan Pontifex Maximus; T R P, devletin sivil idaResinin gücü yada tribunluk gücü demektir. IMP, İmparator, P P, Pater yani vatanın babası anlamındadır. COS, Konsülün kısaltılmışıdır.
Kısaltmalara Örnek: CAES(ar) ve AVG(ustus) kısaltmaları, imp.un ünvanları arasında yer alabileceği gibi, bazen sikke üzerinde portResi olan kişinin tahtın varisi (CAES) ya da halihazırda tahtta olduğunu (AVG) göstermesi açısından önemlidir. Bazen iktidarda birden fazla imp. olabilir.
D N harfleri görülmektedirki bu harfler, Dominus Noster (efendimiz) demektir. Roma sikkelerinin ARKA yüzlerinde, binalar, köprüler gibi mimari tipler, hayvanlar ya da semboller. Fakat en fazla Resmedilenler tanrılar,tanrıçalar ve personifikasyonlar. En çok sevilen ve Resmedilen baş tanrı IUPPİTER(jupiter) dir. (Res.24) Güneş ve müzik tanrısı Apollon, ay tanrıçası Diana, güç ve kuvvetin temsilcisi Hercules (Herkül) (Res.25) savaş tanrısı Mars, akıl ve zanaatın tanrıçası Minerva, Deniz tanrısı Neptunus (Res.26), haber tanrısı Mercurius(merkurus) ile aşk tanrıçası Venüs’ü (Res.27) gösterebiliriz.
Aequitas(adalet, (Res.28)
Concordia(uyum,ahenk, Res.29)
Pax (barış, Res.30)
Sikkenin Arka yüzünde görülen S C harfleri, Senato Kararı(buyruk) anlamına gelen Senatus Consulto’nun ilk harfleriydi. (Res.31)
Bizans sikkelerinin Anastasius’tan itibaren başlatılmasının daha uygun olacağını göstermektedir. En büyük birimin adı Follis’tir ve sikkenin Arka yüzünde büyük bir M harfi ile gösterilir (Res.32)
Roma Döneminde Şehir Sikkeleri
Merkezi İtalya’da bulunan Roma imp.ğunun,İtalya dışında egemenliği altında bulunan ve sayıları 500 ün altında olmayan şehirlerin bastığı sikkeler söz konusudur. Basldıkları dönem MÖ. 1.yy dan MS.3.yy kadar uzanır. Bir grup sikkelerin büyük çoğunluğu üzerindeki yazılar Grekçedir. Roma imp.nun egemenliğinde olmalarına karşın, onlara Roma parasını kullanmak yerine, kendi paralarını basmak hakkı yada ayrıcalığı, Roma imp.ca verilmişti.ÖN yüzüne Roma imp.nun portResi(yani Resmi) ile isim ve ünvanlarını koymuşlar ya da koymak zorunda kalmışlar. Arka yüzlerde ise sikkeyi basan şehrin adı,(daha ziyade halkının adı) ile o şehrin kendi tipleri yer alıyordu. (Res.33)
İtalya dışında Roma kolonileri ile bazı şehirler gümüş sikke basmışlardır. Örnek: Kappadokya’daki Caesarea, Suriye’de Antiochia ve Mısır’daki Alekandria dır. Şehir sikkeleri içinde Homonoia denen dostluk sikkeleri yer tutar. Bu sikkelerin ÖN yüzünde yine o sırada tahtta oturan Roma İmp.nun Resmi yer alırken Arka yüzünde sikkeyi basan kent yada halkın adları ile bu kentin temsil ettiği figürler var. (Res.34)
KRALLIĞIN HUDUTLARI
İzmir’in doğusu, Manisa’nın büyük kısmı, Kütahya ve Uşak’ın uçlar arasıdır. Krallığın Hitit döneminde ki adı : ASSUWA . İlk kralı Gyges, son kralı Krasus (Croesus). İlk beyaz altın yani elektronlu sikkeyi basan halk Lidyalılar. Fizyonomik olarak beyaz ciltli, zengin insan topluluğudur. Ciltlerimiz yanıp kararmıyalım diye güneşe çıkmayan halktır. İlk parayı MÖ.7.yy basmışlar.- Elektron sikke Krasus’tan önce.
- Beyaz altın sikke (para) Krasus devrinde. MÖ.561-546
Lidyanın ilk kendi alfabesiyle bastığı sikke elektrondur. Özellikle önyüzünde “aslan başı” diğer arka üzünde ise kare şekilli para damgalı işaretler vardır.
Lidya Uygarlığı - Lidyanın Kökeni - Lidya Mitosları
“Lidya Antik çağda Batı Anadolu’da verimli ve zengin bir bölgeye verilen addır”(YENEN, 1998: 45).
“Doğuda Phrypia (Afyon, Eskişehir, Kütahya) kuzeyde ise Mysia (Balıkesir), batıda Ailoia ve İoania (İzmir), güneyde ise Karia (Aydın, Muğla) ile çevrili olan ve Homeros’un yaşadığı devirde Maianlar adı verilen kavmin yaşadığı bilinen bölgeye antik dönemde Lidya adı verilmekteydi. Bu verimli topraklar, doğudan batıya doğru, güneyde Kaystros (Küçük Menderes) ortada Hermos (Gediz), kuzeyde ise Kaikos (Bakırçay) nehirleri tarafından sulanmakta ve bölgenin kuzey sınırı Tennos (Demirci Dağı) ve Dindymos (Murat Dağı), güney sınırını ise Mesopis (Aydın Dağları) ve Tmolos (Bozdağ) belirlemekteydi”(ANONİM, 1995: 234)
LİDYA’NIN KÖKENİ
“Lidya’nın bu yöreye ilk varış tarihleri kesin olarak bilinmez. Bazıları Lidyalıların Tunç Çağının (i.ö. 2002) sonlarında Frigler ile aynı zamanda Anadolu’ya geldiklerini söylerler. Bazıları da Lidya dili ile Hitit arasında bir ilişki olduğunu ve Lidyalıların Batı Anadolu’ya 2. bin yılın başlarında gelip yerleştiklerinin savunurlar. Gerçekten de Lidya’nın çivi yazısı, Hitit Hiyeroglifleriyle ve Hititçe’si baş başa bir gelişim gösterdiği ortaya konmuştur. Bu nedenle Lidyalıların oturdukları yerlere 2. bin yıldan önce doğuda gelmiş Hint-Avrupalı olması çok olasıdır. Ancak bu bölgeye en azından kalkolitik çağdan beri oturan Anadolu bir halkın varlığını da unutmamak gerekir”(AKURGAL,1998: 42)
LİDYA BÖLGESİNİN TARİHSEL COĞRAFYASI
“Lidya bölgesi doğal kaynakları açısından son derece zengin ve bereketli idi. Ulaşımı elverişli olmayan; fakat balığı bol Hermos (Gediz) ve Kaystros ( K. Menderes) ırmakları tarafından sulanan vadilerle yağmur sürekli ve toprak çok verimli idi. Dağlar ormanlarla kaplıydı. Sayısız kil yatakları vardı. Bu killerden kerpiç, tuğla, çanak ve kiremit gibi çeşitli eşyalar yapılırdı. Tmolos (Bozdağ) dağı üzerinde mermer yatakları bulunduğundan Lahit ve Yontu yapımında kullanılıyordu. Aynı zamanda Tantalos’un ilahi misafirlerine sunduğu bol çeşitte meyve; fındık, nar, elma, kestane ve ceviz gibi ağaçların yetiştirildiği Tmolos’da şarapçılıkta kullanılan üzümler de yetiştiriliyordu.
Yine bu dağdan toplanan safranlardan parfüm gibi lüks tüketim malzemeleri Lidyalıların dikkatini çekmiştir.
Mühür yapımında kullanılan koyu kırmızı bir çeşit quartz taşına ilk kez burada rastlanıyor”(KABAAĞAÇ, 1989: 203 ). Lidya krallığının zengin olmasının nedeni, çok miktarda bakır ve altın gibi değerli maddelerin bulunması idi. Bu olayın mitos’u şu şekilde anlatılmaktadır.
Frigya kralı Midas’ın her dokunduğu altın olmaktadır. Fakat bu onun yemek yiyemez oluşuna sebep olmakta ve her hareketini sınırlamakta idi. Bu gücünden kurtulmak için Tanrı Dionysos’un (Şarap Tanrısı) isteği üzerine Sardes yakınındaki Paktalos (Sart Çayı) ırmağında yıkanmasıyla bu güçün kendisinden gitmesine neden olmuş ve ırmağı geçince Paktolos ırmağının kıyılarında altın bulunmaya başlanmış.
LİDYA TARİHİ
Heredotos’a göre Lydia’da üç ayrı kral sülalesi, birbirini ardına hüküm sürmüştür. Altyadlar, Heraklid ya da Tylanidler, Mernodlara; Heradotos’un kendi kronolojisine göre ilk sülalenin 2. bin yılın ortalarına değin geri gitmesi gerekir. Ancak böyle bir sülalenin varlığı kesinlikle saptanmamaktadır. Fakat Herodotos’un anlattığı zamanı bilinmeyen sülalenin burada ilişiği olduğunu “kıtlık” zamanına denk geldiğini şöyle anlatır;
“Manes oğlu Atys zamanında kıyıcı bir kıtlık sarmıştı Lidya’yı. Bir süre dişleri sıkmışlar. Fakat kıtlık devam ettiği için her biri kendince bir çare sürmüşler ileriye. Zar, aşık ve top oyunları, tavladan gayri her şey o zaman ortaya çıkmıştır, zira Lidyalılar tavlayı biz bulduk demiyorlar. Bu oyunları bulduktan sonra açlıklarını bastırmak için yiyecek peşinde koşturmayı unutmak için iki günün birini oyuna veriyorlardı. Ertesi gün oyunu bırakıp yemek yiyorlardı. Ama kıtlık azalacağına, çoğalıyordu. Bundan kral Lydia’yı ikiye ayırıyor. “Kim kalacak, kim gidecek” diye kura çektiler. Tabii ki, kaderin kalmak için ayırdıkları yine kendi hükmü altında olanları idi. Göç edecek olanlara oğlunu veriyordu (adı Tyesenos’tur). Böylece ülkeden çıkmak üzere şehirden ayrılırlar. İzmir’e inerler. Yurt edinme çaresi peşinde kıyı kıyı dolaşırlar. Gemi yaparlar. Sonunda Umbrio’ya yanaştıkları güne kadar denizlerde gezdiler. Orada kent kurdular. Bundan dolayı İtalya’nın batı kıyısındaki Korsika ve Sardenya adaları arasındaki denize kralın oğlunun adından türeyen Trenyon Denizi denildiği rivayet edilmiştir”(HERODOTOS, 2000; 49).
LİDYA UYGARLIĞI
Lidyalılar Anadolu’da ulaştırma işini-yollar ve yollardaki hanlar, hamamlar, kervansaraylar ve yedi beygir ahırları örgütleyerek-düzene koymuşlardır. Lidyalılar için “dünyanın en iyi kervansaray inşacıları” denmiştir. Sardes’ten Babylon’a oradan da Susa yolu ile Persepolis’e anlı şanlı kral yolu yaptırmışladır. (Bu yol 2000km. tutuyordu). Aynı zamanda Heredotos ve Ksenophanes, ilk sikkeyi Lidyalıların icat ettiğini söylerler. M.Ö. 560’larda ilk defa Kroisos’un darb ettirdiği altın alaşımlı elektron sikkesinde karşılıklı arslan ve boğa protomu vardır.
MAGNESİA’NIN OLUŞUMU
Kral Giges’in eline geçtiği tarihlerde Lydia, M.Ö. 7. yy’de önce kurulduğu anlaşılmaktadır. Eldeki bilgi kırıntılarından hareketle Magnesia Kentini kuranlar, bugünkü Yunanistan’ın Teselya bölgesindeki Pelion Dağı civarındaki yaşadığı bilinen Magnetler’dir. Proteos tarafından Troya Savaşına götürülen Magnetler. Batı Anadolu’ya göç ettiklerinde önce Menderes Nehri kıyısındaki Magnesia’yı, daha kuzeye giden diğer kol ise Sipylos Dağındaki (eteğindeki) Magnesia’yı kurmuşlardır.
Anıtsal Artemis Tapınağı ile birçok Lidya çağı mezarları ortaya çıkarılmıştır. Araştırmalar sonucu bulunan eserlerin bir kısmı İstanbul müzesine götürülmüş. Bir bölümü ise o tarihte Sardes’de kazı ekibince yapılan depo binasında bırakılmış, 1922’de oradan 56 sandık halinde Amerika’ya götürülmüştür. Halid Ethem Bey’in gayretiyle bir kısmı geri getirilmiştir.
BÖLÜM
LYDIA KRAL SÜLALELERİ
ATYADLAR
“İkinci binin ikinci yarısında yaşadığı ileri sürülen Atyad sülalesi ile ilgili olarak edindiğimiz bilgiler oldukça efsanevi niteliktedir. Lydia’da gerçekten böyle bir sülale var olduysa bunun büyük Hitit Kralı IV.Tuthaliya (İ.Ö.1250-1220) zamanında yaşamış olması gerekir. Nitekim Hitit İmparatoru’nun güçlü krallarının sonuncusu olan IV.Tuthaliya’nın bu bölgede yer alan Assuwa Konfederasyonu’na düzenlediği seferden söz eden çivi yazılı bir tablette adı geçen Malazitin’in, ilk Atyad krallarından Meles ile aynı olduğu düşünülmektedir. Bu dönmede yaşamış Madduw-attes adı ile Aly-attes gibi Lydia krallarına ait adlar arasındaki benzerlik Tunç çağı sonlarında Batı Anadolu’da yaşamış olan Lydialılar ile tarih çağlarında yaşamış olan Lydialılar’ın muhtemelen aynı dili kullandıklarını gösterir”(SEVİN, 1982: 247).
HERAKLİD VEYA TYLONİDLER
“Herodotos’un verdiği bilgiye göre demir çağı başlarında Lydia’ya egemen olan Heraklid ya da tylonidler bölgede 22 kuşak boyunca 505 yıl hüküm sürmüştür. Herodotos’un kronolojisine göre Heraklidler, Lyadyalılarca da Tylonidler olarak bilinmekteydi”(SEVİN, 1982: 248). “Bu sülalenin Heraklid adını olması şu mitosla ilgilidir.
Herakles, Oikhalia kralı Evrytos’un düzenlediği ok yarışmasına katılır, yarışmayı kazanır. Ama Evrytos yarışma ödülü olan kızı İole’yi ona vermez. Herakles sinirlenerek Evrytos’un oğlu İphitos’u öldürür. Bu saçtan arınması için köle olarak hem dul hem de güzel olan Lydia kraliçesi Omphale’ye köle olarak satılır. Omphale ve Hercules birbirine aşık olur ve bu ilişkiden 3 tane oğlu olur. Bu mitosa göre Herakles sülalesi 3 oğuldan meydana gelmiştir”(KABAAĞAÇ,1972: 246:247).
OMPHALE İLE HERAKLES
“Herakles çıldırıp İphitos’u istemeyerek öldürünce, bu suçtan nasıl arınacağını öğrenmek için Delphoi’deki Apollan tapınağına başvurur. Bilici de 3 yıl köle olarak çalışması gerektiğini bildirir. Lydia Kraliçesi, Herakles’i satın alır. Birbirlerine delicesine aşık olurlar ve 1-2 yılları canın cicim derken geçer. Bir gün Omphale sarayın yatak odasında saray alemi yapmaktan usanmış ve Herakles’i ‘Bu gece dağ ve mağara alemi yapacağız’ demiş. Herakles de ‘emredersiniz canım hanımefendim’ demiş. Omphale Herakles’in aslan postunu giymiş ve sopasını eline almış, yola koyulmuşlar. Bozdağ’da içi sıcacık ve yumuşak yosunlarla dolu bir mağara bulmuşlar, burada birbirlerine tepeden tırnağa bir ziyafet çekmişler. Daha sora her biri mağaranın kovuğuna çekilerek uykuya dalmışlar. Ormanlar ve dağlar Tanrısı Pan,
insanı sevmeye ve sevişmeye kışkırtan cennet kokusu gibi bir esinti sezmiş havada. Bu havayı koklaya koklaya mağaranın kapısını bulur, yavaş yavaş ilerlemeye başlar, bu sırada eli bir sopaya değer. Eyvah uyandırmayalım Herakles’i, yoksa bizi parçalar demiş, halbuki o kişi Herakles değil, Herakles’in postunu giyen ve sopasını alan Omphale imiş, Pan ileride yatan kişinin Omphale olduğunu sanarak, oraya doğru yaklaşmış. Oraya vardığında ‘şu sıcacık yerde biraz dinleneyim’ demiş, ve uyuyakalmış. Sonra yeri göğü inleten bir boru sesi duymuş, çok güçlü bir rüzgarın etkisiyle kendisini havada parende atarken bulmuş. O sırada bir meşale yanmış ve Pan,
Omphale ve Herakles’i kahkahalar içinde görmüş, o utançla yerin dibine girmiş. Daha sonra topallayarak mağaradan ayrılmış. Kendisi gibi doğal olan kardeşlerine sarıla sarıla onları okşaya okşaya kendini avutmuş. O sırada şafak yıldızı Aphrodite dağın ardından çıkmış ve yeni doğan günde bütün kaygılarından arınarak ağaçlar arasında ağaç olarak ormana karışmış”(KABAAĞAÇ, 1989: 207).
MERMNADLAR
KANDAULES’İN AŞKI
“Lydia Kralı Kandaules karısına büyük bir aşkla sevdalıdır ve bu yüzden onu dünyanın en güzel yaratığı sanır. Karısının güzelliğini herkese anlatmaktan çekinmez. Bir gün önemli işlerini yaptırdığı, Gyges’e yine karısının güzelliğinden bahseder. Ama Gyges’in kendisine inanmadığının farkına varır ve Gyges’e ‘sen benim söylediklerime inanmıyorsun, o halde karımı bir de çıplak gör’ der. Gyges Kral’a kendisine inandığını söyler. Fakat halini anlatamaz. Ve kraliçeyi çıplak görmeye mecbur kalır.
Konuştuklarını günün akşamı kral Kandaules yatmak için yatak odasına girer ve Gyges’e de kapının arkasına saklanmasını söyler. Daha sora kraliçe gelir. Yatmak için elbiselerini çıkardığında Gyges onu çıplak görür ve tam kapıdan çıkacağı sırada kraliçe onu fark eder. Bu durumun Kandaules’in başının altından çıktığını anlar ve sesini çıkarmaz. Ama bunu Krala ödetmeyi aklına koyar. Çünkü Lydialılar’da, hemen bütün barbarlarda olduğu gibi, çıplak görünmek erkekler için bile büyük ayıp sayılır.
Sabah olunca Kraliçe güvendiği adamlarını toplayarak onlara görevler verir. İçlerinden birisi Gyges’i çağırır. Gyges gelince Kraliçe ona 2 seçenek sunar. Ya kraliçeyi çıplak gördüğü için Gyges ölecektir, ya da bu duruma izin veren Kandaules’i öldürüp hem kraliçeye hem de Lydia’ya sahip olacaktır. Gyges Kralı öldürmeyi tercih eder ve Kral uykuya daldığında göğsüne bir hançer saplayarak onu öldürür. Artık krallık da, kraliçe de Gyges’in olmuştur.
Lydialılar arasında Kandaules’in öldürülmesini canavarca bir iş sayanlar olur. Bunlar silaha sarılırlar ve sonunda Gyges’ten yana olanlarla bir anlaşma yaparlar.
Buna göre Orakl (Kahin) Krallığı ona verirse Gyges kral olacak, vermezse krallık Heraklesoğlullarına geri verilecektir. Orakl krallığı Gyges’e verir. Devlet böylece Heraklesoğullarından çıkıp, Mermnadlar’a geçmiş olur”(HERADOTOS, 2002: 19).
KROİSOS VE SOLON
“Sardes düştükten sonra Kroisos Kyros’un esiri olur. Orada kralın konuğu olduğu sarayda, üçüncü ya da dördüncü gün, Kroisos’un buyruğunu alan adamları Solon’a hazineleri gezdirdiler. Kroisos ona şunu sordu. ‘Atinalı, dedi, benim konuğum, bir filozof olarak sana bunca ülkeyi gezdirten meraklı yaradılışının ve bilgeliğinin ününü birçok kez biz de duyduk, bundan ötürü sana şunu sormak isteği uyandı bende, acaba mutlulukta başka herkesi geride bırakan bir kimseye rastladın mı?’ Böyle soruyordu, çünkü kendisi bu adam olmakla övünürdü bütün talihli insanlar arasında, ama Solon, ona yaranmayı aklına bile getirmeden ve yalnız gerçeği düşünerek, Atinalı Tellos’u gördüm, dedi. Bu cevaba şaşıran Kroisos bir soru daha sordu: Tellos’u niçin bu kadar talihli sayıyorsun? –Tellos, dedi Solon, zengin bir ülkede yaşıyordu, güzel ve erdemli çocukları vardı ve evinde başka çocukların da doğduklarını ve hepsinin de yaşadıklarını gördük, üstelik bizde talih bakımından gerekli olan geniş ve maddi rahatlığı da vardı, ama asıl şu ki, ömrü parlak bir sonla taçlandı, Atinalıların komşu kente karşı verdikleri bir savaşta, Eleusis’te yurdunu savunurken ve düşmanı önüne katıp kovalarken buldu ölümlerin en güzelini ve Atinalılar ulusal tören yaptılar onun için, düşmüş olduğu yerde ve onu çok ululadılar.
Solon’dan Tellos’un mutluluğunu dinlemekten usanan Kroisos, ondan sonra kim gelir senin bildiğin? Diye sordu, çünkü hiç olmazsa ikinciliğin kendisine geleceğinden hiç şüphesi yoktu. Onlar, dedi Atinalı, Kleobus ve Biton’dur. Argos soyundan olurlar, namuslarıyla yaşayacak kadar varlıklıydılar, kolları da güçlüydü, işte bak büyük yarmalarda kazandıkları ödüllerden başka, bir de şunu anlatırlar onlar için: Argonlular Here onuruna bir bayram kutluyorlardı; analarının bir arabayla tapınağa kadar getirilmesi gerekiyordu ve öküzler istenildiği saatte tarladan dönmemişlerdi; geç kalmaktan korkan gençler, kendileri girdiler boyunduruğa ve arabayı çektiler; arabanın üzerinde anaları vardı ve gık demeden kırk beş stadion boyunca taşıdılar ve tapınağa getirdiler. Orada bulunan bütün inanç sahibi kişiler bunu gözleriyle gördüler, bundan başka bu davranışları ölümlerin en tatlısıyla taçlandırıldı, Tanrı onlara insan için ölümün yaşamaktan daha iyi olduğu yeri gösterdi. Argos’lular sarmışlardı çevrelerini ve bu genç adamların maddi manevi güçlerine imreniyorlardı; böylece soylu çocukları olan anayı kutluyorlardı. Ana mutluluk içindeydi, oğullarının başarısıyla başı dik, tanrıçanın heykeli karşısında ayakta duruyor, ona, kendisine bunca onur kazandırmış olan oğulları Kleobis ve Biton’a, insanoğlunun elde edebileceği en iyi şeyi bağışlaması için dua ediyordu. Bu duadan sonra kurban kesildi, kutsal şölenler verildi; sora delikanlılar tapınağın içinde yatıp uyudular ve uyanmadılar, bu son uykuda kaldılar. Argoslular onların heykellerini yaptırdılar, üstün ve yüce kişiler sayarak Delphoi’ye sundular.
Solon, böylece, ikinci sırayı da bu genç adamlara vermiş oluyordu. Kroisos öfkelendi: Atinalı yabancı, dedi, ya biz, bizim mutluluğumuzu sen hiçe mi sayıyorsun ki bu basit insanları koyuyorsun ikinci sıraya? –Kroisos, dedi Solon, sen tanrının insanlara karşı ne kadar kıskanç olduğunu ve ona hiçbir zaman güvenilemeyeceğini bilen bir kişiyi sorguya çekiyorsun. İnsan bir ömür boyunca, görmek istemeyeceği çok şeyi görebilir, çok eziyet çekebilir. Ben aşağı yukarı yetmiş yıl sayıyorum insan ömrünü. Bu yetmiş yıl, artık ayları saymazsak, yirmi beş bin iki yüz gün yapar, ama aylarla mevsimlerin denk düşmesi için yıla iki yılda bir, bir ay eklersek, yetmiş yıldan başka, bu artıklı aylardan otuz beş ay daha eder ve bu ayların gün sayısı bin ellidir. Ve bütün bu günler de, ki hepsi yirmi altı bin iki yüz ellidir ve yetmiş yıla denk gelir, kesin olarak bir ek olay yoktur ki bugünkü yarınkine benzesin. Şu halde ey Kroisos, insan için yalnız talih ve talihsizlik vardır. Evet, görüyorum, sen çok zenginsin, çok insana hükmediyorsun, ama benden istediğin şeye gene de cevap veremem; çünkü önce ömrünün güzel bir sona bağlandığını öğrenmem gerekir. Zira çok zengin insan vardır ki, kıt kanaat yaşayan insandan hiç de daha mutlu değildir, eğer talih, zenginlik içinde geçen ömrünün sonuna kadar ona yar olmazsa. Nice insan vardır ki masallardaki kadar zengindir, ama mutsuzdur, niceleri de vardır ki şöyle böyle geçinirler, ama talihlidirler. Çok zengin olanın, eğer mutlu değilse, talihli olandan yalnız iki ayrıcalığı vardır; ama talihli olanın mutlu olmayan zengine bakarak pek çok ayrıcalıkları vardır; birisi için her dilediğini yapmak ve büyük bir para kaybını karşılamak çok kolaydır; ama bir de öbürünün üstünlüklerine bakalım: Elbette büyük bir kaybı ve aşırı istemleri öbürü gibi karşılayamaz; ama talihi onu bundan korur; üstelik sağlam yapılıdır, hastalık bilmez, üzüntü tanımaz, görmelere layık çocukları arasında mutludur. Bırak bir de bütün bunlara taç olarak ömrünü mutlu bitirsin ve işte mutlu adam sözüne layık kişi, senin aradığın kişi budur. Ama ölmeden önce, dilini tut, mutludur demek için acele etme, yalnız talihli de, o kadar. Elbette her üstünlüğü elde etmek bir ölümlü için olacak şey değildir; hiçbir toprak yoktur ki kendi kendisine yetsin ve her ürünü versin; şu ürünü verir, ama kendisinde yetişmeyen öbürünü başka yerden alır; en çoğuna sahip olan en iyisidir. İnsanoğlu için de böyledir; hiç kimse tek başına her şeyi elde edemez; filanı elde eder, falandan yoksun kalır. O ki ömrü boyunca her zenginliğe erişir ve en son dünyadan hoşnut ayrılır; işte o, bana göre, ey kral, mutlu insan adını hak eder. Her şeyin sonuna bakmalıdır; tanrı çok insana mutluluğu yem olarak sunar, sonra da çeker alır elinden.
Bence bunlar, zaten Atinalıya pek değer vermeyen Kroisos’un hoşuna gidecek sözler değildi ve bu, eldeki şeyleri hor görüp, her şeyin sonuna bakmayı öğütleyen dar kafalı adamı kapı dışarı etti”(HERODOTOS, 2000; 52).
KROİSOS VE KYROS
“Persler Sardes’i ve Kroisos’u, on dört yıllık bir saltanattan sora on dört günlük bir kuşatma sonunda, onların eline düştü canlı olarak. Ve böylece yerle bir etti bir büyük imparatorluğu, oraklin dediği gibi, yani kendisininkini. Persler, tutsağı Kyros’a götürdüler. Kyros odun yığdırdı, üzerine zincire vurulmuş olan Kroisos’u çıkarttırdı; iki yanında iki kere yedi Lydia çocuğu yer almıştı. Kyros bunları bir ganimet sunusu olarak tanrılara kurban etmek mi istiyordu? Bir adağı vardı da onu mu yerine getiriyordu? Yoksa, Kroisos’un dinine ne kadar bağlı bir insan olduğunu öğrenmişti de, gelsin bakalım tanrıları da onu diri diri yanmaktan kurtarsınlar, diyerekten mi çıkarmıştı odun yığınının üzerine? Neden olursa olsun, o böyle yaptı diyorlar. Ve ekliyorlar: Kroisos, odun yığınının üstünde ayakta durmuş; böyle tam bir felaketin ortasında Solon’u düşünecek zaman bulabilmiş ve şu sözün tanrısal anlamanı kavramıştı: Hiçbir canlı mutlu değildir; bunu düşünmüş, göğsünden derin bir inilti yükselmiş ve karanlık bir dilsizlikten sıkarak, üç kez, Solon diye bağırmış. Bunu işiten Kyros, adamlarına buyurdu, Kroisos’tan sorunuz, bu çağırdığı kimdir? Diye; bunlar odun yığınına yaklaşıp sordular. Kroisos bir süre sustu, cevap vermedi, sora kesin bir emir üzerin şunları söyledi: ‘Bir adam ki, dünyayı yöneten kişiler onunla konuşabilmiş olsalardı, bu benim için büyük hazinelerden daha değerli bir şey olurdu’. Bu sözlerden bir anlam çıkaramadılar ve bu sözün ne demeye geldiğini söyletmeye çalıştılar. Yakasını sıyıramadığı sıkıcı sorulara karşı Atinalı Solon’un nasıl geldiğini, gördükleri karşısında nasıl şaşırdığını, onu nasıl bir söylevle küçük düşürmüş olduğunu ve olayların nasıl onun, aslında kendisine, Kroisos’a değil, daha çok bütün insanlığa ve özellikle kendilerinin mutlu olduğuna inanan insanlara yöneltilmiş olan sözlerine hak verdiğini, bir bir ve içtenlikle anlattı. Kroisos bunları söylediği sırada ateş verilmiş, odun yığını uçtan uca alev almaya başlamıştı. Ama tercümanların dilinden bu sözleri dinleyen Kyros’un yüreği sızlamıştı ve düşünüyordu ki kendisi de bir insandır ve yakma için diri diri ateşe verdiği adamın, zenginlik bakımından kendisini kıskanacak bir şeyi olmamıştır ve bir gün kendi başına da böyle bir şey gelebileceğinden ürkmüştü, çünkü dünyada insanoğlunun güvenebileceği hiçbir şey yoktu ve ateşin hemen söndürülmesini, Kroisos ve arkadaşlarının odunların üstünden indirilmesini emretti”.
Ama bütün uğraşmalara rağmen ateş söndürülemiyordu. O zaman, diyor Lydia hikayeleri, Kyros’un davranışındaki değişikliği fark eden ve herkesin ateşi söndürmeye çabaladığını, ama başaramadığını gören Kroisos yüksek sesle Apollon’u yardıma çağırmaya başladı, ona sunmuş olduğu güzel sunular yüzü suyu hürmetine bugün kendisine yardım etmesini, tehlikeden kurtarmasını yalvarıyordu. Ve böylece gözleri yaşlar içinde ufuktan bir bulut koptu, bulut yarıldı, sel gibi yağmur indi ve ateşi söndürdü. Kyros bununla anladı ki, Kroisos tanrılar katında değerli tutulan erdemli bir kişidir”(HERODOTOS, 2000; 51).
LİDYA MİTOSLARI
Tantalos İşkencesi
“Lydia kralı Tantalos hem efsane de dal budak salmış bir soyun atası hem ölüler ülkesinde çektiği işkence ile ünlüdür. Zeus ile Pluto’nun oğludur. Soyu sopuyla lanete uğramasını gerektiren suçun ya da suçların ne olduğu efsaneler açıkça dile getirilmez”(ERHAT, 1993: 278). Tantalos Sipylos dağında krallık kurmuş, çok güçlü bir zengin bir adammış. Tantalos tüm tanrılarca sevilen sayılan bir insandı. İnsan olarak yalnız o tanrıların şölenlerine katılırdı. “Ama Tantalos nektar ile ambrosia çaldığı gibi boşboğazlık edip, safra konuşmalarını yeryüzündeki ahbaplarına anlatırdı. Tanrılar ona misafir geldikleri vakit, tanrıların her şeyi, bilip bilmediği anlamak istediği, oğlu Pelops’u kesip doğrayıp yiyecek olarak tanrılara verir”(NECATİGİL, 1988: 47). “Yalnız kızını yitirmiş olmanın acısıyla dalgın olan Demeter Pelops’un bir omzunu yer. Diğer tanrılar yemekten yemez”(ERHAT, 1993: 240 ).
“Tantalos’un işlediği diğer suç ise Rheia yeni doğan Zeus’u Kronos’tan kaçırmak için Girit’teki mağaraya kapatınca bekçi olarak başına bir altın köpek dikmiş. Kranos devrilip Zeus egemen olunca bu köpek Girit’teki Zeus tapınağına bırakılmış. Pandereas köpeği tapınaktan çalmış Lydia’da Sipylos dağına Tantalos’un yanına bırakmış”(ERHAT, 1993: 235). “Tantalos Hermes’e Zeus’un köpeğini vermemek için yalan yere yemin etmiş”(ERHAT, 1993:278).
Zeus ya bu suç ya da diğer suçlar nedeniyle Tantalos’a Hades’e gönderir. “Orada Tantalos bir gölde sular çenesinin hizasında ayaktadır. Başının üstünde yemişli dallar sarkar. Ne zaman su içmek için başını eğse su alçalır. Ne zaman yemişleri yemek için elini uzatsa bir rüzgar çıkar ve yemişleri uzağa atar. Bolluk ve varlık içersinde susuzluk ve açlık çekmek, tanrıları kızdıran Tantalos’a verilen ilahi bir cezaymış”(NECATİGİL, 1998:47).
PELOPS EFSANESİ
“Pelops, Yunanistan’da Mora yarımadasına gidiyor ve o yarımadaya Pelops’un adası adı verilen pelopoilesos adı veriliyor.
Pelops, Mora’da kralın kızı Hippodameia’yı pek tehlikeli bir at yarışını kazanarak elde ediyor ve onunla evlenerek Mora kralı oluyor. Bu yarışı kazandıran, Myrlitos adlı bir seyistir. Pelops, Troya savaşında en son kazanacak olan Agemennon ile Merelaus’un birincisinin kızı Elektra’nın dedesidir. Yani bütün Arteus hanedanın kurucusudur. Pelops’un efsanesi at yarışı, olimpiyat oyunlarının başlangıcı olmuştur”(KABAAĞAÇLI, 1995: 90).
AĞLAYAN KAYA NİOBE
“Günümüzden çok öncesinde, tanrılar güçlü, görkemli ve doğaüstü oldukları dönemlerde Manisa’da bir prenses yaşarmış. Niobe adındaki prenses kendi soyu kadar asil olan Thebai Kralı Amphion’la evlenerek asaletine asalet katmış. Babası Tantalos’un işlediği suç ve suçlardan dolayı soyunun lanetlediği açıktır. Bu lanetin en acı kısmı da kuşkusuz güzel prenses Niobe’nin payına düşmüştür. Spil dağında yaşayan Niobe’nin en yakın arkadaşı çocukluğunu birlikte geçirdiği Leto imiş. Niobe her ne kadar asil bir soydan gelse de, Leto gibi bir ölümsüz değilmiş. Niobe kral olan eşinden hamile kaldıktan sonra, Leto da tanrıların en kudretlisi olan Zeus’tan hamile kalmış. Ölümsüz Leto, Zeus’un ikizlerin dünyaya getirmiş. Biri kız, biri erkek olan bu iki kardeş Apollon ve Artemis’ten başkası değilmiş. Ok atmakta, yay tutmada kendilerine rakip tanımayan bu ikiz kardeşler anneleri Leto’ya hep saygılı davranmışlar. İnsanlar arasında da adlarına şölenler düzenlenen, sunular yapılan kardeşlerden Apollon gümüş bir yay, Artemis ise bir yay kullanırmış. Leto ikizleri ile mutlu bir hayat sürerken ve insanlardan dini anlamda saygı görürken, Niobe de kendi çocukları ile hayatını sürdürüyormuş. Niobe’nin altısı kız, altısı erkek olmak üzere tam on iki çocuğu varmış ve bu on iki çocuk gerek annelerine saygıları gerekse güzellikleri ile Spil dağı ve çevresinde ünlenmişler. Onları her gören başlıyormuş çocukları övmeye, annelerini tebrik etmeye. Bu ardı arkası kesilmeyen iltifatlar Niobe’nin de hoşuna gidiyormuş. Gel zaman git zaman Niobe’de babası Tantalos gibi kendinden büyük laflar etmeye ve tanrılar hakkında ileri geri konuşmaya başlamış. Niobe o kadar övünmeye başlamış ki kendi doğurganlığıyla, kendi bereketi ile artık başlangıçtaki alçak gönüllülüğünden eser kalmamış. Bu alaycı tavırlardan sözlerinde de en büyük payı çocukluk arkadaşı Leto almış. Niobe ‘Benim altı oğlum, altı kızım var seninse yalnız iki çocuğun; Apollon; Artemis’ diyerek Leto’ya karşı böbürlenmiş. Ölümlüler arasında saygı gören Leto’nun itibarı Niobe’nin alay dolu söz ve tavırları karşısında sarsılmaya başlamış. Keskin nişancı ikizler, Apollon ve Artemis korkunç bir öfke duymuşlar, annelerinin tanrısal kimliği ile alay eden, onu ölümlüler arasında hiçe sayan bu densiz ölümlü kadına karşı. Ve Niobe’nin çocuklarını tek tek öldürmüşler ve lanet gerçekleşmiş, Niobe kibirliliğinden ve saygısızlığından dolayı tanrıların gazabına uğramış Niobe duyduğu derin acıyla taş kesilip kaya oluverdi. Bugün Anadolu’da Sipylos (Manisa) dağında uzaktan insana benzeyen bir kayanın, gözyaşı döken Niobe olduğu söylenir”(ANONİM:2001: ).
“Niobe, güzel yanaklı Leto ile bir tutuyordu kendini,
Diyordu, Leto iki çocuk doğurdu, bense bir düzine,
İki kişi Apollon'la, Artemis öldürdü hepsini.
Ölüler yatıp kaldılar kanlar içinde,
Kimsecikler yoktu onları görecek,
Herkesi taşa çevirmişti Koronosoğlu,
Göklü tanrılar gömdü ölüleri, onuncu günü,
İşte o gün yeme geldi, Niobe’nin aklına,
Gözyaşı dökmekten yorgun düşmüştü,
Bugün Spylos Kayalarında, ıssız doruklarında,
Akhleos Irmağı kıyısında oynaşan, su perilerinin,
Yatakları var, derler ya, işte oralarda,
Tanrı buyruğuyla taş olmuştur Niobe,
Yüreğini sindirir durur, acılarını”(EYÜBOĞLU, 2000: 65).
ÖRÜMCEK KIZ"ARAKNE"
“Lydia’lı güzel kız olan Arakhne, gergef işlemekte, oya yapmakta o kadar çok ileri gitmişti ki, arada sırada Nymphalar bile ormandan su başlarından ayrılarak onun sanatını seyre gelirlerdi. Bir gün periler ona, bu güzel sanatı bu kadar hoş gergef işlemeyi, zeka tanrıçası mı öğretti? Diye sordular. O kim benimle boy ölçüşebilsin. Ben bu işte herkesi, hatta Athena’yı bile geride bırakırım diye karşılık verdi. Tanrıça buna kızmış, bir koca karı kılığına girip çıkmış Arakhne’nin karşısına. Öğütler vermiş, daha alçak gönüllü olmasını, tanrılarla boy ölçüşmekten sakınmasını salık vermiş. Ama Arakhne hiç oralı olmamış. Athena isterse gelsin nakışta yarışalım demiş. Tanrıça o zaman kim olduğunu açıklayarak başlamış gergef başında yarışmaya. Athena Olympos’un on iki büyük tanrısı işlemiş nakışına, Arakhne ise tanrıların pek şanlı olmayan serüvenlerini canlandırmış; Zeus’un Danae’ye yaklaşması, Europe’yi kaçırmasını filan. İşlerini bitirince Athena bakmış ki kızın nakışı kusursuz, kendininkinden aşağıya kalmıyor, geçiyor bile. Derken büyük bir öfkeye kapılıp kırmış Arakhne’nin gergefini, yırtmış nakışını, Lydialı kız üzüntüsünden asmış. Ama tanrıça hamarat sanatçıyı bir örümcek kılığına sokmuş ki, sonsuzluğa dek tozlu duvar köşelerinde ağ örsün de hiç faydasını görmesin”(ERHAT, 1993:50).
.
İLK KEZ SİKKE BASTIRAN DEVLET:LYDİA KRALLIĞI VE "KARUN'UN HÂZİNESİ"
OĞUZ TEKİNKarun Hâzinesindeki eserler bizzat Karun’a (Lydia Kralı Kroisos) ait olmadığı gibi, hiçbir zaman bir hâzinenin parçası da olmamışlardı; sözde "hazînedeki” eserler, ölen kişilerin yakınları tarafından mezarlara bırakılan hediyelerden başka bir şey değildi. MÖ 6. yy ortalarından daha geç bir tarihe ait olduğu anlaşılan bu mezarlar kaçak kazılarla açıldı ve içindeki altın ve gümüş, tüm değerli eşyalar Amerika Birleşik Devletlerine kaçırıldı. Açılan dava sonucu, eserler / 993 yılı sonbaharında Türkiye’ye getirildi ve Uşak Müzesinde sergilenmeye başlandı.
Lydia adı iki şey ifade eder•. Lydia Krallığı ve Lydia bölgesi. Burada ele alınan konu, Lydia Krallığı olacaktır. MÖ 7. ve 6. yüzyıllarda Lydlerin
oluşturduğu ve yaşadığı krallık, Lydia Krallığı olarak anılmakta olup, bu krallığın ortadan kalkmasından sonra da onların hüküm sürdükleri
bölge artık o topraklarda bir krallık olmasa da eskiçağ boyunca Lydia olarak adlandırılmaya devam etmiştir. Lydia Krallığı, esas olarak Yukarı Gediz (antik Hermos) ve Küçük Menderes (antik Kaystros) vadilerini kapsayan bölgede hüküm sürmüştü. Diğer bir deyişle, kabaca Manisa ili ve civarı Lydia Krallığının çekirdek bölgesiydi. Kuzeyinde Mysia, güneyinde Karia, batısında İonya, doğusunda ise Phrygia bölgeleri yer almaktaydı.
Lydia Krallığı'nda üç kral hanedanı hüküm sürmüştür: Atyadlar, Herak lidler (veya Tylonidler) ve Merm nadlar. Haklarında bilgimiz olmayan ilk iki sülale, olasılıkla MÖ 1000700 yılları arasındaki tarihlerde hüküm sürmüş olmalıdır. Lydia Krallığı’nın en iyi bilinen ve en güçlü olduğu dönem, kabaca MÖ 700 550 yılları arasındaki Mermnadlar Hanedanı dönemidir. Lydia adı da bu hanedanın ilk kralı olan Gyges'ten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Gyges'in Yunanlarla ilişkisi hakkında daha sonraki yıllar
da yaşamış olan Halikarnassoslu (Bodrum) tarihçi Herodotos’tan bilgi almaktayız. Herodotos (I, 14), Gyges'in Miletos, Smyrna ve Kolop hon'a karşı saldırgan bir politika izlediğini söylemektedir. Keza, Gyges (MÖ yak. 687645), Lydia Krallığı tahtına geçmesi sırasında Delphoi (Delfi) kehanet merkezinin de desteğini almış, karşılık olarak da Del phoi'a armağanlar göndermişti (Herodotos, 1, 1314). Öte yandan, Gyges’in Mısır Firavunu I. Psammetikhos’a, Nil deltasındaki ayaklanmayı bastırmaları için Karialı (Bodrum ve civarı) ve lonialı (İzmir ve civarı) birlikler gönderdiğini biliyoruz. Yunanların Mısır'daki Naukra tis'te kurdukları ticaret merkezi de bu firavun dönemine rastlamaktadır. Gyges’ten sonra sırasıyla Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos da Lydia Krallığı tahtına geçmişlerdir.
Herodotos'tan (1, 16), Alyattes’in de Smyrna (Eski İzmir) ve Klazome nai’ya (Urla) saldırdığını öğreniyoruz fakat kral, Klazomenailılar karşısında başarılı olamamıştır. Lydi alıların doğudaki Medlerle Halys (Kızılırmak) yöresinde yaptıkları savaş da yine Alyattes döneminde olmuştur. Savaş sırasındaki güneş tutulmasının tarihini Miletoslu Thales doğru tahmin etmiştir: MÖ 28 Mayıs 585. Bu tarihten itibaren Lydia Kral lığı’nın doğu sınırını, Halys (Kızılır
mak) oluşturmuştur. Lydlerin Yunanlarla en fazla ilişki kurdukları dönem ise, Doğuluların Karun olarak bildikleri Kroisos (MÖ 560547) dönemidir. 0 da lonia kentlerine karşı saldırgan bir politika izledi fakat adalarda yaşayanlarla iyi ilişkiler içinde oldu (Herodotos, I, 2627).
Kimmer akınlarıyla zaman zaman sıkıntılı günler yaşayan Lydia Krallı ğı’na Persler, MÖ 547 yılında başkent Sardeis’i ele geçirerek son ve
mişlerdir. Böylece, son Lydia Kralı Kroisos'un Perslere yenilmesiyle, Anadolu 200 yıl sürecek Pers egemenliğine girmiştir.
ALTIN ÜLKE'NİN SİKKELERİ
Lydia Krallığı’nın başkenti Sardeis idi. Bu kentin içinden geçen Paktolos Irmağı (Sart Çayı), beraberinde, kaynağının bulunduğu Tmolos'tan (Bozdağ) altıngümüş karışımı elektron parçacıklarını sürükleyip getiriyordu. İrmağın alüvyonlarındaki bu değerli maden parçacıkları ırmaktan toplanıyor ve Lydia Krallığı'nın dillere destan zenginliğini oluşturan sikke, mücevherat ve altın eşyaların yapımında kullanılıyordu. Lydia’nın altın zenginliği, onun için yapılan "altın ülke” yakıştırmasını da haklı kılmaktadır.
Lydia Krallığı’nın insanlık tarihine en büyük armağanı, hiç kuşkusuz sikkeyi icat etmiş olmalarıdır; ancak bunda tonların payını da yadsımamak gerek çünkü sikke basımının kaliteli hale gelmesi, çeşitlenmesi ve yaygınlaşması, lonia bölgesindeki eski Yunan kentdevletleri sayesinde olmuştur. Gerek Herodotos, gerekse Polluks sikkenin icadının Lydia Krallığı ile ilişkili olduğunu kanıtlayan bilgiler vermektedirler. Sikkenin icadıyla ile ilgili antik kaynakların verdikleri bilgiler, bu bölgede (Lydia ve İonia) yapılan kazılarda bulunan buluntularla da doğrulanmıştır. Elektron madeninden basılan ilk sikkelerin üzerinde Lydia Krallığı’nın arması olan aslan başı bulunuyordu. İlk Lydia Krallığı sikkeleri, olasılıkla Kral Alyattes zamanında basılmıştı fakat sikke basımının daha iyi bir duruma gelmesi ve elektron yerine saf altın ve gümüşten (iki ayrı metalden) sikke basımı, son kral Kroisos döneminde gerçekleşmiştir.
Kroisos'un kendisi çok zengin bir kraldı. Kroisos adı, Doğu toplumla rında Karun olarak telaffuz edilmektedir. Günümüzde hâlâ kullanı lagelen "Karun kadar zengin” deyimi, eski Lydia Kralı'na yapılan bir atıftır. Sardeis’te (SalihliManisa) yapılan arkeolojik kazılarda, "Pac tolus North” olarak adlandırılan kazı alanının kuzeybatı kesiminde, MÖ 6. yüzyılın ortalarına tarihle
nen arıtma atölyeleri bulunmuştur. Bu tarih, Kroisos’un egemenlik yıllarıyla uygunluk göstermektedir. Bu atölyelerde elektron ayrıştırılarak saf altın ve saf gümüş elde ediliyordu. Altının içinde bulunan bakır gibi adi metaller kupelasyon yöntemiyle ayrıştırılıyordu. Rafineri alanında çok sayıda kupel (ocak çukuru) ve hava üflemede kullanılan pişmiş topraktan körük ağzı ele geçmiştir. Elekronda bulunan altın ve gümüşü birbirinden ayırmak için ise sementasyon yöntemi kullanılmıştı. Sardeis altın atölyeleri yılda birkaç yüz kilo altının ayrıştırılıp sikke basımı için hazır hale getirilmesine imkân verecek kapasitedeydi. Son yapılan analizler, elektron sikkelerin, elektronun içindeki altın miktarının düşürülerek, gümüş ilavesiyle basılmış olduklarını ortaya koymuştur. Paktolos'un alüvyonlarından elde edilen elektrondaki gümüş miktarı %2o3ö ve altın miktarı %7080 olduğu halde, bu elektrondan basılmış sikkelerde altın oranı %55, gümüş oranı %45'tir; ayrıca %ı2 gibi eser miktarda bakır da içermektedir.
Buradan şu sonuç çıkmaktadır•. Lydler, doğal elektronun alaşımına müdahale ederek, içerdiği altın miktarını düşürmüşler, buna karşılık gümüş miktarını artırmışlardır. Diğer bir deyişle, uzun yıllar doğal elektron ile basıldığı düşünülen Lydia Krallığı'nın ilk elektron sikkelerinin, gerçekte yapay olarak hazırlanmış altın ve gümüş alaşımından basıldığı anlaşılmaktadır. Fakat yine de bu durum, onların elektron oldukları gerçeğini değiştirmemektedir.
KRALLIĞIN TANRILARI
Lydlerin Yunanlarla ticari ve kültürel ilişkilerinin yanı sıra dinsel ilişkileri de vardı. Lyd dininde en önemli kültler; Doğa Tanrıçası Arti mu (Yunan Artemis’i), kökeni Luvi lere uzanan tanrıça Kuvava (Kybe le), tarım tanrıları Baki (Lyd Diony sos'u) ve Kore, Yağmur Tanrısı Leus (Lyd Zeus'u) ve mezarların koruyucusu Santas idi. Lydlerin eski Yunan dinine saygı gösterdiğini ve önemsediğini Delphoi’deki Apollon Kehanet Merkezi’ne armağanlar vermesinden de anlıyoruz (Hero dotos, 1, 25). Antik kaynaklardan öğrendiğimize göre başkent Sarde is'te bir Kybele tapınağı vardı; ancak bu tapınak MÖ 5. yy başında lonların ayaklanması sırasında yıkılmıştır. Ayrıca Kuvava adı, kazılar sırasında bulunan bir çömlek parçası üzerinde zamanımıza kadar gelmiştir. Hellenistik çağda inşa edilen Artemis Tapınağı'ndan günümüze sadece temel duvarları ile bazı sütunlar kalmıştır.
HintAvrupa kökenli bir dil yapısına sahip olan Lydlerin dilinin (Lydce) çözülmesi yolunda son yıllarda yapılan çalışmalarda önemli ilerlemeler kaydedilmiştir.
"KARUN HAZÎNESİ" YA DA MEZAR HEDİYELERİ
Lydia Krallığı topraklarındaki mezarlar esas olarak Uşak ve Manisa il sınırları içinde yer alan tümülüsler den (yığma tepe) oluşmaktadır. Bu tümülüslerin en ünlüleri, Lydia Krallığı’nın doğusunda, Uşak yöresindeki Güre’de bulunan Aktepe, Toptepe, Basmacı, İkiztepe ve Harta idi. Kuşkusuz bu tümülüslerde yatan kişiler, o zamanın yüksek statüye sahip zengileriydi. Ancak sıradan insanların gömüldüğü çukur mezarlar ile lahit mezarlar da vardı. Tü mülüslerdeki mezar odaları 1960'h yıllarda kaçak kazılarla açıldı ve içindeki altın ve gümüş, tüm değerli eşyalar Amerika Birleşik Devletle ri’ne kaçırıldı. Açılan dava sonucu, eserler 1993 yılı sonbaharında Türkiye'ye getirildi ve Uşak Müzesi’nde sergilenmeye başlandı.
Aslında, Karun Hâzinesi olarak adlandırılan eserler bizzat Karun'a ait olmadığı gibi, hiçbir zaman bir hâzinenin parçası da olmamışlardı; sözde "hâzinedeki” eserler, ölen kişilerin yakınları tarafından mezarlara bırakılan hediyelerden başka bir şey değildi. Yapılan incelemeler, bu eserlerin MÖ 6. yy ortalarına ve biraz daha geç tarihlere ait olduğunu göstermiştir. Bu durumda eserler, Lydia Krallığı'nın son yıllarında (Kroisos dönemi) yaşayan seçkin Lydler ile, Lydia Krallığı’na son verdikten sonra bu topraklara yerleşen ve eski Lydia Krallığı başkenti olan Sardeis'i bir satraplık merkezi yapan Pers soylularına aitti. Nitekim mezar hediyeleri arasında bulunan altın ve gümüş kap kacak üzerindeki tasvirlerde, Batı Anadolu'daki Pers etkisini görmek mümkündür.
PROF DR. OĞUZ TEKİN,
..
Sapık KralLidya Kralı Gyges
Kandaules karısına sevdalıydı. Ve bu sevdası çıldırasıya olduğundan dünyanın en güzel yaratığının kendi karısı olduğunu sanıyordu. Bu arada Kandaules’ in askerleri arasında en önemli işlerini yaptırdığı, en çok samimi olduğu GYGES’e karısının ölçüsüz güzelliği ile övünmekten geri kalmazdı.
Kandaules sonunda bir gün Gyges’i çağırdı ve ona şunları söyledi: ‘' Gyges, karımın ne kadar güzel olduğunu söylediğim zaman pek inanır gibi görünmüyorsun. Çünkü kulak, göz kadar öğretemez doğruyu insana. O halde karımı bir defa çırılçıplak gör.!’’ Gyges karşı koydu: ‘’ Efendim’’ dedi, ‘’ ne yakışıksız bir şey yapmamı istiyorsun! Efendimin karısını çırılçıplak görmek olurmu?'' Bir kadın üstünü çıkardı mı utancından da soyunmuş olur. İnsanoğlunun namus kurallarını koymasından bu yana çok zaman geçmiştir. Bunlardan öğrenilmesi gereken bir tanesi de ‘yalnız senin olana bak’tır. Bütün kadınlar arasında en güzel olanının senin karın olduğuna inanıyorum. Ve yalvarırım size benden bu kadar ağır bir suç isteme’’ Gyges bu sözlerle işi atlatmak istiyordu,sonradan başına bir iş açılmasından çekiniyordu. Ama Kandaules şöyle cevap verdi: '' Korkma Gyges ve bunları seni denemek için söylediğimi sanma.
Karımın sana fenalığı dokunsun diye de değil. Öyle yaparız ki, o senin kendisini gördüğünün farkına bile varmaz. Yattığımız odanın kapısının arkasına gizlerim seni.. Benden sonra o da gelir, yatmak için. Kapının yanında bir koltuk vardır. Üstündekileri birer birer soyup oraya koyar. Sende onu kolayca görürsün. O, koltuktan yatağa doğru yürürken, arkasını sana dönmüş olacaktır.. alt yanı sana kalmış bir şey,yalnız dikkat et, kapıdan çıkarken seni görmesin.’’ Gyges baktı ki kurtuluş yok. ‘’ Olur ! ‘’ dedi. Kandaules yatma zamanı geldiğine hükmedince Gyges’ i odaya götürdü. Hemen arkadan da kadın geldi,içeri girdi ve soyundu. Gyges hayranlıkla seyrediyordu. Yatağa yatmak için sırtını döndüğü zaman, gizlendiği yerden çıktı ve usulca kaçtı. Ama çıkarken kadın gördü onu..Bu işin kocasının başının altından çıktığını sezinlediği için hiç ses etmedi,utancından açılan yaranın farkına varmamış gibi göründü. Ama bunu Kandaules’ e ödetmeyi koydu kafasına. Zira Lydyalılar da, hemen bütün Barbarlar da olduğu gibi çıplak görünmek büyük ayıp sayılırdı,hatta erkekler için bile.. Bir şey belli etmiyor, sesini bile çıkartmıyordu. Ama sabah olunca en güvendiği adamlarını ayırdı,onlara görevler verdi.Sonra Gyges’i çağırttı,bir şey bildiğini pek sanmadığı için, emre uyup kadının yanına gelmişti.Karşısına çıkınca kadın ona şunları söyledi: ‘’ Senin için iki yol var Gyges. Birinden birini seçebilirsin,hangisini istersen onu yap. Ya Kandaules’i öldür, beni de Lidya krallığını al ya da Kandaules’e hoş görüneyim diye görmemen gereken şeylere bir daha gözlerini kaldırmaman için, hemen şimdi ölmeye hazır ol. Evet, ikinizden biriniz geberecek. Ya seni bu suçu işlemeye zorlamış olan o, ya da beni çıplak görmekle edep dışına çıkmış olan sen. ‘’ Gyges, önce kulaklarına inanamadı. Sonra böyle bir seçime zorlanmaması için yalvardı.Ama razı edemedi kadını. Baktı ki durum kötü, ya efendisini öldürecek, ya da kendisi başkalarının eliyle ölecek. Kendi canını kurtarmayı seçti.O zaman şöyle dedi: ‘’Mademki, istemediğim halde beni efendimi öldürmeye zorluyorsun, öyle olsun. Ama izin ver de bu işi nasıl yapacağım onu bileyim.’’ Kadın cevap verdi. : ‘’ Beni sana çıplak gösterdiği yerden saldırırsın,uyku onu senin elinin altından tutar.’’ Kadın Gyges’ i bırakmamıştı. Karar verildi ve gece olunca hiçbir çaresi kalmamıştı savuşmanın. Ya kendisi canından olacaktı ya da Kandaules. Gyges, kadının peşinden odasına kadar yürüdü. Kadın eline bir hançer tutuşturdu. Yine bir önceki gün gibi saklandığı yerdeki kapının arkasına gizlendi. Kandaules uyuyunca yanına yanaştı ve hançeriyle ardı ardına vurup, kralı öldürdü. Kadın ve Lydya krallığı da Gyges’in oldu... (Kaynak: HERODOT TARİHİ, Remzi Kitapevi, 3. Basım, 1991, Çev: Müntekin ÖKMEN, S: 19 - 20 )Tablo: Jean Léon Gérôme
Kral Gigges MÖ 716-678 yılları arasında (ya da MÖ 680-644) hükümdarlık yapmıştır ve Lidya kraliyetinin üçüncü hanedanı olan Mermrad hanedanlığının kurucusudur. O'nu oğlu II. Ardis'in hükümdarlığı takip etmiştir.
Yazarlar tarihin başından sonuna kadar Gigges'i gücünün yükselişini farklı hikâyelerle anlatmışlardır. Gigles, Dascylus'un oğluydu. Dascylus, Lidya Kralı Sadyates tarafından sürgünde tutulduğu Kapadokya'dan geri çağrılan, Candaules veya Yunanlar tarafından "köpek boğazlayan" diye adlandırılan birisiydi. Dascylus (veya Candaules) kendisi yerine oğlunu krala göndermişti.
Şamlı yazar Nicolaus'a göre, Gigges kısa sürede Sadyates'in gözde adamlarından birisi olmuş ve Misya (Çanakkale yöresi) hakimi Arnossus'un kızıyla evlenmek üzere müstakbel eşi Tudo'yu getirme vazifesini kendisine verilmiştir. Ancak yolda Gigges Tudo'ya aşık olmuş, Tudo'da Gigges'in davranışını Sadyates'e şikayet etmiştir. Kralın kendisini öldürmek niyetinde olduğu önceden kendisine bildirilen Gigges bir gece krala başarılı bir suikast düzenleyerek tahtı ele geçirmeye muvaffak olmuştur.
Plutarch'a göre ise Gigges tahtı Karya muhafızı Milaslı Kaptan Arselis'in ve desteğiyle elde etmiştir.
Herodot'un naklettileri ise Paroslu şair Archilochus'un anlattıklarının kopyasıdır. Buna göre Candules, Gigges'in, eşini soyunurken görmesinde ısrar etmiş, kadın da buna öfkelenerek Gigges'e iki seçenek sunmuş, ya kocasını öldürüp kral olmasını ya da intihar etmesini istemiştir. İngiliz hasta adlı romanda, Kont Almásy'nin (ismini Herodot'un talebesinden almakta), evli bir kadın olan Katherine Clifton'a aşık olması tıpkı Gigles'in hikâyesine benzemektedir.
Son olarak Eflatun'un naklettiklerine göre (bunlar efsanevidir) o ikinci bir cumhuriyet kurmuştur. Gigges'in atası kraliçenin sevgisini kazanan ve kralını katlederek büyülü bir yüzüğü (Gigges'in yüzüğü de denilmektedir) ortaya çıkaran bir çobandı. Bu anlatılanlar Herodot'un anlattıklarıyla benzerlikler taşır.
Anlatılanların hepsinde Delfi kâhinlerini (Oracle) doğrulamak istercesine Gigles'in tahtı ele geçirmek gayesiyle sivil bir hamle ile kralın öldürülmesi vardır.
Herodat'a göre Gigges Oracle'ye (Delfi kâhinlerine) birçok armağanlar sunmuştur. bu armağanlardan başta geleni Pactolus nehrinden (Sart Çayı: Gediz Nehrinin bir koludur) çıkartılan altınlardan oluşan günümüzdeki değerinin 13 milyon dolar olduğu tahmin edilen 6 kazandan oluşan hediyedir ki ancak 13 güçlü kişi bu altınları taşıyabiliyordu. Kahinler Gigges'in Lidya Kralı olma davasını haklı buldular ve Asya Yunanları arasında propaganda yaparak ona desteklerini verdiler. Bunun üzerine Gigges güç kazanarak saltanatı elde etti ancak onun tahtı zorla elde etmesi yüzünden 5 kuşak sonra hanedanı düştü. Bu iddia, kahinlerin haleflerinin entrikalarına rağmen daha sonra gerçeği ispatlamıştır. Gigges'in dördüncü neslinden gelen Croesus (Karun), sonradan gelen kahinlerin yanlış tahminlerinin yol açtığı yanlış anlaşılmalardan ötürü Büyük Cyrus (Kurus veya Kiros)'un Pers ordusuna saldırarak, yenik düşmüş ve krallığını yitirmiştir.
Gigges kendine sadık adamlardan kurulu bir saltanat ve krallık kurmuş ve güçlü bir ordu tesis etmiştir. Yunanlardan Colophon, Troad fethedilmiş, İzmir kuşatılmış ve ittifak yapılmış, Ephesus (Efes: Selçuk) ve Miletus (Milet)içlerine kadar girilmiştir.
Gigges'in ordusu Küçük Asya'yı (Anadolu) tahrip eden Cimmeriileri (Kimmerler: barbar kavimler) defalarca yenmiştir. MÖ 650 dolaylarında barbarlara karşı ittifak yapmak umuduyla Asur Devleti başkenti Ninova'ya bir elçilik heyeti gönderilmiştir. Ancak Asurlulardan beklenen yanıt alınamamış ve bu sefer Mısırlılarla ittifak arayışı başlamış ve 660 dolaylarında Psammetichus'u Asur boyunduruğundan kurtarmak için İyonlu paralı askerlerden ve güvenilir Karyalı askerlerden müteşekkil bir kuvvet Mısır'a göndermiştir.
Gigges daha sonra Sardes'in daha aşağı taraflarını ele geçiren Dugdamme komutası altında ki Kimmerlere karşı yaptığı savaşı kaybetti. Ancak Gigles'in oğlu Ardys tarafından daha sonraları bu kuvvetler bozguna uğratırarak kaybedilen yerler yeniden kazanıldı.
Birçok kutsal araştırmacı Gigges'in Lidyasında kutsal Gog'un sureti olduğuna, Ezekiel peygamberin kutsal kitabında ve vahiy kitabında bahsi geçen Magogların (Magog Nuh peygamber]in oğlu olan Yafes'in yedi oğlundan ikincisidir) kralları olduğuna inanır.
Mermnadlardöneminin en önemli kralı bütün dünyada “Karun kadar zengin” deyimi ile tanınan
Croesos = Krezüs veya bizdeki tanınan adıyla Karun’dur.
Krezüs, M.Ö. 547 yılında Pers kralı Cyrus = Kuros = Keyhüsrev’e yenilince, kentin hazineleri ile birlikte Persepolis’e götürülmüştür ve orada ölmüştür (M.Ö.515).
Kral Gyges, uzun mesafeli ticaretin gelişmesi için, antik çağlarda kullanılan Asur koloni yollarını birleştirilerek, Sardes’ten Ninova’ya kadar uzanan “Altın Yol”u yapmıştı. (Resim 7)
Persler, Altın yoluna düzenleme ve ekler yaparak Susa ve Persepolis şehirlerine kadar uzatmış ve adını “Kral Yolu” olarak değiştirmişlerdir.
M.Ö.334 yılında Büyük Alexander (İskender), Sardes’i ele geçirmiştir. Onun ardılları olan Selevkos Kralları, Sardes’i bir Hellen şehri durumuna getirmişlerdir. Görkemli Artemis tapınağı ve tiyatro bu dönemde yeniden yapılmıştır.
M.Ö.180 yıllarında, bu defa Sardes’te Bergama Krallarını görmekteyiz. Daha sonraları Romalılara geçen şehir (M.Ö.133) bu dönemde büyümüş ve gelişmiştir.
M.S. 17 yılında büyük bir depremle yıkıma uğrayan şehir, İmparator Tiberius Cladius (M.Ö.10 - !3 Ekim 54) tarafından yeniden imar edilmiştir.
Depremden sonra inşa edilen eserler arasında, görkemli Gymnasium - Hamam birleşik yapısı, Stadyum, Agora ve Bazilika ilk sırayı almaktadır.
M.S.395 yılında Roma İmparatorluğunun ikiye ayrılmasıyla kent Bizanslıların elinde kalmıştır. Bu dönemde kent Pactolus (Sart çayı) vadisi boyunca, Artemis tapınağı ve güneye doğru 2 Km. kadar uzayarak en geniş konumuna ulaşmıştır. Sardes kenti aynı zamanda bir Piskoposluk Merkezi konumuna da gelmiştir.
1300 yıllarında, Türk akıncılarının eline geçinceye kadar, Bizans’ın savunma merkezlerinden biri olarak kalmıştır.
1402 yılında kale, Timurlenk zamanında ve sonrasında kısa bir süre kullanılmıştır. Bu tarihten sonra Sardes bir kent olarak kaybolmuş, yerine Sart adlı bir köy doğmuştur.
Gyges’in Yüzüğü
Gyges, Lidya kralının hizmetinde bir çobandır. Günün birinde bir kasırga veya deprem yüzünden yer çatlar ve hayvanların otladığı yerde derin bir yarık açılır. Bu yarığın içine inen çoban, orada içi oyuk, üstü delik deşik, tunçtan bir at bulur. Eğilip atın içine baktığında orada insan boyundan büyük, parmağındaki altın bir yüzük olan ölü görür. Bu yüzü ğü alıp yukarı çıkar. Çobanlar ay sonunda krala hesap vermek için toplanırlarmış. Gyges toplantıya bu yüzükle gelir. Otururken yüzüğün taşını farkına varmadan avucunun içine çevirir. Bunu yapar yapmaz da görünmez olur. Kendisi de dâhil, orada bulunan herkes şaşakalır. Yüzükle oynarken taşı çevirince yine görünür olur. Böylece Gyges, yüzüğün tılsımını keşfeder: Yüzüğün taşını içeri çevirince görünmez oluyor, düzeltince görünür. Bunun üzerine görünmez olarak saraya girer, sarayda kraliçeyi baştan çıkartır, onun yardımıyla kralı öldürüp yerine geçer (Devlet, 359d).Eflatun bu öyküsünde: böyle bir yüzüğe sahip olsak ahlaklı olmaya devam eder miydik? Ahlaklı olmak, görünmezlik gibi bir güçle gerekli olmaktan çıkarılsaydı ne olurdu? gibi sorularla ahlak felsefesi yürütür. Ona göre insanlar genellikle çoban gibi davranacaktır. Çok az bir kısmı mantığa göre hareket eder. Eflatun insan ruhunu iştahsal(arzuları yansıtır), ruhsal(duyguları yansıtır) ve akılsal(mantıksal-gerçeği ve düşünceleri yansıtır) olarak üç bölüme ayırır. Akılsal(ussal, mantıklı) tarafıyla yönetilen kişilikler adaletsizliğin kendine zarar vereceğini bilir. Ancak çoğu insan aklıyla değil, iştahı ile yönlendirilir. İştahına uyan kalabalıklar da çoban gibi davranır.
Gyges’in yüzüğü gibi kişiyi görünmez yapan iki yüzüğümüz olsa, birini doğru adamın,birini de eğri adamın parmaklarına takarak şehre salıversek, ne olurdu? “Bunlar her istediklerini korkmadan alacaklar, evlere girip gönüllerinin hoşlandığı kimselerle düşüp kalkacaklar, canları kimi isterse öldürecek, kimi isterse hapisten kurtaracak tıpkı bir Tanrı gibi dilediklerini yapacaklar” (Devlet, 360c)”
Çoban zengin ve güçlü olsa da, Eflatun’a göre bundan fayda sağlamamıştır. Yani kral olsa da mutlu olamamıştır. Adaletsiz davranarak kendini mutsuz etmiştir. Adalet değerin temelinde yer alır. Adil insan sonsuz biçimde mutlu olur. İnsandaki adalet akıl tarafından yönetilen uyumlu bir ruhsal durumdur. Akıl ile yönlendirilen kişi, yani adil insan, adaletsizliğin ruhuna zarar vereceğini bilir. Adaletsiz bir davranış vicdani mekanizmayı harekete geçirecek ve mutluluğuna kast edecektir. Güçlü ve zengin olunsa da mutlu olunamayacaktır. Yani çoban bu durumda zarardadır. Görünmezlik yüzüğü gibi hile ve dolandırıcılık eylemleri mutlu etmez. Tam tersine, düzeni bozarak normalde sahip olmayacağımız ahlaki yükü sırtlamamıza neden olur
Tarihin İnternetten Önce ve İnternetten Sonra diye ikiye ayrılması gerektiğini düşünüyorum şimdilerde. Çünkü hayatımızı milât kadar keskin bir çizgiyle ikiye bölen internet, davranış tarzlarını değiştirdi. Yerleşik değerlerle çelişir yepyeni meşruiyet alanları belirledi. Daha önemlisi topluma bambaşka bir algı tarzı biçti ve giydirdi.
Tamam, internet sayısız kolaylığın ve faydanın kaynağı oldu. Bilginin ulaşılabilirliği istikametinde çok ciddi bir alan genişlemesi belirledi. İletişimin ve sosyalleşmenin de tanımlarını değiştirdi, esnetti. Bu yüzden kuşku yok geleceğin tümü internetindir. Fakat o bütün genişliğine rağmen sığdır, derin değildir. Sanaldır gerçek değildir. Gölgedir kendi değildir. Bir kısımdır hepsi değildir. Kendisiyle ilgilenenler hiç olmazsa bir-iki nesil daha toplumun olgun ve yaşlı tabakasını tümüyle temsil etmez. Onun için şimdilik tek eldedir. Çok şeyi asıl sahibinden ç/alarak ortak kullanıma sunan internet bir bakıma bir anonimleşme alanı olarak da varlığını gösterdi. Ama her şeyden önce herkesin parmağına bir de Gyges’in Yüzüğü geçirdi.
Platon’un Devlet’inde anlatılan mesele bakılırsa, insanı görünmez kılan bir yüzük, Gyges isimli bir çobanın parmağına geçtiğinde, görünmezliğin verdiği cesaretle toplumsal ahlâkın baskısından kurtulan çoban kendi iç ahlâkıyla baş başa kalmış ve kralı öldürerek kraliçeye ve saltanata sahip olmakta bir beis görmemişti.
Eğer bir nick kullanıyorsak internet bizi parmağımıza Gyges’in yüzüğünü taktığımız anda ortaya çıkan kimliğimizle yüz yüze getirir. Çünkü orada artık görünmezizdir. Bu sansürsüzlük hele de otosansürsüzlük panayırında kendi ismimizi korumaya alarak sanal bir ismin peçesi arkasında gizlendiğimiz andan itibaren hiçbir manevraya mani yoktur. Biz orada kendi içimizdeki ahlâk yasası ne kadarsa o kadarızdır. Bir nick arkasına gizlenildiği, gerçek ismin saklandığı, bir başka ifadeyle toplumsal ahlâka bakan tarafın garantiye alındığı müddetçe internet her şeyi yapmaya olanak veren bir âlemdir. Ekran kabadayıları, internet delikanlıları, klavye kahramanları vardır onun bu yüzden. Klavyesi olan konuşur orada. Her Dr. Jekyll’ın Mr. Hyde’ı orada çıkar ortaya. İçten geçen, arkaya bile bakmadan fütursuzca bırakılıp gidilir ve ertesi sabah üstüne titrenen gerçek isimle gündelik hayata dönülür. Mesafe! Oysa iç ahlâkla dış ahlâk arasındaki mesafenin büyümesi ahlâksızlığın ta kendisidir.
İnternet bir yandan içimizdeki farkında bile olmadığımız ben’i açığa çıkarırken diğer yandan bizi unutmak istediğimiz yüzümüzle, saklamak istediğimiz kimliğimizle, hatırlamak bile istemediğimiz geçmişimizle de yüz yüze getirir. Orada artık siz kendiniz değil göründüğünüz, algılandığınız sizsinizdir. Sadece şimdiniz değil aynı anda geçmişinizden de mürekkepsinizdir. Üstelik kurtuluşu da yoktur bunun. İnternetin zaman ve mekân kaydından azade tam bir tayy-ı zaman ve tayy-ı mekân âlemi olması, Gyges yüzüğünün tesirini daha da arttırır. Zaman da sıfırlanmıştır, mekân da sıfırdır. Işık hızı, enerji transferi. Tıpkı mahşer gibi. İptali yok. Unutması yok. Affı yok. İhmali yok. Dönüşü yok. Reddi yok. Ne var ne yoksa görünür yüzlerden silinse bile ara yüzlerde, arka odalarda, bir yerlerde depolanır. Gün gelir önünüze dikiliverir. Onun için internete bir kez adım atınca görünür dosyalar kadar depolama alanlarını, gizli dosyaları ama en fazla da bilinç altını temiz tutmak gerekir.
İnternetin farklı bir bilinç, yepyeni bir bireysellik, radikal bir zihniyet hali olarak bütün değerleri altüst ettiği, insanlığın algı tarzını ve değer ölçülerini “yenilediği”, iç ahlâkı bile yeniden inşa ettiği meselesi yoğun biçimde tartışılan bir gerçek. Tartışmak muafiyetin kapısını açar oysa. Oysa mutlak ahlâkın tartışması yoktur ve Berat Demirci’nin şu eşsiz cümlesi her bilgisayarın “çatına” asılması gereken bir vecizedir:
“Âlemlerin Rabbi olan Allah sanal âlemin de Rabbidir.”
Lidyalılar (The Lydians)
Lidyalılar, Almanca Lyd(i)er (pl.), Fransızca Lydiens (pl.), İngilizce Lydians. Batı Anadolu'da devlet kurmuş eski bir kavim. Anadolu'da Tunç Çağından itibaren M.Ö. 2. bin yılın ikinci yarısında hüküm süren Lidya uygarlığı toprakları.Yer olarak kabaca Anadolu'nun batısıdır. Esas olarak Gediz (Hermos) Irmağı ve Küçük Menderes (Kaistos) Irmaklarının vadilerini kapsayan bölgedir. Kuzeyinde Mysia, güneyinde Karia, doğusunda Frigya, batısında ise Ionia bölgeleri bulunmaktadır.
Asıl merkezleri, Menderes ve Gediz nehirleri vadileriydi. Ülke güneyinde Karya, doğusunda Frigya, batısında Eolya, kuzeyinde Temnos Dağları ile çevrilidir.
Yunan efsanelerine dayanarak, M.Ö. 700'lerde Mermnad veya Şahin Kralları adı ile kaynaklarda geçen Lidya Sülalesinin adı, Lidas'tan gelmiştir. İlk kralları Giges'tir. Giges, ülkesinin ticaret ve imarına önem vererek, merkezleri Efes'ten Mezopotamya'daki Sus şehrine kadar giden “Kral Yolu”nu yaptırdı. Kimmerlerin M.Ö. 670'te saldırısına karşı dayanan Giges, daha sonraki taarruzlarda kendini müdafaa edemeyince, 662'de öldürüldü. Yerine oğlu Ardis geçti. Sard hariç, Kimmerler tarafından tahrip edilen ülkelerini müdafaa edebilmek için, Asurlulardan yardım istedi. Lidya ülkesi Asurluların ittifakı ile Kimmerlerin işgalinden kurtuldu. Fakat, kendilerini bir daha toplayamadılar. Sadiyat, Alyat (M.Ö. 617-560) krallığı devrinde Kızılırmak'a kadar genişlemişlerse de Medler tarafından durdurulmuşlardır. Alyat'tan sonra Lidya Kralı olan Krezüs (M.Ö. 560-546) devrinde en parlak ve kötü günlerini yaşayan ülke, kültür ve sanat ilerlemesine rağmen Medlerin taarruzlarına hedef oldu. M.Ö. 546 tarihinde Kızılırmak boyunda Kurus ile yapılan muharebede ücretli askerler çekilince Krezüs yenilerek esir edildi (Bkz. Krezüs). Medler (Persler) tarafından işgal edilen Lidya ülkesi, Romalı ve Bizanslılardan sonra Türklerin eline geçti.
Anadolu'nun eski ticaretinde büyük rol oynayan Kral Yolu'nu yaptırmaları, sanat eserleri ve parayı yaygın olarak kullanmalarıyla tanınan Lidyalıların merkezi Sard'ın kalıntıları, Manisa'nın Salihli kazası hudutları içinde hala mevcuttur. Güneş ve ay tanrısına tapan Lidyalılar ölülerini kaya veya toprak içine yaptıkları mezarlara koyup, üstünü toprakla yükselterek örterlerdi. Kral mezarları yüksekçe olup, mozak tipindeydi.
Lidya'da üç kral hanedanı hüküm sürmüştür. Birincisi "Atyadlar", ikincisi "Heraklidler", üçüncüsü "Mermnadlar" Hanedanları'dır. İlk iki hanedan ve bunların kralları hakkında pek bir bilgimiz yoktur. Bu iki hanedanın M.Ö. 2. bin yılın ikinci yarısında hüküm sürdükleri biliniyor. Yapılan dilbilim çalışmaları sonucunda Lidyalılar'ın kökeninin Anadolu'nun Tunç Çağına kadar gittiği anlaşılıyor. Önceleri Hint,Avrupa dil grubundan olduğu şeklinde tanıtılan Lidya dili,bugün Tarihçi Heredot'un aktardığı gibi, Orta Asya kökenli bir millet olarak, Ural-Altay dil grubu'ndan bir dil kullandıkları, son verilerle kesinlik kazanmış ve lidya dil grubu Arkeoloji Tarihinde yerini almıştır...
Lidyalıların bilinen en parlak dönemi M.Ö. 700-550 yılları arasıdır. Bu dönem aynı zamanda Mermnadlar Hanedanı dönemidir. Lidya adı Mermnadlar Hanedanının ilk kralı olan Gyges'ten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Gyges hakkında bildiklerimizi Yunanlı tarihçi Heredotos'tan öğrenmekteyiz. Heredotos, Gyges'in Miletos, Smirna ve Kolophon (Değirmendere)'a karşı saldırgan bir politika izlediğini söylemiştir. Gyges'ten sonra sırasıyla Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos hüküm sürmüşlerdir. Yine Heredotos, Alyattes'in Smirna ve Klazomenai (Urla) kent devletlerine saldırdığını söylemiştir. Fakat Alyattes, Klazomenaililer'le yaptığı savaşta yenilmiştir. Yine Lidyalıların doğudaki Medlerle Kızılırmak yöresinde yaptıkları savaş Alyattes döneminde olmuştur. İşte bu savaş sırasında Miletos'lu Thales ilk Güneş tutulmasını doğru olarak tahmin etmiştir (M.Ö. 28.05.585).
Lidyalılar'ın Yunanlılar'la en fazla ilişki kurdukları dönem Kroisos (560-547) dönemidir. Kroisos'da Ionia kent devletlerine karşı saldırgan bir politika izlemiştir. Fakat adalarda oturanlarla iyi ilişkiler içine girmiştir.
M.Ö. 546 yılında Persler, Lidya Krallığının başkenti Sardes'i ele geçirip Lidya Krallığına son vermişlerdir. Böylelikle Anadolu 200 yıl boyunca Pers egemenliğine girmiştir.
Lidya'nın insanlık tarihine en büyük katkısı "sikke"yi icat etmiş olmalarıdır. Başkent Sardes'in içinden geçen Paktalos Irmağı'nın alüvyonlarında doğal olarak bulanan altın-gümüş karışımı "elektron" madeninden basılan ilk sikkelerin üzerinde Lidya Krallığının arması olan Aslanbaşı bulunuyordu. İlk Lidya sikkeleri muhtemelen Alyattes döneminde basılmıştır. Sikke basımının daha iyi bir duruma gelmesi ve elektron yerine altın ve gümüşten ayrı olarak sikke basımı Kral Kroisos zamanında ortaya çıkmıştır.
Seramik kapların özelliğinden Lidyalıların batıdaki komşuları Ionia ile çok öncelere giden bir ilişkileri olduğu saptanmıştır. Yine Lidyalılar'ın Yunanlılar'la ticari ilişkilerinin yanı sıra dinsel ilişkileri de vardı. Lidya dininde en önemli kültler ana tanrıça-Artimu (Artemis-Kybele), Luvi tanrıçası-Kuvava, tarım tanrıları-Baki (Dionysos), yağmur tanrısı-Leus (Zeus) ve mezarların koruyucusu-Santas'dır. Lidyalılar ilk parayı kullanan devlettir. Lidya, Anadolu'da Tunç Çağından itibaren M.Ö. 2. bin yılın ikinci yarısında hüküm süren Lidya uygarlığı toprakları.
Yer olarak kabaca Anadolu'nun batısıdır. Esas olarak Gediz (Hermos) Irmağı ve Küçük Menderes (Kaistos) Irmaklarının vadilerini kapsayan bölgedir. Kuzeyinde Mysia, güneyinde Karia, doğusunda Frigya, batısında ise Ionia bölgeleri bulunmaktadır.
Lidya'da üç kral hanedanı hüküm sürmüştür. Birincisi "Atyadlar", ikincisi "Heraklidler", üçüncüsü "Mermnadlar" Hanedanları'dır. İlk iki hanedan ve bunların kralları hakkında pek bir bilgimiz yoktur. Bu iki hanedanın M.Ö. 2. bin yılın ikinci yarısında hüküm sürdükleri biliniyor. Yapılan dilbilim çalışmaları sonucunda Lidyalılar'ın kökeninin Anadolu'nun Tunç Çağına kadar gittiği anlaşılıyor. Önceleri Hint,Avrupa dil grubundan olduğu şeklinde tanıtılan Lidya dili,bugün Tarihçi Heredot'un aktardığı gibi, Orta Asya kökenli bir millet olarak, Ural-Altay dil grubu'ndan bir dil kullandıkları, son verilerle kesinlik kazanmış ve lidya dil grubu Arkeoloji Tarihinde yerini almıştır...
Lidyalıların bilinen en parlak dönemi M.Ö. 700-550 yılları arasıdır. Bu dönem aynı zamanda Mermnadlar Hanedanı dönemidir. Lidya adı Mermnadlar Hanedanının ilk kralı olan Gyges'ten itibaren kullanılmaya başlanmıştır. Gyges hakkında bildiklerimizi Yunanlı tarihçi Heredotos'tan öğrenmekteyiz. Heredotos, Gyges'in Miletos, Smirna ve Kolophon (Değirmendere)'a karşı saldırgan bir politika izlediğini söylemiştir. Gyges'ten sonra sırasıyla Ardys, Sadyattes, Alyattes ve Kroisos hüküm sürmüşlerdir. Yine Heredotos, Alyattes'in Smirna ve Klazomenai (Urla) kent devletlerine saldırdığını söylemiştir. Fakat Alyattes, Klazomenaililer'le yaptığı savaşta yenilmiştir. Yine Lidyalıların doğudaki Medlerle Kızılırmak yöresinde yaptıkları savaş Alyattes döneminde olmuştur. İşte bu savaş sırasında Miletos'lu Thales ilk Güneş tutulmasını doğru olarak tahmin etmiştir (M.Ö. 28.05.585).
Lidyalılar'ın Yunanlılar'la en fazla ilişki kurdukları dönem Kroisos (560-547) dönemidir. Kroisos'da Ionia kent devletlerine karşı saldırgan bir politika izlemiştir. Fakat adalarda oturanlarla iyi ilişkiler içine girmiştir.
M.Ö. 546 yılında Persler, Lidya Krallığının başkenti Sardes'i ele geçirip Lidya Krallığına son vermişlerdir. Böylelikle Anadolu 200 yıl boyunca Pers egemenliğine girmiştir.
Lidya'nın insanlık tarihine en büyük katkısı "sikke"yi icat etmiş olmalarıdır. Başkent Sardes'in içinden geçen Paktalos Irmağı'nın alüvyonlarında doğal olarak bulanan altın-gümüş karışımı "elektron" madeninden basılan ilk sikkelerin üzerinde Lidya Krallığının arması olan Aslanbaşı bulunuyordu. İlk Lidya sikkeleri muhtemelen Alyattes döneminde basılmıştır. Sikke basımının daha iyi bir duruma gelmesi ve elektron yerine altın ve gümüşten ayrı olarak sikke basımı Kral Kroisos zamanında ortaya çıkmıştır.
Seramik kapların özelliğinden Lidyalıların batıdaki komşuları Ionia ile çok öncelere giden bir ilişkileri olduğu saptanmıştır. Yine Lidyalılar'ın Yunanlılar'la ticari ilişkilerinin yanı sıra dinsel ilişkileri de vardı. Lidya dininde en önemli kültler ana tanrıça-Artimu (Artemis-Kybele), Luvi tanrıçası-Kuvava, tarım tanrıları-Baki (Dionysos), yağmur tanrısı-Leus (Zeus) ve mezarların koruyucusu-Santas'dır. Lidyalılar ilk parayı kullanan devlettir.
The Ring of Gyges the Lydian
The story of Gyges the Lydian is part of Glaucon's initial speech in book II of the Republic. Glaucon steps in when Thrasymachus has been silenced by Socrates to defend the opinion that people don't practice justice for itself, but only for fear of what would befall them if they don't. Here goes the story."That those who practice it [justice], practice it constrained by want of power to act unjustly, we might better perceive if we do the following in thought : granting each one of them both, the just and the unjust, license to do as he wishes, let us then follow them closely to observe whither his desire (è epithumia) will lead each. We should then catch the just man in the act of following the same path as the unjust man on account of the advantage that every nature is led by its very nature to pursue as good, being diverted only by force of law toward the esteem of the equal. The license I am talking about would be supremely such if they were given the very same power as is said to have been given in the past to the ancestor of Gyges the Lydian. (1)
For he was a shepherd laboring for the then ruler of Lydia and some part of the earth was shattered by a violent thunderstorm developing along with an earthquake and a chasm appeared at the place where he was pasturing. Seeing this and wondering, he went down and the fable says that he saw, among other wonders, a hollow bronze horse having openings, through which, peeping in, he saw that there was a corpse inside, as it seemed, greater than is usual for men, and wearing nothing else but a golden ring at his hand, that he took off before leaving. When time came for the shepherds to hold their customary assembly in order to prepare their monthly report to the king about the state of the flocks, he came too, wearing this ring. While he was sitting with the others, it chanced that he moved the collet of the ring around toward himself into the inside of his hand ; having done this, he disappeared from the sight of those who were sitting beside him, and they discussed of him as of someone who had left. And he wondered and once again feeling for the ring, he turned the collet outwards and, by turning it, reappeared. Reflecting upon this, he put the ring to the test to see if it indeed had such power, and he came to this conclusion that, by turning the collet inwards, he became invisible, outwards, visible. Having perceived this, he at once managed for himself to become one of the envoys to the king ; upon arrival, having seduced his wife, with her help, he laid a hand on the king, murdered him and took hold of the leadership." (Republic, II, 359b-360b)
In the plans of the Republic I propose, I suggest that there is a relationship between this story, the allegory of the cave at the beginning of book VII and the myth of Er the Pamphylian at the end of book X. This page is intended to explore this relationship and to "decipher" the meaning of the story of Gyges in that perspective. More specifically, I'd like to show that the story of Gyges (or of whomever is the hero of the above tale) is the exact antithesis of the ascending movement depicted in the allegory of the cave, in that it describes the downward movement of a man seeking in the laws of nature an excuse to escape responsibility in social life. Then, I'll explore the relationship of these two stories with the myth of Er that concludes the Republic.
The hero of the first story is a shepherd, a man who spends most of his time in the midst of nature, with very little social organization. He starts where the ascent of the prisoner from the cave ends, that is, in the open air and in the sunlight. And it is not under the leadership of some human teacher, as is the case with the prisoner of the cave, or as a result of a thought out act of his will, that he starts his investigation, but by mere chance. It is nature itself which plays the role of a teacher to lead him downward inside a chasm in the earth opened by cosmic forces "at the place where he was pasturing". And once his curiosity is aroused by the forces of nature, not by the lasting order of the kosmos that he may enjoy every day, but by some exceptional event of momentous proportion, he goes down alone inside "matter".
Inside the cave, sure enough, he sees and at last "wonders (thaumasanta)" (2). But this wonderment, as we'll find out, is not of the kind that, according to Socrates in the Theætetus, is the beginning of philosophy (Theætetus, 155d). What he sees is a horse : not a puppet held by a man and casting shadows on the wall of the cave, but a horse large enough to hold the body of a man inside his hollow belly, the body of a man himself larger than usual. To understand what this horse stands for, we should remember the image of the winged chariot in the Phædrus, with its two horses depicting the two lower parts of the soul. Here, there is only one horse, the symbol of a monolithic materialistic soul unable to move and as dead as the body that is inside it. This horse that plays the role of a soul around the body of man may also remind us of the Trojan horse, that instrument of deceit and war that gave the Greeks victory over the Trojan in the legendary war that was at the root of Greek pseudo-unity and at the heart of their culture and education. It stands for the purely external "soul" that defines man in a society which cares only for social behavior and external appearance, which finds pride only in its wars and victories and is not ashamed of the evil means it uses to reach its goals. "Inside" that empty soul opened at all winds, which is not the product of nature, but the work of human "art" and yet doesn't look like a man, inside that lifeless monster deprived of logos, there lies a dead body, naked and larger than nature, symbol of what science may find under its scalpel and show of man. Man may indeed look great when science explains to us the wonders of its complex organism, but science will never explain what the "spirit" is, the spirit that makes man capable of "knowing" purely intelligible beings and sharing in "eternal" truths, the soul that holds together a material body and an immaterial logos and brings life to the whole ; most important, science will never tell us what this sophisticated machine should become, what his true good is. There is no sun inside the cave.
The only thing that may be seen on the dead body, naked as on the day of his birth, is a golden ring (daktulion) at his hand. This ring, unlike the chain the prisoners of the cave have to get rid of, which is a consequence of their very nature, is a man-made sign of external wealth, but a wealth that amounts to almost nothing in the face of death. It is the ring of culture that binds together men of succeeding generations, one of the many rings (3) of a chain which, according to Socrates in the Ion (see Ion, 533d, ssq and 535e-536a), brings the inspiration of the poets, those founding fathers of Greek civilization, like the magnetic force that stems from the Heracleian stone, down to the spectator of the reciter's show, in what was one of the staples of Greek education in Plato's time and that he fought so hard because, to him, that chain of inspiration doesn't lead us all the way up to "Zeus, the god of gods, who reigns by laws" (Critias, 121b), but stops at the Muses, who could only inspire the first part of Socrates' first speech in the Phædrus, a speech which speaks to our feelings rather than to our reason. It is the ring that Hippias had manufactured for himself, as everything he was wearing at Olympia (see Hippias minor, 368b-e), the first item in the long list of his works detailed by Socrates, the first proof of his supposedly universal knowledge, a scientific and technical knowledge that doesn't make him capable of telling good from evil, or even of explaining what beauty is. It is the signet whose mark (sèmeion) in the wax of the soul might stand for the bearer, Theodorus or Theætetus (or Gyges or one of his ancestors), if only our soul were a wax tablet (see Theætetus, 191d and 193b-c). It is the ring which, in Socrates' discussion with young Alcibiades, should not be confused with the hand and even less with the true self (4) when deciding how we should go about taking care of ourselves (Alcibiades, 128a and 128e).
And the ring that Gyges or his ancestor, turned into a tomb looter, steals from the dead body and deliberately puts on his finger, like a newly found truth about himself unearthed in physics and history, will turn him, when he returns where he came from, into a leader enslaving his fellow men, not into a teacher freeing them from their natural chains. Yet, to reach this point, some more testing is needed to find the true "power" of the ring, the newly found truth about man, in social life. But here again, the test will come, not from a deliberate attempt to use reason, but as a result of mere chance. And what the holder of the ring will find, and what will lead him to a new level of wonderment, is that, by looking at himself with this new tool, he becomes invisible, in other words, he can escape responsibility ! If man is only what science shows of him, nothing but a highly sophisticated bunch of cells whose behavior is the result of chemical processes resulting from impressions of the senses, then he is not responsible for his acts. If the soul is no more than some sort of Freudian unconscious conditioned by his environment and past history, where is his free will ?... Back from the depth of the earth and in full light, wearing his new find, the shepherd is not even a shadow on the wall in the midst of the assembly of men. His fellow shepherds won't even ridicule him, as do the prisoners in the cave with the returning freed man blinded by the light of the sun outside (Republic, VII, 516e-517a), they simply don't see him as soon as he becomes the focus of inquiry (by turning the collet of the ring toward himself) : he no longer "exists" as a man, a responsible man, that is. And yet, he has no trouble convincing them to let him represent them to the king, whereas the man returning to the cave after having "seen" the truth outside is in high risk of getting killed by his fellow prisoners if he tries to compete with them. Most people prefer the illusions they themselves build around them to the hard seen truth from a far away "place".
It is only at this stage of the story, at the very end of a quest that was from beginning to end the work of chance, that eros, love, comes into the picture : physical love and hunger for power have now free rein in the "invisible" man, and they lead him to the top. This is certainly not the kind of love Socrates is advocating in the Symposium, and it looks much more like the disguised love of Lysias trying to seduce Phædrus, if it is love at all : we are only told that the shepherd "seduced" the queen (5) and, if it implies at least physical intercourse, it may well be no more than cunning on the part of the shepherd to reach his end. More ! the end result of such "love" is adultery and crime, death for the king and usurpation of power by one of his subjects. Sure ! the knowledge that you get from the depth of matter makes you better armed to (temporarily) win in the struggle for life on earth than the light you receive from outside the cave, from seeing the good itself. But then, you too end up like anybody else, a dead corpse beneath the earth, naked as on the day of your birth, and someone else steals the ring...
And if we remember that not long ago, in the midst of his discussion with Socrates, Thrasymachus used shepherds as an image of rulers, when claiming that rulers seek their own interest, not that of their "flock" (Republic, I, 343b), we may want to see in the shepherds of Gyges' story an image of selfish rulers, and then, in the king, an image of the demiourgos, the god who created the kosmos, and in the queen an image of "matter" he "espoused" for such a creation (6). Then, the final usurpation is that of a ruler who embraces materialistic views to kill the gods and make himself god in front of men. It reminds us of Critias, Plato's cousin, both sophist and tyrant, who, in one of the few extant fragments of his works, talks of the gods as the invention of some shrewd man to hold his fellow-men in check through fear and the sentiment of guilt (DK, fr. B, XXV).
Even the name of Gyges shows that he is bound to the earth : it is built around the word gè, which means "earth" (7). Thus, in a sense, Gyges is something like Mr. Earthling or Mr. Roundearth !... And his origin doesn't plead in his favor : he is a Lydian, as are some musical modes of which the least we can say is that they were not Plato's favorite, if we are to judge by what he has Socrates say about them at Republic, III, 398e. They are modes not even fit for women, let alone for guardians of the city, leading to drunkenness, softness and laziness.
Indeed, the names of Gyges and Lydia, a country once renowned for its abundance of gold and life of luxury, might ring another bell : at the beginning of his Histories, written sometime during the second half of the Vth century BCE, Herodotus seeks the origin of the Medean wars in the story of Croesus, the wealthy king of Lydia whose dynasty started with the usurpation of no other than Gyges. The story of Gyges as told by Herodotus (Histories, I,7,1-I,12,2) widely differs from that of Plato. In it, Gyges is no longer a shepherd, but the favorite bodyguard of the king. It is the king himself, so proud of his beloved wife's beauty, who arranges for Gyges to see her naked in their bedroom so that he may judge by his own eyes that she is the most beautiful woman in the world. Unfortunately, the queen, unnoticed to Gyges, catches sight of him when he tries to surreptitiously leave the room, but says nothing at the time. The following day, she summons him and offers him the choice either to kill the king, marry her and take his place, or to get killed for having seen her naked. In order to save his own life, Gyges accepts to kill the kind, and, once again, this time with the help of the queen, becomes invisible in the royal bedroom to take advantage of the king's sleep to dispose of him.
Though, from a literal standpoint, these are two quite different stories, it might be possible to see how Plato reworked Herodotus' tale of a singular event to give it a more universal meaning (8). The king of Lydia of Herodotus' story gives way, in the first part of Plato's story, to the king of the universe and his most beautiful wife becomes his created world, that Gyges is induced to admire by the power of the king's might leading him to a naked body. The ring that he steals is the bond that ties him to the queen as soon as she catches sight of him fleeing. Once you have started investigating the laws of matter, you are faced with two choices from mother nature : either you accept your mortal condition and death when it pleases her, or else you try to get rid of the gods and enjoy life so long as it lasts. But whether he submits to the king's will (who tempts him into watching his naked wife) or to the queen's (who induces him to kill the king to save his life), so long as he renounces his own free will, Gyges soon finds himself "invisible" in the royal bedroom...
Yet if Plato starts his inquiry into justice by the story of a man who tries to escape responsibility for his acts, then, after showing us, in the body of the discussion, how, far from plunging into deeper chasms inside the earth, we should ascend on the path of education from the chasm we live in (9) up the hill toward the only truth that can free us from the invisible chains binding us to our cave and make us responsible leaders of others, he concludes his inquiry by putting us in front of the existential choice that awaits us. The myth of Er (Republic, X, 614b-621b) is meant to show us that whatever we become in life is our free choice ; the only obligation we are subjected to by necessity is to choose.
Indeed, the myth of Er may be viewed as another reversal of the story of Gyges in more than one way, not only because it depicts many bodiless souls facing their own responsibility with regard to their whole earthly and heavenly life in opposition to one soulless body evading his own responsibility to better his material earthly life. One starts with the many deaths in battle of brave warriors that induce a flock of souls to walk toward a marvelous (daimonion) meadow where preexist four everlasting chasms (chasmata) leading toward and coming from both the heaven above and the depth of the earth below to end with an earthquake (seismon) that sends souls back to life like shooting stars, whereas the other starts with an earthquake (seismou) that opens a single new chasm (chasma) at the feet of a shepherd in the very meadow where he is pasturing his flock of sheep and induces him to go down into an underground tomb full of wonders (thaumasta) to end with the single death of a king that sits the shepherd turned murderer in his throne. But, at first glance, the myth of Er might also seem to reverse the allegory of the cave : men living under the sun are supposed to learn from someone coming back from the kingdom of the shades (10).
The fact is, the whole story of Er needs to be read with care and turned upside down in more than one way. Spatially, it nowhere says that it takes place in the "underworld", and only implies it by talking about the dead. In fact, it takes great care to avoid naming the place (11) and to describe a location which, for all practical purposes, seems to be on the surface of the earth, halfway between heaven and the underworld : this is quite obvious in the description at the beginning of the four chasms, of which two open in heaven and two in the earth (Republic, X, 614c) and nowhere else in the ensuing story does it become more specific. The location is not even described as a high mountain (close to heaven) or a deep valley (near under the earth), but as a huge meadow (ton leimôna, 614e ; tô leimôni, 616b) and then as a plain (pedion, 621a). If anything, we might even feel closer to heaven as the story spends quite some time describing what looks like the whole universe under the form of the spindle of Necessity. The only description of what may properly be called the underworld comes as a story inside the story, with the answer to the question about Ardiæus the tyrant (615d-616a). Thus, we should not have to make a great effort to see this world as our world and all these souls as more living than dead.
Another indication that the story might not be about the underworld after all comes at the very beginning. Before starting the myth, Socrates warns us, with a play on words, that he is not about to tell "a tale to Alcinous (Alkinou apologon), but that of a brave man (alkimou andros)" (Republic, X, 614b). The pun may be read at several levels : on the surface, the expression "tale to Alcinous", referring to books IX-XII of the Odyssey, had become proverbial for a lengthy tale, and there is some irony on the part of Plato, at the end of the ten dense books of discussion that make up the Republic, to warn the reader that what is to come should not be too long ! But, if we dig a little deeper and remember what is in the original "tale to Alcinous" in the Odyssey, we'll find that a good deal of it tells the story of Odysseus' trip into Hades and evocation of the souls of the dead, a story Plato refers to to criticize it and its likes at the start of book III (see note 10). Thus, after more criticism of Homer in the first part of book X, Plato subtly warns us that he is not writing another such tale. Somehow, he is not talking about the dead, but about the living, and for the living, and he expects us to do a bit of "decoding" homework : it is not before our birth that we choose once and for all the sort of life we will live but during it, otherwise education would be of no avail... One way of seeing this is to start at the end, that is at birth and read the myth backward toward death. And that's not all yet ! It is only if we look at the meaning of the name Alcinous that we can get the full import of the pun and realize how "serious" Plato may be even when joking : Alki-nous indeed means "strong mind" and, by opposing the strong mind (alki-nou) to the brave man (alkimou andros), Plato is warning us that this story of dead souls is not about disembodied minds floating in the air, strong as they may be, or about some Anaxagorean nous(12) ruling the whole cosmos, but about whole men, body and soul, mind and matter, brave guardians ready to fight for their lives and defend their cities, be it in war or in everyday's life.
Another hint that, from a temporal standpoint, we should read the story backwards comes in the middle of it. As usual with Plato, the center of the story holds the key to it. In the myth of Er, the center (Republic, X, 617b-e) introduces the three daughters of Necessity (Anagkè), the Fates (Moiras, whose name also means "shares") about to distribute "models of lives (biôn paradeigmata)" (shares to choose from, not fates to be imposed upon us). The central section splits in two parts : first, the presentation of the three Fates and their place in the overall structure of the universe as a conclusion of the description that preceded ; second, the proclamation of a prophet initiating the choice of lives that is to follow. Both parts are meant to show that men alone, not gods or laws of nature, are responsible for their own fate. This is said in plain words at the end of the prophet's proclamation : "the responsibility is in he who chooses, god is not responsible (aitia elomenou, theos anaitois)" (Republic, X, 617e), but the purpose of the description of the structure of the universe that ends with the introduction of the Fates is to show that the laws of necessity are only meant to maintain order and harmony into the created world (13), not to deny man's freedom. And as if to prove it, the first act of the prophet at the service of the Fates is to "arrange the souls in orderly intervals (en taxei diastèsai)" (Republic, X, 617d, which is almost the exact middle of the myth). In all that order, there is only one slight problem : the role of each of the three Fates doesn't fit with the meaning of each one's name in respect with all that is said everywhere else in the myth ! Lachesis, whose name means "destiny" is telling the past ("ta gegonota, the things that have become") while Atropos, whose name means "unchangeable", is telling the future ("ta mellonta, the things that must happen"). Clotho alone, whose name means "spinster", seems to be at her place, standing in the middle and telling the present ("ta onta, the things that are"). To give each Fate her due role, we only have to reverse the order so that Lachesis, Destiny, who in effect presides over the choices of lives, will tell the future while Atropos seals the past to make it unchangeable. Or we may decide that, in this tale where the dead are living and the living dead, the future is the past and vice-versa, which amounts to reading the story backwards !
Read this way, the story starts at dawn (eôthen, 621b) with birth, that is, with the embodiment of souls that come with a heavenly dimension in them (they look like shooting stars, asteras, 621b, that is, they have something godly in their look, and we know this to be their logos). The messenger that is supposed to give them hope goes by the name of Spring (14) and in fact, as seen by the name of his kin, Pamphylia, is any one of us (15). All our efforts in life should tend to "remember" the things from "above", with the help of the daimôn assigned to us (617e, 620d), that divine "share" (moira) within our soul, in order to help us make the right choices in life, the right choice of life ; to "remember" the things from above or, in fact, as the allegory of the cave shows us, to move toward them, not to dig the earth for a truth about ourselves that we won't find there, as the story of Gyges shows. Destiny only decides when we live (the casting of the lots in front of Lachesis), not how we live. Then, as we grow older, we may come to realize that the laws of nature are not a "ring" that "frees" us from any responsibility in our acts, but a model of order and harmony that we should strive to imitate, and this is the first step in getting rid of the chains that bind us in the "cave". The man-made horse than surrounds a dead body in the story of Gyges gives way to the celestial spheres that surround our world and Gyges' ring gives way to the lot that sets the time each one has to face his responsibility in choosing his "model" of life. Eventually, when comes the time of death and judgment, we will raise or fall according to our own behavior in life.
Now, if we look at the structure of each of these three stories, the story of Gyges, the allegory of the cave and the myth of Er, we'll find more grounds for wanting to read the myth of Er both ways :
GYGES | THE CAVE | ER |
Phusis Unearthing the ring 359d-e (9) | Phusis State of the prisoners in the cave 514a-515c (31) | Phusis/Krisis Origin and judgment of the souls 614b-616b (77) |
Logos Uncovering the power of the ring 359e-360a (12) | Logos/ Structure of the universe 616b-617d (65) | |
Logos The journey toward the sun 515c-516b (32) | /Logos Principles of choice of life 617d-619b (60) | |
Krisis Using the power of the ring 360a-b (4) | Krisis Judgment and trip back 516b-517a (31) | Krisis/Phusis Choices of lives and birth of the souls 619b-621b (76) |
All three stories may be divided in three parts : one deals with phusis, nature, some sort of "inital state" ; another one deals with logos, the rationale, the explaining power, of what is to happen ; and a third one deals with krisis, judgment, action, choice, that is, the change in state that results from applying the power found in the logos section.
In the story of Gyges, the three sections follow in that order, but they are unbalanced. First comes the description of Gyges initial state, of the nature he lives in and of the trip he is led to make in the depths of it. Then, we see him uncovering the power of his find brought back from the cave/tomb, the ring that makes him invisible at will. This section is the longest of the three and, in it, we find, at the exact center of the whole story, the keyword of Gyges' "logos" : tukein, the verb meaning "to happen by chance", used to describe how he came about finding the power of the ring ! Everything that happens to Gyges to improve his condition happens by chance until he becomes invisible ! The third part of the story is quite short : having found the power to seemingly evade responsibility, Gyges decides to become king and soon reaches his goal.
In the allegory of the cave, the three sections follow in the same order but, in this story, they are in perfect balance. The first part describes the "natural" state of the prisoners, that is, us, in the cave before the educative process. The second part describes the educative process that leads us all the way up to the "sun", that is, to the idea of the good that provides the true rationale for all our acts. The middle of the story falls at the point where the prisoner is "forced" to leave the cave and starts climbing the hill outside. In comparison with the story of Gyges, the keyword of this process is no longer "chance" but "force (bia, 515e)", constraint, pain ; the verb anagkazein, to force, built on the word anagkè, necessity, which is the name of the mother of the Fates we see at length in the myth of Er, occurs three times in this section (515c6, d5 and e1) which opens and closes on replies by Glaucon reinforcing this feeling of necessity ("pollè anagkè, quite necessarily", 515c3 ; "anagkaion, necessarily", 516b8). But this necessity has very little to do with fate and a lot to do with the rational requirement that we get the proper education and come to see the truth. And the force that has to be used to compel the prisoner to turn toward the light and climb is as much moral strength as it is bodily constraint ; it is as much the act of the teacher as it is the effort of the will under the leadership of the logos to tame the passions and desires that satisfy themselves with the cave. Once the prisoner has seen the sun itself, the third part describes the effects of this sight, the judgment that the educated freed man lays on his fellow prisoners, and the judgment that they lay on him when he gets back to the cave.
With the story of Er, things are not so simple. The central section on logos occupies almost half of the whole story and splits in two parts of equal length to present two orders of explanation : the order of the laws of the cosmic nature, the laws of the universe, the laws of Anagkè and her three daughters the Moirai, on the one hand ; the order of the laws of humankind, the laws that preside over man's choice of his way of life, on the other hand. The first order is an answer to what Gyges was looking for : not a phusis that deprives man of responsibility and makes him invisible, but a cosmic harmony that provides man with a world to live in and a model to imitate. The second order details the practical implications of the educative process depicted in the central section of the allegory of the cave, in terms of ways of choosing a lifestyle. And the central subsection (that is, the concluding lines of section 2 and the opening lines of section 3 that make up the center of the myth), already analyzed above, makes it clear that these two orders of reasons don't interfere with one another, that the laws of nature don't deprive man of his freedom of choice and of his responsibility in his choices. Gyges may think he has become invisible once he puts himself under the scalpel of science, and he may be for his fellow prisoners who don't care for the light of the sun, but he is not for the judges above, who will some day seal his fate and turn his "chance" around.
On either side of this dual section on logos, we may read the two surrounding sections two ways, depending on which way we read the whole story, and which order of explanation we give precedence to. Reading the story forward, we will see in the first section another myth about the nature of the soul, reminiscent of the myth of the Phædrus in Socrates' second speech : what will become of the souls depends in large part upon what they have seen in their travel before birth, either in the heaven or under the earth. Then the last section depicts the judgment that results from this in the choice of life. But, taken literally, this way of looking at things amounts to another sort of fatality : for us down on earth, we are only playing a movie whose script has been written already, maybe by our own soul, but it was before she drank the water of carelessness in the plain of oblivion (Republic, X, 621a). The end result is that there is little if anything we can do to change the script, education in this life is of no use and we may be technically responsible of our fate but it takes some believing, and fate it remains for all practical purposes ! Such a reading lay the stress on the first order of reasons, ill understood.
But if, once again, we read the story backwards, then the various "models" of life men choose from in the last section become first depict the different "natures" they may be born with, and the initial section become last describes the judgment of the souls at the end of their lives, not by themselves, but by the judges up above. In the reading, the order of reasons given in section 3 (the principles of choice of life) become prevalent and the educative process called for by the allegory of the cave is paramount. In this reading alone does man's freedom find its due place.
Or rather, it is only if we accept both readings, both orders of explanations, if we understand that it is not because there is something in us that binds us to the "earth" that it prevents the other part in us that comes from "above" to play its role, if we realize that the laws of nature don't deprive us from our freedom of choice, that we may properly play the part that is expected from us. All what's required is that we find the glitch in between the two parts that must be fixed to turn a destiny around from a past already sealed into a future to be built. But, with the Republic, we are only halfway through the journey of the dialogues, the climb depicted in the allegory of the cave. The two orders of explanations shortly alluded to here will eventually be developed at length in the last trilogy, which opens with a reminder of the Republic : the Timæus develops the understanding of the laws of the universe in what still gives itself for a myth, and details the respective role of anagkè and rational thinking in the order of the kosmos, while the Laws provide a comprehensive description of the organization of a well behaved city of men, a city in which men can live worthy lives, no matter what their lot was to begin with. But to move from one to the other, we must find the glitch which leads to the Critias' interruption, we must use our judgment, raised by the long journey with Socrates and the dialogues, to come to see that Critias is not about to build a future along the lines of Socrates' ideal from the Republic, but that he is rewriting a mythical past in a new Iliad to better defuse Socrates' revolutionary proposals : he is turning time around the wrong way !...
The Greek text in the manuscripts reads : "tô Gugou tou Ludou progonô", which translates "to the ancestor of Gyges the Lydian". Yet, at Republic, X, 612b, Plato mentions "the ring of Gyges". I won't try to reconcile these two texts for the time being, but I feel authorized by Plato's later reference to call the holder of the ring Gyges. (back)
The verb thaumazein, to wonder, and the word thaumasta, wonders, are found three times in a few lines in this story : thaumasanta (359d5), thaumasta (359d6), thaumazein (360a2).
In all of the instances mentioned in this paragraph, it is the same word, "daktulios", which is used by Plato to designate whatever I call "ring". The only other place where he uses this word is toward the end of the Republic (Republic, X, 612b4 et b5), just before telling the story of Er, to refer the reader, in the conclusion of the discussion on true justice that got started by Glaucon's speech, to "the ring of Gyges".
The confusion between the ring and the hand is easier in Greek where the word for ring, daktulios, differs from the word for finger, daktulos, by only one letter. And the hand might easily be viewed as an apt "summary" of man from a "naturalistic" standpoint, in that it is the nature-provided tool that enables man to "manufacture" (from a Latin word that etymologically means "to build with hands") a world of his own, to turn the concepts of his mind into visible artifacts. Indeed, according to Aristotle (Parts of Animals, 687a7), "Anaxagoras says that it is by virtue of having hands that man is the most intelligent of animals" ; and he himself says elsewhere (On the Soul, 432a1) that "the soul is like a hand ; for the hand is a tool (organon) for tools, and the mind a form (eidos) for forms, and sensation a form for sensations." Thus, the ring is the product of the hand for the hand, that may turn into a symbol of absolute power when it becomes a signet at the hand of a king.
The verb that is used, moicheuein, means "to commit adultery" and is found nowhere else in the dialogues.
This would be in keeping with the common view at the time, still advocated by Aristotle, that, in the process of generation, man provides the "formal" element and woman the "matter". The first part of his name might even give a shape to this earth, if we are willing to see in gu- the same root as in guros, circle, and guès, a name that designates the curved piece of wood in a plough.
And this might help explain why, if the text of our manuscripts are not corrupt , Plato talks about "the ancestor of Gyges the Lydian", and not of Gyges himself. It is and is not the same story, and, by pushing it even further back in the past, that is, closer to the "origins", he gives it a broader bearing. But the link with Gyges' story must be kept through Gyges' name, to help us draw the parallel with the beginning of Herodotus' Histories. Plato is not writing the history of one unjust war that was at the root of Athens' glory, he is writing the "history" of justice itself... (back)
(9) The same word, chasma, used by Plato to describe the opening in the earth in which Gyges plunges, is also used by Socrates in the myth at the end of the Phædo to describe the openings in the earth where men live their mortal lives (Phædo, 111c8, 111e6, 112a5). (back)
(10) The same Greek word, skia, designates the shadows on the wall of the cave and the shadowy souls of the dead that, for instance, Odysseus evokes in book XI of the Odyssey (Odyssey, X, 495), a verse that Plato quotes in book III of the Republic (Republic, III, 386d) as an example of wrong ideas about death found in the works of poets. (back)
(11) And beware of translators that are not always as careful ! At Republic, X, 614b, we are told that Er came back to life and "related what he had seen there (ekei ; Shorey's translation in Loeb : "in the world beyond")" ; a few lines later, at 614d, Er is told by the judges "that he was to become a messenger to men of things from there (tôn ekei ; Chambry translation in French in Budé : "les nouvelles de ce monde souterrain")" and is instructed "to listen and observe everything in the place (en tô topô)". It is true that the word ekei is often used as euphemism for "in Hades", but Shorey himself, in a note ad loc., points at a reference in the allegory of the cave (516c) where the same word ekei refers to the cave (again at 520c), and to another in book VI (500c) where it refers to the "world of the ideas". Thus, it is better to keep the ambiguity in the translation that was probably deliberate on the part of Plato. (back)
(12) See Phædo, 97b-99d for the story of Socrates' disillusion about Anaxagoras' nous. (back)
(13) The mention of Sirens singing in harmony with the Fates (Republic, X, 617b-c) may be another reminder of "the tale to Alcinous" : it is in this part of the Odyssey that Odysseus tell of the encounter with the Sirens (Odyssey, XII, 37-200). But Plato's Sirens are not there to get men out of their way but to induce them to copy their harmony in their lives. (back)
(14) The name of Er (èr, contracted form of ear) means "spring" (the season). But this name, whose only mention, at 614b, is the genitive form èros, evokes much more than that. It looks like the masculine form of Hera, the name of Zeus' wife, except for the smooth breathing replacing the rough one. And if we look at what Plato has to say about the etymology of Hera in the Cratylus (Cratylus, 404b-c), we see that he associates it with love (eros) through the adjective "lovable (eratè)", but also with air (aer), which, applied to Er, opposes him to Gyges the earthling : hope is not in our material, earthly nature, but in our celestial, godly power of thought and understanding, and in the power of love that sets it on the move. (back)
(15) Panphulos, the name of Er's tribe, means "of all tribes or races". Shorey suggests in a note that he might as well have translated "to genos Pamphulou" by "of the tribe of Everyman". And while we are at names, the name of Er's father, Armenius (tou Armeniou) is a close call for Harmony (armonia), a concept dear to Plato and central to the whole Republic, as well as to the myth of Er, with the "harmony of the Sirens" mentioned at its center (617c). (back)
.