22 Nisan 2018 Pazar

KURAN'I KERİM TEFSİRİ 69- HAKKA SURESİ



KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)

69-HAKKA:
O Hâkka. Bu, isim cümlesinin mübtedâsı, bundan sonra gelen kısım haberdir. "Ahid lâmı" ile el-Hâkka, el-Vâkıa, es-Sâa gibi kıyamet gününün isimlerinden olduğunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat ve gibi kavramlarla ilgisine ve sıfatlıktan isimliğe geçirilmesine göre bu kelimenin ne gibi bir anlam ifade ettiği hakkında on kadar izah şekli nakledilmiştir.
1. Hakk kelimesi "sabit ve gerekli" mânâlarında alındığı takdirde el-Hâkka; meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç kuşkusuz sabit olan saat demektir.
2. Hakk kelimesi, bir şeyi hakikati üzere tanımak ve tanıtmak mânâsına mastar olarak düşünüldüğünde "el-Hâkka", kendisinde durumların hakkıyle tanınacağı, yani eşyanın hakikatini açıp ortaya çıkaracak saat demektir.
3. el-Hâkka, "işlerin hakikatlerini kapsayan" demektir. Yani içinde, doğruluğu ve gerçekleşmesi gerekli işlerin ve hallerin meydana geldiği şey demektir ki, Kıyamet'te meydana gelmesi ve varlığı gerekli olan sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder.
4. Hâkka, hakka demektir. Hakka ise, hukûk kelimesinin tekili olan hak tan daha özeldir. "Bu benim özel hakkımdır." mânâsına denir.
5. Hâkka, şaşmaksızın inen ve yapacağını yalansız yapan bela demektir ki "Onun oluşunu yalanlayan yok."(Vâkıa, 56/2) mânâsınadır.
6. Bir toplum üzerine meydana gelmesi hak olan vakit demektir ki birinci mânâya yakındır.
7. Herbir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe ceza ve mükâfatın hak olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının karşılığının verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.
8. Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip artık bekleme sınırından çıkıldığı hak saat demektir. Çünkü bütün sevap ve ceza o gün ortaya çıkar.
9. Ezheri'nin görüşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak mânâsına, onunla karşılaştım da onu hakladım, yani "yenişmek üzere karşılaştım da ben yendim" denilmesinde olduğu gibi "haklamak" yani hakkından gelmek mânâsınadır. Çünkü bu kıyamet günü, dini hususunda Allah'la batıl yoldan yarışa kalkanları hep hakları, yenilgiye uğratır.
10. Ebu Müslim'in görüşüne göre, el-Hâkka, "Rabbının sözü hak oldu."(Yunus, 10/33; Ğâfir, 40/6) âyetinde geçen fiilinden türetilmiş fâile (etken ortaç)tır.
11. Âkıbet, âfiyet kelimeleri gibi mastardır ki, "sırf hakikat" demek olur.
12. Bu kelime, kıyametin ismi olması itibarıyla, başka herhangi bir anlamı düşünülmeden, türememiş isim olur.
Bunların herbirinden bir mânâ anlaşılmakla beraber, demek oluyor ki el-Hâkka, "O Hâkkanın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyrulduğu üzere akıl ve düşünceyle bilinen bir şey değildir.
2. Ne o Hâkka? Bu soru, olayın büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek içindir. Yani, ne büyük, ne dehşetli bir trajedidir o Hâkka? demektir.
3. Şu âyet de onun korkunçluk ve dehşetini vurgular: O Hâkkanın ne olduğunu kavramanı sağlıyarak sana kim bildirdi?. Bu âyetin başındaki da bir önceki âyette olduğu gibi soru için olup mübtedâdır. Dirâyet kökünden türetilen "bildirdi" fiili haber; Peygambere hitap eden ikinci şahıs zamiri "sana", bu fiilin birinci mef'ulü (tümleci), nedir o Hakka?" cümlesi ise yine aynı fiilin ikinci mef'ûlü (tümleci)dir. Yani o hâkka öyle büyük, öyle dehşetli bir trajedidir ki onun şiddet ve dehşetinin büyüklüğü yaratıklardan birinin kavrayış ve zekasıyle, tahmin ve takdiri ile bilinemez. Kimsenin tasarı ve kavramasına sığmaz. Onun ne olduğunu, fiilen meydana gelmesi anlatır. Meydana gelmesi de önceden kavrama ile değil, ancak Allah tarafından haber verilmek ve nakledilmek suretiyle bilinebilir. Bundan dolayı sen de onu bilgi ve kavrayışınla değil, yüce Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmekle bilip haber vereceksin. Fakat onun hakikatı ve büyüklüğü, meydana gelmeden önce tasarı ve düşüncelere sığmayacağı için haber vermekle de kavranamaz. Ancak detayını araştırmaksızın verilen habere îman edilmek suretiyle rivayet yoluyla bilinir. Bu nedenle habere inanmayanlar onu sadece akıl ve zeka ile kavrıyamadıklarından dolayı "kuruntu, masal, boş inanç, şiir, uydurma, aldatma" diye türlü sözlerle yalanlamaya kalkışırlar. Böylelerine verilecek en güzel öğüt de, akılların tahmin ve takdirine sığmaz dehşetli ve korkunç halleri ile meydana gelmesi öteden beri kulaklara küpe, dillere destan olmuş, geçmiş olayların haber verilip hatırlatılmasıyla geleceğin aday olduğu birtakım tehlikeleri bir dereceye kadar olsun sezdirmektir.
4. Bu akıl ve zeka ile bilinemeyeceğinden ve habere inanmadıklarından dolayı Semûd ve Âd kavimleri, "olmaz öyle şey" diye yalanladı, o olacak Kâria'yı.
KÂRİ'A, lügatte, insanların başlarına çarpan beyinlerinde patlayan olay demek olup el-Kâria sûresinde açıklanacağı gibi insanların çırpınıp yayılan kelebekler; dağların atılmış renkli yünler gibi olacağı zamana işaret etmek üzere kıyamet gününün bir ismi ve Hâkka'nın bazı halleridir ki adı geçen kavimlerin yok olmalarında bundan birer küçük örnek vardır. Onlar yalanladılar da ne oldu. Semud'a gelince, bunlar Tâgiye ile yok oldular.
5. Tâgıye; taşan, haddini aşan olay demek olup taşkınlık mânâsına da gelir. Onların başına gelen Tâgiye Hûd sûresinde "O zulmedenleri ise korkunç bir gürültü yakaladı."(Hud, 11/94) buyrulan sayha yani korkunç gürültüdür. Hâmim secde ve Vezzâriyat sûrelerinde geçen da bununla tefsir edilmiştir.(Fussilet, 41/13; Zâriyat, 51/44) A'raf sûresinde "Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı." (A'raf, 7/78, 91, 155) buyurulan "racfe", o korkunç gürültü ile gelen sarsıntıdır.
6-7-8. Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile, azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar olduğu gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini kesmek için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde, "Uğursuzluğu devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim secde'de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in uğursuzluk demek olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da, "husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef'ûl (tümleç) olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26'sından itibaren yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu kelime, Sarî'in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok olmuş" demektir.
9-10-11. Ve Firavun'dan öncekiler, ta Nûh kavmine kadar varan önceki asırlar. Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce Âd ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir'avun'dan öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun'dan öncekiler" sözü içine daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi olan isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir. Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen yalanlama cinayetidir.
Gittikçe artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında. Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle "el-Câriye", Hz. Nûh'un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir. Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bunun gerçek yapıcısı ise biz idik.
12. Biz o işi, o gemiyi yaptırıp suyu tufan haline getirip kâfirleri boğmaktan ve müminleri ona bindirerek korumaktan ibaret olan o işi şu hikmet için yaptık: O olayı sizler için, yani o vakit helâk edilmeyip o şekilde kurtarılmış olan insanlar ve nesilleri için bir hatırlatma, unutulmayıp anılacak, önünde ve sonunda bizim gücümüzü, hikmetimizin eserini, gücümüzün şiddetini ve merhametimizin enginliğini, kendinizin gerçek esenliğine sebep olan şeyleri, imanın faydasını, Allah'a karşı gelmenin zararlarını, ilerisi için korunmanın meyvelerini, azabın şiddetini düşündürecek bir nasihat, bir öğüt, bir ibret ültimatomu kılalım da, görenler görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatsın, haber versin. Çünkü o yalnız akılla bilinir şeylerden değildir. Ve belleyici kulaklar onu bellesin, dinlesin, bellesin ve gereği ne ise onu yapsın, kaybetmeyip ilerisi için yararlansın. Kendilerini vaktiyle biz o akıntıda nasıl taşımışsak, o da aynı şekilde bunu taşısın da sonrakilerin yararlanması için yayılmasına sebep olsun. Bellemeyerek yalanlayan kulaklar da cezalarını çeksin.
13. Çünkü "Sûr'a üfürülünce..." 'den buraya kadar olan açıklamalar öyle hatırlatma kabilinden olan küçük kıyametler demek olup bundan itibaren Büyük Kıyamet olan Hâkkâ'nın açıklanmasına başlanıyor. Sûr'a üfürme hakkında Neml Sûresi'nde "O gün Sûr'a üfürülecek, göklerde ve yerlerde olanlar korku içinde kalacaklar. Ancak Allah'ın diledikleri hariç." (Neml, 27/87) âyeti ile Zümer Sûresi'ndeki "Artık Sûr'a üfürülmüştür de Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde kim var, yerde kim varsa hepsi ölmüştür. Sonra Sura tekrar üfürülmüştür. Bu defa kalkmışlar, bakınıp duruyorlar." (Zümer, 39/68) ayetinin tefsirine bkz.
İlâhî kudretten bir tek üfürme. Bundan açıkça anlaşılan ilk üfürmedir ki ikinci veya üçüncü üfürme daha sonraki aşamalarda demek olur. Üfürmenin, Zümer sûresindeki âyete bakarak "nefha-i sa'ık" yani ölüm üfürmesi ve "nefha-i kıyam" yani kalkış üfürmesi diye iki olduğu görüşünde olanlardan bazıları İbnü Abbas'tan rivayet olarak buna ilk üfürme yani yıkım üfürmesi demişler; bazıları da, birkaç âyet sonra gelen "o gün arzolunursunuz" ipucu ile ikinci üfürme demişlerdir. Fakat ilk üfürmeden sonra başlayan vaktin uzun bir vakit mânâsına birgün sayılması itibariyle ikinci üfürmenin de yine bu uzun gün içinde arz için yapılmasına engel değildir. Daha önce Neml sûresindeki âyeti de ayrıca göz önünde bulunduranlar ilk üfürme korku, ikinci üfürme yıkım, üçüncü üfürme kalkış ve arz üfürmesi olmak üzere üç üfürme saymışlar ve bunlardan da bazıları bunun ikinci üfürme olduğunu söylemişlerdir. Bununla beraber bunun ilk üfürme olup,
14. "Yer ve dağlar kaldırılıp da" "Oysa o dağlar bulut geçer gibi geçer."(Neml, 27/88) âyetlerinde olduğu gibi korku zamanını; "Birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıklarında" âyetinde ölüm ve yıkım zamanı olan ikinci üfürmeyi; bu sûrenin 18. âyeti olan "O gün arzolunursunuz" meâlindeki âyetinde ayağa kalkış, yayılma, durma ve hesap zamanında olan üçüncü üfürmeyi ifade etmiş olması ve ilk üfürmenin, hepsinin başlangıcı olması ve hepsi "kün" (ol) emrine göre meydana gelmiş olması sebebiyle "bir üfürme denilmiş olması akla daha yakındır Bir defa üfürülüp Ve yer ve dağlar hamlolunup da... Haml; yüklenip kaldırmak ve taşımak, yüklemek ve yükletilmek anlamlarına geldiği göz önüne alındığında yer ve dağların hamlolunması; yüklenilmesi, aşağıdan yukarı yerlerinden oynatılıp kütle kütle ayrılarak kaldırılmaları yahut yerin yükünün ağırlığı üfürme ile şişirilip doyum haline getirilerek aşağıdan yukarı içinden püskürtülüp lavlar fışkırarak patlıyacak bir duruma getirilmeleri demek olabilir ki, birincisinde patlama olmuş, ikincisinde ise henüz olmamış fakat olmak üzere zelzeleler, korku ve heyecan başlamış bulunur. Burada yer ve dağların karşılaştırılması gösteriyor ki, yer ile, bütün yer küresi, üzerindeki yükseklikleri, baskıları, eğrilikleri ve yerin direkleri konumunda olan dağların dışında kalarak çiğnenmekte olan alt tabakaya işaret edilmek istenmiştir. Bunda meselenin asıl konusu, insanları bekleyen son açıklanarak, hükmeden ve hükmedilen konumlarında olan insanlık sınıflarının birbirlerine karşı durumlarına, dolaylı yoldan, işaret edilmiş olmasıdır. Bu ikisi yani yer ile dağlar bir üfürme ile böyle yüklenip karşılaştırılıp arkasından birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıkları vakit ki bunda her iki kütleye verilmiş olan üfürmenin derecesine göre üç ihtimal vardır:
BİRİSİ: Yer kütlesi, "Yer dehşetli bir sarsılış sarsıldığında" (Vâkıa, 56/4) âyetinin mânâsı üzere sarsılmış da sarsılmış, depreme tutulmuş titriyor da titriyor olmakla beraber, yer kütlesinin çarpışmada daha kuvvetli gelmesi durumudur ki, bundan dağlar "Dağlar bir serpilişle serpilip toz duman olunca"(Vâkıa, 56/5-6) âyetinin ifade ettiği gibi havaya uçurulup serpilmiş toz duman halinde uçuşup döşenen zerrelere dönmüş ve "O gün yer ve dağlar sarsılacak, bütün dağlar erimiş bir kum yığını olacaktır." (Müzzemmil, 73/14) âyetine göre, yer titriyor, çalkalanıyor da çalkalanıyor, dağlar ise potada eriyip akan kum yığını gibi erimiş, akmış; "Böylece onları dümdüz boş bir halde bırakacak, onlarda ne bir iniş ne de bir yokuş göremeyceksin." (Tâhâ, 20/106, 107) âyetinin açık mânâsına göre neticede o dağların yeri dümdüz, engin ova haline gelmiş, yer var fakat yeryüzünde ne iniş yokuş, ne tepe, ne eğrilik görünmez olmuş, etrafını sade bir sis, bir duman sarmış bulunur. Birçok tefsirci bu âyetleri delil göstererek bu şekilde mânâ vermişlerdir. Bunda yeryüzünde yine bir hayatın varlığı düşünülebilir.
İKİNCİSİ: Yeryüzüne yapılan üfürme daha çok, yeryüzünün alt ve üstten karşı karşıya kaldığı sıkıştırma daha şiddetli, sarsıntı ve patlamanın onun içinden başlamış olması sebebiyle çarpışmada yeryüzü daha evvel dağılmış, bu yönden dağların galip gelmiş olma ihtimalidir ki bu surette de dağlar yerinden oynamış, oturup dayandığı yeryüzü kalmamış olacağı için dağlar da o patlama ve çarpışma neticesinde eriyip akarak hepsi un, hepsi dağılmış zerreler, bütün yeryüzünün bulunduğu yer dümdüz bomboş bir alana dönüşmüş, ufukta uzay boşluğu yarılmaya hazır bir bulut, bir sis halinde sarkmış bulunur.
ÜÇÜNCÜSÜ: Yeryüzü ve dağların ikisine de verilen kuvvet eşit gelerek çarpışmada ikisi birden erimiş ve yine aynı sonuç meydana gelmiş bulunur ki, birçok tefsirci de bu şekilde mânâ vermişlerdir. Yerçekimi ile ilgili olan yıldızlar sisteminin de bu sırada ahenkleri ve genel uyumları bir değişikliğe ve karmaşıklığa düşmüş "O gün yeryüzü, yeryüzünden başka bir şeye, gökler de başka şeylere çevrilecek, insanlar herşeye hakim olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar."(İbrahim, 14/48) âyetinin sırrı ortaya çıkmaya başlamış olur. Müzzemmil Sûresi'nin az önce geçen, "Dağlar erimiş bir kum yığını olacak." (Müzzemmil, 73/14) meâlindeki âyeti birinci mânâda; Fecr sûresindeki "Arz, çarpıla çarpıla toz duman edilince." (Fecr, 89/21) âyeti de üçüncü mânâda açıktır.
Bir de dekk ve dekke yumuşak ve düz yere ve kumluğa denilir. Aynı şekilde dekke, dükkana yani kapı önünde oturmak için üstü bir yüzey halinde düzeltilmiş tümsek ve taraça ve teras gibi yapıya denir. Dekk etmek mastarı da duvar gibi yüksek bir şeyi alçaltmak ve düzeltmek için vurup yıkarak kırıp dökmek ve dekk etmek gibi döğüp ezmek ve bir şeyin girinti ve çıkıntısını, pürüzünü düzeltmek için ezerek veya sürterek, eğeleyerek veya çukurlarını doldurarak herhangi bir şekilde düzlemeye denilir ki bunlar birbirlerinin gereği gibidir.
Bazıları da şöyle der: Dekk, dakk'tan daha incedir.
Dekk'te, bir bütünü meydana getiren kısımlar tamamen dağılıp düzlenir; dakk'ta ise, bütünü meydana getiren kısımlar parçalanma halinde irili ufaklı olabilir. Bu fiillerden dekke-i vâhide, bir kere oluş bildiren mastar olup bir vurup yıkış, bir eziş, bir düzeltiş mânâlarını ifade eder. Bunun herbirinin de anlatılan üç mânâdan herbirine göre bir uygunluk ve ilgisi vardır ki,
BİRİNCİSİ, bir vuruşla dağların yıkılıp hepsinin bir düzeye indirilmesi, yeryüzünün deniz yüzeyi gibi dümdüz edilmesi.
İKİNCİSİ, birbirlerine çarptırılmak suretiyle ikisinin de aynı düzeyde yıkılıp bir hurda yığını haline getirilmesi.
ÜÇÜNCÜSÜ, de yine bir vuruşla ikisinin birden yok edilip yerlerinde hiçbir şey bırakılmayarak uzayın düpedüz açılması mânâlarıdır.
Bunlardan en açık olanı birincisidir ve aynı zamanda bunlar hep insanlarla ilgileri bakımından haber verilmekte olduğu için yeryüzü ve dağların bu halinden, "zikr-i mahal irade-i hal" yani "bir yeri söyleyip orada bulunanı kastetme kabilinden, üzerinde bulunan çeşitli sınıflardaki insanların çarpıştırılması suretiyle yeryüzünün düzlenmesi mânâsını da hissettirmiş olurlar ki Neml ve Zümer sûrelerinde geçen "Allah'ın diledikleri hariç."(Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının dış görünüşü de bunu gösterir. Bu mânâların bir özelliği göz önüne alınarak düşünüldüğü takdirde de önceki milletlerin misallerinde geçtiği üzere, kıyametin küçüğü, ortancası, büyüğü ve daha büyüğü olarak bütün mertebeleri düşünülmüş olur. Bununla beraber âlimlerin çoğunluğu "Onun zatından başka herşey yok olucudur." (Kasas, 28/88) âyetini ölçü alarak hepsini fenâyı küllî yani tamamen yok oluş açısından düşünmüşlerdir.
15. İşte o gün o birtek vurup yıkışın olduğu ikinci üfürme meydana geldiği vakit, Vâkı'a olmuş yani en büyük bela olan Kıyamet kopmuş, "Onun meydana gelmesini yalanlayan yok. O alçaltıcı ve yükselticidir." (Vâkıa, 56/2, 3) sırrı ortaya çıkmış, Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere aşağıda ve yukarıda bulunan kimselerin hepsi bir baygınlıkla yıkılıp serilmiştir.
16. Gök de çatlamış yarılmıştır. O da bugün pörsümüş sarkmıştır. Allah en iyisini bilir ya, "O gün gök bulutla yarılır ve arkasından melekler arka arkaya indirilir." (Furkan, 25/25) sırrı ortaya çıkmış, güneş ve ay tutulmuş, yıldızlar gözden kaybolmuş, gök henüz dürülmemiş fakat gamlı, kederli, puslu bir yüz, hüzün veren bir bulut görüntüsü ile yarılıp etekleri sarkmış
17. Melek de onun etrafı üzerinde göğün yarılmasından korkarak yarılan kısımlardan etrafa, yarılmayan yönlere doğru çekilmiş; yahut yarılan kısımdan açılan kenarlar üzerinde saf saf dizilmiş, yahut yeryüzünün kenarlarına saf dizilmiştir.
Ercâ, asâ kalıbında kısa elifle yan ve kenar mânâsına olan "recâ" nın çoğulu olup yanlar ve kenarlar demektir. Ercâihâ, onun yan tarafları ve kenarları mânâsına gelir.
Melek, yani bu ad ile bilinen melek cinsi, çünkü biraz sonra gelecek olan "Onların üzerinde" zamiri bunun mânâ bakımından çoğul olduğunu gösteriyor. Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi Melek ile Melâike'nin bir farkı olup olmadığı hususunda birkaç görüş vardır. Zemahşerî ve daha bazı âlimler "melek, Melâikeden daha geneldir" derler. Ebu Hayyan da: "Melek cins isimdir. Bununla Melâike kastedilir. Bunun Melâikeden daha genel olduğu açık değildir." der. Zemahşerî'nin maksadı Melek kavramı Melâike kavramından daha genel ve kapsamlı demek midir? Yoksa "tekilin kapsamı daha geniştir" kuralınca ifade ettiği mânâda daha kapsamlı demek midir? Tefsirinde işin bu yönü açık değildir. Fakat tefsirinde gösterdiği delil ikincisini kastettiğine ve bundan dolayı burada denilip, denilmediğine, dolaylı yoldan işaret ediyor. Ebu Hayyan da buna ilişmiş, fakat nükteyi söylememiştir. Melek tekil ve cins ismi, Melâike çoğuldur. Bununla beraber Melâike de tekil gibi cins isim yerinde kullanılmıyor değildir. Bu iki kelimenin mânâ ve türeme bakımlarından farklarına gelince, birçok âlim şöyle demiştir: Melek ismi, başındaki mim fazladan olarak "Me'lek" veya onun harflerinin yer değiştirmesiyle söylenen "Mel'ek" kelimesinin hafifletilmiş yani hemzesi atılarak okunmuş şeklidir. İkisinin de çoğulu "Melâik" ve "Melâike" gelir. Melek aslında risalet ve sefaret yani elçilik demek olup eleke (mastarı ülûk gelir) veya el'eke fiilinden mastar ismi veya mimli mastar, fiilin işlendiği yeri ve zamanı gösteren bir isim kalıbıdır. Yüce Allah'tan gelen elçi mânâsına isim yapılınca hemze atılarak melek, yahut hemze ile "lâm"ın yeri değiştirilerek "mel'ek" denilmiş, "melâik" şeklinde çoğul yapılmıştır. Bununla beraber Kur'ân'da hiç "mel'ek" kelimesi yoktur. Çoğullar kelimenin aslını göstermesi itibariyle "Melâike"nin tekili bu şekilde takdir edilmiştir. Buna göre melek ve melâike tekil ve çoğul demek olup hepsinde de yüce Allah tarafından verilmiş bir elçilik mânâsı vardır demek olur.
Bazıları da "melek kelimesi, başında mim asıl harflerinden olmak üzere mülk ve melekût maddelerinden "kuvvet" mânâsınadır" demişlerdir. Çoğulu "emlâk" veya kural dışı olarak "melâik" olabilir. Buna göre ikisi bir kavramda birleşebilirse de "melek"te bu kuvvet mânâsı; "melâike"de önceki elçilik mânâsı daha açık görünür. "Melek, melâikeden daha geniş kapsamlıdır." denilmesinin sebebinin de bu olması düşünülebilir. Her melâike melektir, kuvvettir. Fakat her meleğin melâike olması gerekmez. Elçilik görevi yapmayan melekler de vardır. Fakat Ragıb Müfredât'ında şöyle der: "Nahivciler melek lafzını melâike lafzından kılmışlar ve başındaki mimin fazladan olduğunu söylemişlerdir. Araştırmacı bazı âlimler ise onun mülk kelimesi ile aynı kökten olduğu kanaatına varmışlar ve şöyle demişlerdir: Melâikeden yönetim ve idare ile ilgili bir şeyle görevlendirilene melek denir. İnsanlardan ise bu şekilde bir görev alanlara melik denir. Her melek melâikedir, her melâike melek değildir. Melek, "Yemin olsun işleri yönetenlere."(Nâziat, 79/5) "İşleri bölenlere yemin olsun." (Zâriyat, 51/4), "Canları boğarcasına şiddetle çekip alanlara yemin olsun." (Nâziat, 79/1) gibi âyetlerle işaret olunandır. Ölüm meleği de bundandır. "Melek onun etrafı üzerindedir.", "Babil'deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe." (Bakara, 2/102), "Sizin canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği." (Secde, 32/11) buyrulmuştur. Rağıb bu araştırmayı beğenmiş görünüyor. Bu ifadeden şunları anlıyoruz. Nahivcilere göre Ebu Hayyan'ın dediği gibi Melek ve Melâike'nin anlamda eşit olması gerekiyor. Meleğin melâikeden daha geniş kapsamlı olduğuna işaret yoktur. Aksine araştırma sonucu gösteriyor ki melek melâikeden daha özel, melâike melekten daha geneldir. Çünkü melek, melâikenin idare ve yönetimle ilgili bir işi üzerine alan özel bir bölümüdür diyen var. Bunu anlatırken "Her melek melâikedir, fakat her melâike melek değildir." cümlesinde melâike kelimesi de melek gibi tekil makamında kullanılmıştır. Neticede buna göre bu âyette denilmeyip "Melek onun etrafı üzerindedir." buyrulması Zemahşerî'nin gösterdiği gibi Melek melâikeden daha kapsamlı olduğu için bir genelleme için değil, "ölüm meleği" ve "işleri yönetenler" gibi, bunların özel bir işle görevlendirilenlerini göstermek için demek oluyor. Zira o sırada Melâike de ölüme yakalanıp "Allah'ın diledikleri hâriç." (Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının kapsamına girenler kalacaktır. Ve üstlerinde o gün Rabb'ının Arş'ını sekiz (melek) taşır. Bunlara (Hamele-i Arş" yani "Arş'ı yüklenenler" denir. Burada "sekiz"i açıklayan kelime söylenmemiş, sekizin neden ibaret olduğu açıkça belirtilmemiştir. İlk akla gelen, o meleklerin üstünde sekiz melek, sekiz taşıyıcı mânâsında olmasıdır. Dahhâk'ten "sekiz saf" diye, Hasen'den de "sekiz şahıs mı, sekizbin mi, sekiz saf mı, sekizbin saf mı bilemiyorum." şeklinde rivayet edilmiştir. "Onların üstünde" terkibinde geçen zamir, âyetinde geçen Melek kelimesinin yerini tutar. Onun lafız itibarıyla tekil olsa dahi mânâ açısından çoğul, yani bir tek melek değil, melek cinsi yahut bütün melekler demek olduğunu gösterir. Bazıları bu zamirin Arş'ı taşıyanların yerini tuttuğunu söyleyerek terkibine "Arş'ı taşıyanların üstün, de" mânâsını vermişlerdir. Bazıları da, "bu, âlemlerin üstünde demektir" demişlerdir. Abd b. Humeyd'in Seleme'den rivayet ettiğine göre İbnü İshak şöyle demiştir: Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu bize ulaştı: Onlar, yani Arş'ı taşıyanlar bugün dörttür. Kıyamet günü geldiğinde yüce Allah onları diğer bir dört ile destekleyecek, sekiz olacaklar."
Arş'ı taşıyanların nitelik ve şekillerine dair çeşitli rivayetler vardır. Tirmizi, Ebu Dâvud ve İbnü Mace'nin Hz. Abbas'tan rivayet ettikleri, "uylukları gökler kadar uzun dağ keçileri suretinde sekiz melek" haberi ve bazılarının naklettikleri "dört yüz" haberi bu cümledendir. Ebu Hayyan bunların sahih olmadığı görüşünü benimseyerek şöyle demiştir: Bu sekiz'in nitelikleri hakkında birbirine uymaz çelişkili şekiller söylenmiştir. Biz onları anlatmaktan vazgeçtik."
Bütün dünya ve ahiret âlemini kuşatan Arş ve Kürsi'ye dair Âyete'l-Kürsi'de ve A'râf ve Hûd surelerinde geçen "istiva âyeti"nde ve daha bazı yerlerde söz edilmişti. Burada da bir tasavvuf seyranı olmak üzere anlayışı iyi olanların şunu inceleyip üzerinde düşünmekle ufuklarının açılacağını zannediyorum. Muhyiddin-i Arabi "Fütuhat-ı Mekkiyye" adlı eserinin "Arş'ın taşıyıcıları"na dair olan onüçüncü bâbında şu anlamda bir nazım ile söze başlayarak,
"Arş ve onu taşıyanlar, vallahi Rahman ile yüklüdür
Ve bu görüş, akla uygundur.
Yoksa yaratıkların ne gücü ve kudreti olur,
O olmasa? Akıl da böyle diyor, Kitap da
Cisim, ruh, rızık ve mertebe
Burada senin sıralamandan başka bir açıklama yok.
İşte Arş odur, şeklini inceleyip araştırabilirsin
Ve Rahmân ismiyle istiva eden, ümit edilendir.
O taşıyıcılar sekizdir, onları Allah bilir.
Bugün ise dörttür, buna "niçin" yoktur.
Muhammed, sonra Rıdvan ve Mâlik,
Ve Âdem ve Halil, sonra Cibrîl.
Mikâil'e İsrafil'i de ilave et tam
Sekiz alnı açık, yüzü pak, geceyi aydınlatan".
Der ki: Allah sana destek versin ey samimi dost! İyi belle. Arap dilinde Arş kelimesi söylenir de bununla mülk kastedilir. Bir hükümdarın mülküne zarar gelince, "Hükümdarın mülkü sakatlandı." denir. Bir de Arş denir, bununla taht kastedilir. Arş, mülk mânâsına alındığı takdirde onun taşıyıcıları onu ayakta tutanlardır. Arş'tan maksat taht olduğu takdirde de onun taşıyıcıları, üzerine tahtın oturmuş olduğu ayaklar yahut taht sırtlarına yüklenenlerdir. Arş'ı taşıyanlar sayı ile ifade edilir. Allah Resulü (s.a.v) onların cümlesini dünyada dört, Kıyamette sekiz saymıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini okumuş, sonra demiştir ki "Onlar bugün dörttür. Yani dünyada dörttür. Ahirette ise onlar sekizdir." Bize tarikat ehli kişilerin ilim, hal ve keşif bakımından en büyüklerinden olan İbnü Meysere-i Cili'den şu şekilde rivayet olundu: Taşınan Arş mülktür ve o, cisim, ruh, gıda ve mertebeye tahsis edilmiştir Adem ve İsrafil Sur için, Cibril ve Muhammed ruhlar için, Mikail ve İbrahim rızıklar için, Malik ve Rıdvan vaad ve tehdit içindir. Mülkte de ancak bunlar vardır. Erzak demek olan gıdalar hissî ve manevîdir. Biz bu hususta sadece bir vecih yani bir izah tarzını anlatacağız ki o da mülk mânâsına olandır. Çünkü bunda onunla ilgili birçok fayda vardır. Arş'ın taşıyıcıları, onun idaresi ile görevli olanlardır. Onun maddi biçimi veya nurlu görüşü ve maddi biçimini idare eden ruhu ve nuranî görünüşünü idare eden ruhu, maddî şeklin rızkı olan gıdayı ve ruhlar için ilim ve bilgi gıdasını, cennete girmekle mutluluğa ve cehenneme girmekle mutsuzluğa dair hissi mertebeyi ve ilmi ve ruhî mertebeyi düzenler. Dolayısıyla bu konu dört mesele üzerine kurulmuş olmaktadır. Birinci mesele suret ve biçim, ikinci mesele ruh, üçüncü mesele gıda, dördüncü mesele mertebedir ki amaç budur. Bunlardan her mesele de iki kısma ayrılarak sekiz olur. İşte bu sekiz, mülk Arş'ının taşıyıcılarıdır. Yani bu sekiz ortaya çıkınca mülk de ortaya çıkar ve bulunur. İbnü Meysere-i Cili, Melik onun üzerine istiva eyler dedikten sonra bu meseleleri birer birer açıklayıp nihayet dördüncü meselede şöyle demiştir: Yüce Allah her âlem için bir mutluluk ve mutsuzlukta bir mertebe ve derece kılmıştır ki bunlar açıklamakla bitecek gibi değildir, mutluluğu da ona göredir. İstenilen gayeye ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, kemâl derecesine ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, insanın mizacına uygun olan mutluluk vardır, şeriata uygun mutluluk vardır. Mutsuzluk da bu şekilde kısımlara ayrılır; maksada uygun olmaz, kemâle uygun olmaz, mizaca uygun olmaz, ki gayr-i mülayim denilen mutsuzluk budur, şeriata uygun olmaz. Bunların hepsi ya hissedilir veya aklen bilinir. Hissedilenler, mutsuzluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki elemler ve mutluluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki lezzetlerdir. Bunların da saf olanı vardır, karışık olanı vardır. Saf olanı ahiretle, karışık olanı dünya ile ilgilidir. Mutlu mutsuz şeklinde, mutsuz da mutlu şeklinde görünür, sonra ahirette hangisinin mutlu hangisinin mutsuz olduğu ortaya çıkar. Bazan dünyada bedbaht ve mutsuz kişi mutsuzluğu ile ortaya çıkar ve ahirete de mutsuzlukla gider. Mutlu da öyle. Fakat bunlar bizce mechuldür, bilinmezler. Ahirette kimin ne olduğu belli olur. Nitekim yüce Allah, "Ey günahkârlar! Bugün müminlerden ayrılın"(Yasin, 36/59) buyurmuştur. İşte o vakit mertebeler sahiplerini öyle bulur ki, artık ne kesinti olur, ne de değişim. Bu açıklamalardan sonra Arş dediğimiz mülkün tamamı demek olan sekizin anlamı anlaşılmış olur. Bu sekiz, yüce Allah'ın nitelendiği sekiz ölçü ile ilgilidir ki bunlar hayat, ilim, kudret, irade, kelam, semi, basar ve tekvin sıfatlarıdır. Mülk de bu sekiz ölçü ile sınırlanmıştır. Bunlardan dünyada görünenler dörttür: Suret, gıda hissi, mutluluk hissi mertebesi, mutsuzluk hissi mertebesi, şakavet hissi mertebesi kıyamet günü ise sekiz tamamıyla ortaya çıkar âyetinin mânâsı budur. Hz. Peygamber (s.a.v) de: "Onlar bugün dörttür.. " demiştir. Bunlar, Arş kelimesinin "mülk" ile tefsir edilişine göredir. Taht mânâsında olan Arş'a gelince: Yüce Allah'ın birtakım melekleri vardır ki onu sırtlarında taşırlar. Onlar da bugün dörttür, yarın mahşer yerine götürmek için sekiz olacaklardır. Bu dört taşıyıcının şekil ve simaları hakkında da İbnü Meysere'nin görüşüne yakın haber dahi gelmiştir. Söz konusu haberde şöyle denilmektedir: "Birincisi insan şeklinde, ikincisi arslan şeklinde, üçüncüsü kartal şeklinde, dördüncüsü öküz şeklindedir." Bu, işte Sâmiri'nin görüp de Musa'nın ilâhı diye hayal ettirdiğidir ki, o kavmine bir buzağı heykeli yapmış ve "bu, işte sizin ilâhınız ve Musa'nın ilâhı" demişti. Kıssayı biliyorsunuz. "Allah hakkı söyler ve doğru yola o ulaştırır."
Yine Şeyh şöyle der: "Arş'ın bir ayağı haber, bir ayağı hükümdür." O bu sözüyle Ayete'l-Kürsi'de geçtiği üzere Hasen'den rivayet olunan, "Kürsî, iki ayağın konulduğu yerdir." sözünün bir yorumuna işaret eylemiştir. Mertebeleri açıklaması, sekiz taşıyıcının yüce Allah'ın sekiz zatî sıfatı nisbetiyle ilgisine dair olan ifadesi dikkat çekici olmakla beraber, sûrenin başında hatırlatıldığı gibi akılla bilinemeyecek olan bu konuda en doğrusu yine kendisinin dediği gibi "Allah bilir." deyip haber sınırını aşmamaktır. Mirac hadislerinde makamı birinci gökte gösterilen Âdem'i Arş'ı taşıyanların arasında sayması garib görünür. İbnü Ebi Hatim'in İbnü Zeyd kanalıyla Hz. Peygamber (s.a.v) 'den rivayet ettiği hadiste Arş'ı taşıyanlar arasında İsrafil (a.s)'den başkasının ismi söylenmemiş, ayrıca Mikail'in Arş'ı taşıyanlardan olmadığı nakledilmiştir. Dolayısıyle İsrafil ile birlikte Mikail, Cebrail ve Azrail'in Arş'ı taşıyan meleklerden olduklarını zan ve iddia edenlerin güvenilebilir bir haberle bunu kanıtlamaları gerekir. "Bu konuda rivayet edilen haberlerin çoğu güvenilebilir nitelikte de değildir." denildiğine göre, isimleri sayma yönüne gitmeyip onları Allah bilir diyerek Allah'a havale etmek elbette sağlam olur. Onun için bizim bu âyetlerden anlayabileceğimiz en açık mânâ şudur: Bu âyet, o gün yüce Allah'ın ululuk sıfatıyle tecelli edeceğini açıklamaktadır. Nitekim sûrenin sonu da azim yani ulu ismiyle son bulacaktır.
18. O gün arzolunursunuz. Tekrar dirilme ve ayağa kalkış olmuştur. Mahşerde Allah'ın yüce huzurunda hesaba çekilirsiniz. Burada "arz olunursunuz" sözü "hesaba çekilirsiniz" sözünden mecaz olup durumlarını görmesi için bir hükümdara askerlerinin arz olunmasına benzetilerek ifade edilmiştir. Bununla beraber dünyadaki arz ve sunmalar gibi dış görünüşe bakılan bir geçitten ibaret olmadığı anlatılmak üzere şöyle buyruluyor: Öyle arzolunursunuz ki gizli bir durumunuz kalmaz. "Ve herşeye hâkim olan bir Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (İbrahim, 14/48) sırrı tam anlamıyla ortaya çıkar. İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce, İbnü Hâtim ve İbnü Merduye'nin Ebu Musa el-Eş'ari (r.a)'den rivayet ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar kıyamet günü üç kere arzolunur. Bu arzların ikisi karşılıklı kavga, mücadele ve özür beyan etmelerdir. Ama üçüncüsü, işte o zaman, ellerde amel defterlerinin uçuştuğu arzdır."
19. Şimdi bu şöyle açıklanıyor: Kitabı sağ tarafından verilene gelince, o şöyle der.. Bu kitap İsrâ sûresindeki "Herkesin amelini kendi boynuna taktık. Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki, ona açılmış olarak kavuşacak." (İsra, 17/13) âyetinde açıklanan kitaptır ki insanın ömründe yapılan her şeyin yazıldığı amel defteri, dünyada yaptığı ve her gece ve gündüz meleklerin kaydettiği amellerin sayfalarından meydana gelen "büyük defter" veya onun bilançosu gibi bir sayfaya yazılmış cetvelli özeti veya hesabının görüldüğüne dair bir belgesidir. Bunun asıl günlüğü insanın kendi hafızasında kendi boynuna asılıdır.
Bu âyette geçen "yemin" kelimesi, birkaç âyet sonra gelecek olan "şimâl" kelimesine karşılık olduğundan "sağ el, sağ taraf" demektir ki sağlamlık, dürüstlük, uygunluk, temizlik, uğur, hayır ve kazanç ifade eder. Kitabın insana sağıyla verilmesi ifadesinde önemli nükteler vardır. Evvela, insanın, bir işini kendi eliyle yapması, kendi gücü ve vasıtasıyla istediği gibi yapması, kazanması demektir. Sağ eliyle yapması sağlam, dürüst, uygun, kendi lehinde iyi yapması; sol eliyle yapması da tersine yapması; arkaya atması ise ihmal etmesi, başkasından umması anlamlarını ifade eder. Onun için iyi amelleri yazan melekler sağda, kötü amelleri yazan melekler solda denildiği gibi melek sağdan, şeytan soldan gelir denir. "İyi amel yapanlara kitapları sağdan, kötü amel yapanlara da soldan verilir." "Verilir" tabirinin kullanılması dahi hepsinin, Allah'ın verdiği muvaffakiyet, onun takdiri ve hükmü yürütmesine bağlı olması sebebiyledir. Çünkü "Herkesin amelini boynuna takdık." (İsrâ, 17/13) âyeti de gösterdiği gibi insanın kendi yazgısı kendi boynuna geçirilmiş; yaratma, emir ve hüküm Allah'a ait olmakla birlikte insanın sorumluluğu kendi irade ve isteğiyle yapmış olduğu işlere bağlanması açısından insan, yaptığı hayır ve şer, iyi veya kötü, sevap veya günah amelleri işlerken kendi isteğiyle yaptığı için onu defterine kaydedecek olan meleklere, yazıcılara emreder gibi kendisi söyleyip yazdırıyor demek olduğundan kendi yazmış demektir. Eğer o yazdırdığı, hesabına geçirttiği işlemler ilerde Allah'ın huzurunda kendi yüzünü kara çıkarmayacak şekilde iyi hesap edilmiş, alacağı borcu iyi karşılaştırılmış, yine kendi tarafından hak gözüyle kontrolden geçirilmiş, kârlı, güzel, iyi doğru, dürüst ameller ise o defterler kendi lehinde olmak üzere sağlam, hatırı sayılır, kendi hesabına güzel yazı ile yazılmış bir defter olacağından o onu sağ eliyle ve lehine hizmet eden sağlam vasıta ile yazmış ve hesap görülürken hükmünü ve karar belgesini verecek olan hakim de onun lehinde olarak yazısını onun kendisine yazdırmış ve dolayısıyle hesabını kolayca kendine gördürüp hükmünü de istediği gibi kendine verdirerek karar belgesini sağ eliyle kendine teslim etmiş olur. Böyle olmak için de herkesin "Oku kitabını bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter."(İsra, 17/14) emri gereği hergün kendi boynuna geçirilmiş kitabı, günlük defteri demek olan hafızasında kendi nefsini ve meleklere yazdırdığı amellerini hak gözüyle okuyup Allah'a karşı kendi vicdanında kendi hesabını görmesi ve ona göre "Herkes yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın."(Haşr, 59/18) emrini uygulayarak yarın için hazırlanması gerekir. Bu da başta ve sonda Allah'ın başarı ihsan etmesi ile sonra o defteri meydana çıkaran ve hükmü verecek olan da nihayet yüce Allah olduğu için "kitabını sağıyla yazan" buyrulmamış, "kitabı kendine sağıyla verilen" buyrulmuştur. Vicdanında hergün Hakk'a karşı kendini sorgu ve hesaba çekmeyen kimse işini arkaya atmış, defterini kendi haberi olmaksızın ve zararını düşünmeksizin ağzına geleni söyleyerek arkadan arkaya yazdırmış demek olacağı gibi, işini Allah'ın koyduğu sınırlar içinde doğru yapmayan, eğriyi doğru, doğruyu eğri yapmaya kalkışarak defterini kötü amellerle ve hep borç sahifeleri ile doldurtan kimse de defterini ters tutmuş, solak yazmış, yazdırmış demektir. Oysa meleklerin tuttuğu tutanak onun aleyhinde olarak yapılan muamele ve işlemi olduğu gibi göstermiş ve ona imza ettirilmiş olduğu için sağlam, doğru ve esasen hatırı sayılır ve geçerli bulunduğundan, o kimse de kendi yaptıklarını kendi yazmış, fakat kendine düşman gibi aleyhinde olmak üzere siciline işletmiş ve imzalamış, ters yola gitmiş olduğunu o gün anlamış bulunur.
Diğer bir nükte: Allah'a inanarak ve vereceği hesabı düşünerek hakkı ve hayrı sevip batıl şeylerden ve kötülükten sakınmış olan kimsenin Allah'ın huzurunda yüzü ak olarak, hesabı dost tarafından görülmüş, hüküm ve karar belgesi dürüst dost eliyle sağdan lehine verilmiş olur. Aksine Allah'ı inkâr eden, hakkı ve hayrı sevmeyip nankörlük ederek aksine giden kimselerin hesabı da sevmediği düşmanı tarafından görülmüş, hükmü ve karar belgesi de aleyhine olarak soluyla verilmiş olur. Onun için kitabı kendine sağ tarafından verilmiş olan kimse o gün dost huzurunda hesap verirken veya hesabının güzel olduğuna dair onun verdiği hükmü, belgeyi sağ eline alınca hesabına olan ümidini veya hesap neticesinde kardeşlerine neşe ve sevincini veya cennete giderken pasaportunu göstermek üzere der ki:
20. Ha işte size alın, gelin bakın Okuyun kitabımı, çünkü ben, ben anlamıştım ki, ben herhalde birgün olup hesabıma kavuşacağım yani böyle inanmış, bu düşünce ve zannı beslemiştim de ona göre hesabımı ölçülü davranarak sağlam, defterimi dürüst tutmuştum. "Oku kitabını, bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter." (İsra, 17/14) emrine uymuştum diyerek yüz aklığı ile kendini gösterir, sevinir.
Bu verdiğimiz mânâ, müminin hesaba kesin olarak inanması ve iman etmesi gereğine göredir. Müfessirlerin çoğu âyette geçen "Zan"nı, "önceden bilmek ve inanmak" mânâsına alarak bu şekilde yorumlamışlardır. Bununla beraber bazılarının dediği gibi bu, şu demek de olabilir: Ben hesaba inanmakla beraber birçok kusur ettiğimi ve kendime göre kötü amellerimin kıymeti az olduğunu biliyor ve bundan dolayı borcumun çok, alacağımın az çıkmasından korkuyor, hesap verirken bir zorlukla karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa benim farkına varmadığım, hesaba bile almadığım en gizli, en küçük amellerim dahi hesaba katılmış, yüksek kıymetler, değerler biçilmiş; bu ise benim değerimden, benim gücümden değil, pek esirgeyen engin merhameti olan sevgili Rabb'imin sırf lütuf ve ihsanıyla olmuş bir iyilik ve rahmettir, diye sevinir. Bu mânâ, hem daha açık hem ahlâka daha uygundur.
21. Bunun neticesi Artık o hoşnut ve memnun bir yaşayış içindedir Memnunluk ve hoşnutluk yaşayışın değil de, O yaşayışın sahibinin sıfatı iken "radıye" yani hoşnut olan ve "merdıyye" yani kendisinden hoşnut olunan mertebelerinin hepsine birden işaret olmak üzere "mecâz-ı aklî" denilen "isnât-ı mecâzi" yoluyla aşırılık ifade etmesi için yaşayışın kendisine nisbet edilerek "hoşnut bir yaşayış" denilmiştir ki, yalnız o kendisi razı ve hoşnut olmakla kalmayacak, onun güzel huylarından, güzel işlerinden feyizlenerek daha ziyade güzelleşmiş olan bizzat hayatın kendisi de ondan razı, o kendisi merdi yani kendisinden razı olunmuş ve sevilmiş olacaktır demek olur.
22. Bu da şöyle açıklanıyor: Yüksek bir cennette.
Dünya cenneti gibi bayağı işlerle, sıkıntı ve elemlerle karışık değil, saf bir mutluluk ve nimet ve hayatın ta kendisi demek olan yüksek ahiret cennetinde, ki
23. devşirimleri yani koparılıp toplanacak yemişleri, meyveleri, nimetleri uzakta değil, yakında sarkıp duruyor.
24-25. Alın istediğiniz kadar yiyin için afiyetle, içinize sine sine peşin olarak önceden gönderdiklerinize karşılık.
İSLÂF, karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. Onun için dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen muameleye denir ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam olursa, bu durumda parayı peşin veren tüccar için bunda kazanç daha çok olur. Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve Allah'a güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey takdim etme ve ona hizmet etmedeki büyük istifadeye işaret buyrulmuştur. Bunlar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali olamıyacağı gibi, bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için buyruluyor ki geçmiş günlerde, yahut bugünkü derdin bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve esenlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah'ın şöyle buyuracağı rivayet olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş, karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık". İşte bunlar o Hâkka'dan, o dehşetli günden böyle murada ererek kurtulacaklardır.
26. Fakat vay o günleri boşuna geçirenlere veya sonu gelmez sonsuz heva ve heveslere harcayan veya sermayeyi batakçılara kaptıranlara. Çünkü nice kimseler çalışır, hayır denebilecek şeyler yaparlar amma, Hak için Allah için değil; halk için, gösteriş için, kulların isteklerine hizmet için yaptıklarından dolayı mükâfatları nihayet onlardan alabildikleriyle kalır. Onların yok olmasıyla da iflas eden kişi de batan mal gibi batar gider. Hak yanında elem ve yoksunluktan başka kendilerine birşey kalmaz. Bütün o kıyamet onların başında patlar, bunlar kitaplarını tersine ve solak yazanlardır. Onun için buyruluyor ki, Kitabı solundan verilene gelince, o şöyle der Ah ne olaydı o burada "o" zamiri ölüm olayına gönderilmiş, ilk ölüm şeklinde tefsir edilmiştir. Gerçi "mevte" (ölüm) lâfzı daha önce geçmemiştir. Fakat mânâ itibarıyla geçmiştir. Kıyametin başı bununla başlamış ve bunu söyleyen hesabı görünce uyanmış demektir.
27-28. O vakit içinde bulunduğu durumun tattığı ölüm acısından çok acı ve dehşet verici olduğunu fiilen görerek o durumda o ölümü temenni edip der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici olaydı.
KÂZÂ, Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Yani, keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız, "keşke ölmekle iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil, ölümden kaçan o adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da onu şimdi bir kurtuluş çaresi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu şekilde Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade eder. O artık ne ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık duyar. . burada olumsuzluk veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani "Neye yaradı benden yana malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa başkalarına yaradı. Bana ancak hasret ve azabı kaldı.
29. Yok olup gitti benden saltanatım Kendisiyle iftihar ettiğim, böbürlendiğim, herkesin başına ekşidiğim, güvendiğim mülküm, hakimiyetim, servet ve zenginliğim, yahut tutunduğum bütün delil ve tutanaklarım. Felâketler içinde yoksul ve güçsüz, çaresiz kaldım. Böyle bir sözle pişmanlık ve hasret belli ki dünya saltanatına güvenip de hesabını yanlış tutan, başkalarına ceza verdiği halde kendisinin cezalandırılacağını inkâr ederek haksızlık ve zulüm eden mal ve saltanat sahiplerine aittir. Tefsirciler burada şu nükteli öyküyü kaydederler:
Adududdevle lâkabını almış olan Fena Husrev b. Büveyh şu şiiri söylemiş:
"Dolu kadehlerden içmek her zaman değil, ancak yağmurlu havada ve bir seher vakti cariyelerin şarkıları içinde, saz telleri arasında insanın aklını başından alan narin ve cilveli kızların, yumuşak bedenlerin o dolgun kadehi kaynağından çıkararak o insan üstü zata sâkilik yaparak şarap sundukları bir sırada olur. O zat ki devletin pazısı ve Rüknüddevle'nin oğlu Adududdevle, padişahlar padişahı ve kaderi yenen "gallâbu'l-kader"dir.
Kendisine "gallâbu'l-kader" yani "kaderi yenen" demişti. Fakat çok geçmeden delirmiş ve dili bu âyetten başkasını söylemez olmuş "Malım hiçbir işime yaramadı, saltanatım yok olup gitti." diye diye can verip gitmişti. Ölüm herşeyi bitirici oldu mu? Artık orasını Allah bilir. Şimdi görülmüş bir şey varsa bu sözü defterine sağ eliyle yazmamış ,"gallâb-ı kader" (kaderi yenen) dediği "pâmal-ı kader" (kaderin ayağı altında ezilen) olup gitmiş ve cihan böyle neler yutmuştur. Yüce Allah'tan hakkımızda selâmet ve esenlik dileriz. âyetlerinin sonlarında bulunan sakin harfi fetha üzerine durmak için getirilmiş "sekit hâ"sıdır. Her zaman sâkin okunur. Kelimenin aslı "kitâbiye, hisâbiye, mâliye, sultaniye" demektir.
30. Tutun onu yani öyle deyip duran kimseyi. Bu ve bundan sonraki emirler, yüce Allah'ın zebânilere verdiği emirlerdir. O kimsenin ağzından o işe yaramayan mal ve saltanata söyleniyormuş gibi hikâye tarzında gizli bir "dedi" sözüyle söylenmiştir. Hemen bağlayın onu,
31. sonra ancak Cehim'e yaslayın onu. Cehîm, şiddetle köpüren büyük ateş, cehennemin en şiddetli tabakası. Burada Cehîm kelimesinin "yaslayın onu" fiilinden önce söylenmesi, fiile "sadece" ve "ancak" gibi mânâları kazandırmak içindir. Yani "başka yere değil, ancak Cehim'e atın onu" demektir.
32. Sonra bir zincirde ki, bu zincir boyu yetmiş arşın. Burada bu arşının nasıl bir arşın olduğu hakkında birçok söz söylemişlerse de bu gereksizdir. Bazıları, "Âyette geçen 70 sayısı tahsis için değil, "Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de.."(Tevbe, 9/80) âyetinde olduğu gibi çokluktan kinayedir." demişler; bazıları da, "Açık olan sayıdır, hikmetini Allah bilir." demişlerdir. Bize öyle geliyor ki bu zincirden maksat, en iyisini Allah bilir, dünyadaki ömürdür. Cehenneme yuvarlanan onunla sallanır. Günler veya aylar zincirin birer halkası ve her senesi de ömrün bir birimi olması itibarıyla bu zincirin uzunluğu, uzunluk ölçüsü olan arşın ile ifade edilmiştir. Şu halde yetmiş arşın boyda demek yetmiş yaşında demek olur. Yetmiş denilmesi, yetmişin dışındaki sayıları sözün dışında bırakmak için değil, "Ümmetimin ömürlerinin çoğu altmış ile yetmiş yaş arasıdır" buyrulmuş olması göz önünde bulundurularak yetmiş yaşın, bu ümmette genellikle ömürlerin en uzunu olduğuna ve bir de yetmiş yaşına kadar dünyayı, ahireti anlamamış, tevbe edip iman etmeye ve düzelmeye yüz tutmamış olanların bundan sonra düzelmelerinin çok uzak olduğuna işaret olsa gerektir. Bu emrin hikmeti de şu iki cümle ile açıklanıyor:
33. Birincisi, Çünkü o kimse yüce Allah'a iman etmiyordu.
34. İkincisi, düşkünleri yedirmeye teşvik etmiyordu. Halkın fakirlerini gözetmiyor, onların ne yediğine bakmıyor, durumlarından anlamıyor, onlara bakma çarelerini araştırmıyor, yardımda bulunmuyor, kendi bakmadığı gibi başkalarını da teşvik etmiyor, sonra da kendisi bir fakir yemeğinde bulunacak kadar alçak gönüllü olamıyor, saltanat süreceğim diye halkı eziyor, onları korumayı düşünmüyordu.
35. Bugün de ona yok burada ne bir hamîm.
HAMÎM, lugatte başlıca üç anlama gelir.
BİRİNCİSİ, "veliyy-i hamim" sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost demektir. Burada bununla tefsir etmişlerdir. Yani o Allah'a imanı olmayan ve fakirleri gözetip korumayan imansız zalimin o gün kendisini koruyacak bir acıyanı bulunmaz. Çünkü dünyada kendisine yardaklık eden bütün yakınları, dostları o gün kendisinden sakınırlar, kaçarlar. Bundan sonraki sûrede "Hiçbir dost, hiçbir dosta halini sormaz."(Meâric, 70/10) buyrulması da bu mânâdandır ve buna bir ipucu gibidir.
İKİNCİSİ, "Kaynar su"(Rahmân, 55/44) âyetinde olduğu gibi son derece sıcak su mânâsına gelir ki, cehennemin suyuna denilmesi bundandır. Burada bu mânâda olmadığı açıktır.
ÜÇÜNCÜSÜ, Kâmus'ta anlatıldığı üzere "soğuk su" mânâsına da gelir. Bu, iki zıt mânâyı ifade eden kelimelerdendir. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta buğulanır. Burada bir önceki âyette geçen ve biraz sonra geçecek olan "yemek" kelimesiyle olan ilgiden dolayı bu mânâ daha uygun görünüyor.
36. Yani ne bir soğuk su ne de bir yemek, bir yiyecek, yahut tadacak ki böyle denildiğinde içeceği de kapsar. Ancak bir gıslinden başka bir şey yok. GISLÎN, gasl kökünden yıkantı ve yıkanma suyu mânâsına gelen "gusâle" yi andırır bir kelimedir ki dilcilerden bazıları yaradan akan irinin suyu demişlerdir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayete göre gıslın, "cehennemdekilerden akan irin", bir rivayette de "yemeğin en kötüsü, en pisi, en yutulmazı"dır. İbnü Zeyd'in,
"Gıslin ile zakkumun ne olduğunu kimse bilmez." dediği rivayet edilmiştir. (Zakkum hakkında Sâffat, 37/62-66 ve Vâkıa, 56/52, 53. âyetlerin tefsirine bkz.)
37. Bunun herhalde yiyecek cinsinden kötü bir şey olduğunu şu âyet anlatıyor: Onu o hâtiûn'dan, yani öyle işi gücü hata ve suç işlemek olan büyük günahkârlardan, canilerden başka kimse yemez. Günahın en büyüğü de en büyük zulüm olan şirktir. Görülüyor ki diye sona eren bu âyet yukarıda Firavun ve önündekilere ve Lût kavmine dair olan ve ile sona eren bu sûrenin dokuzuncu âyetini hatırlatmaktadır. Çünkü hâtiûn, "hâtı"in çoğuludur. Demek ki bunlar Firavun ve Lût kavmi gibilerdir ki onların en büyük günahı yalanlama ve isyan idi.
Şimdi akılla bilinmesine imkan olmayan o kıyametin başlangıcı, dehşeti, oluş tarzı ile neticesi, bu eşsiz açıklama ve korkutma ile belleyecek kulaklara haber verilip hatırlatıldıktan sonra bundan alınması gereken en büyük dersi, en önemli öğüdü, en mühim görevi hatırlatmak üzere buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
38- Andolsun gördüklerinize,
39- Ve görmediklerinize..
40- Kuşkusuz Kur'ân, şerefli bir peygamberin (Allah'tan) getirdiği sözdür.
41- O bir şair sözü değildir, siz çok az inanıyorsunuz.
42- Bir kâhin sözü de değildir, ne de az düşünüyorsunuz!
43- O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmedir.
44- O, bize isnâden bazı sözler uydurmaya kalkışsaydı,
45- Elbette biz onu bundan dolayı kuvvetle yakalardık.
46- Sonra da onun şah damarını keser atardık.
47- O vakit sizden hiçbiriniz ona siper de olamazdınız.
48- O hiç kuşkusuz, takva sahipleri için unutulmayacak bir öğüttür .
49- Bununla beraber biz biliyoruz ki sizden inanmayanlar var.
50- Kuşkusuz bu Kur'ân kafirler için bir pişmanlık vesilesidir.
51- Gerçekten o, şüphe götürmez bir bilgidir.
52- O halde, haydi tesbih et Rabbinin yüce ismiyle.
38-39. Demek ki iş öyle zannettiğiniz gibi kolay değil ey o yalanlama suçunu işleyip duran günahkârlar. Andolsun gördüklerinize ve görmediklerinize. Bunda bütün görülebilen ve görülmiyen, gözlenebilen ve gözlenemeyen, gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler dahildir. Atâ: "Görülen, kudret eserleri; görülmeyen de kudret sırlarıdır." demiştir. Bu, güzel bir açıklamadır. Bunun günümüz dilinde doğa ve doğa ötesi şeklinde ifade edebiliriz. Madde ve ruh, insan ve cinlerle melekler, dünya ve ahiret, yaratılan ve yaratan, görünen nimetler ve görünmeyen nimetler diye de ifade olunmuştur. Burada Peygamber'in gösterdiği ve göstereceği mucizeleri ve verilen haberlerin geçmiş ve geleceğe ait olanlarını, indirilen ve indirilecek olan, inanılan ve inanılmayan âyetleri de düşünmek gerekir. Kelimelerin asıl ifade ettikleri mânâ şu oluyor: "Her ne ki görüyorsunuz" ve "göreceksiniz, görür ve görebilirsiniz" "ve her ne ki görmez ve göremezsiniz". Bunlara yemin ise şunu ifade eder: Sizin şimdiye kadar gördüğünüz ve şu anda görmekte olduğunuz ve şimdi görmeyip de ilerde göreceğiniz ve görebileceğiniz ve hiç görmeyeceğiniz ve göremeyeceğiniz neler neler vardır. Neler olmuş ve daha neler olacak, neler gelmiş ve gelecektir. Geçmişte, şu anda ve gelecekte sizin anlayabildiğiniz ve anlayabileceğiniz ve daha anlamadığınız ve anlamayacağınız ne gerçekler, acı ve tatlı ne olaylar, ne belalar, ne nimetler vardır, ey günahkârlar, gaflet içinde bulunan inkârcılar! öyle inkâr ve yalanlamayı kolay sanmayınız. İşte onları yaratan ve yaratacak olana ben şânı yüce Allah bütün onlara yemin eder de görmek istemediğiniz şu gerçeği gözlerinize sokmak üzere size, şu ânı ve geleceği ile bütün kâinatı ve acı tatlı her türlü güvenceyi göstererek derim ki,
40. "Şüphesiz Kur'ân, kerim bir Peygamberi'n getirdiği sözdür." Şundan gâfil olmamak gerekir ki: "Burada bu yeminde pozitivizmin en önemli bir hatasına dikkat çekilmektedir. Zira yalanlama ve inkâr etmenin başlıca iki kaynağı vardır:
Birisi: Sofestaîlik, safsatacılıktır ki, bunlar gördüklerini de yalanlarlar. Kendine de inanmaz, inatçıdırlar. Bakara sûresinin başında da geçtiği üzere bunlara hitap edilemez. Bunlara bir şey söylemenin hiçbir yararı olmaz, başlarını taşa çarpaçak bir iş gerektir bunlar için. Bununla beraber böylelerine de "sakın, başına taş düşecek" denilsin de, dinlemezlerse bırak bütün hasret başlarında kalsın.
Birisi de pozitivistlik, yani fazla müsbetçilik bağnazlığıdır ki bunlar da gördüklerine inanır, görmediklerini yalanlarlar. Gerçi hataya düşmemek için müsbet yürümek iyidir. Görünür görünmez tehlikelerden korunmak için gerekli olan son yol da budur. Fakat hayattan maksat gördüklerine saplanıp da durmak değil, yürümek, hatalardan tehlikelerden korunarak hak murada, esenliğe ermektir. Bu gaye ise görünen tarafta değil, görünmeyen taraftadır. Asıl tehlikeler görünen yönden değil, görünmeyen yönden gelecek olanlardır. Onun için hep kanıtlanmış ve kanıtlanacak başka gerçek yokmuş gibi hep görünene saplanıp da ondan ilersini büsbütün yok sayıp inkâr etmek müsbetçilik değil, aynı sofestaiyenin yani safsatacıların yaptığı gibi olumsuz bir körlük ve inatçılıktan ibaret büyük bir hatadır ki kendi bildiklerinden başka ilim yok sayan, îman sınırına yaklaşmak istemeyen kuru akılcı rasyonalistlerle mahdut tecrübeci pozitivist (olgucu)ler hep böyle inkâr etmeyi, yok saymayı isbat zannederek haberlere, olağanüstü şeylere inanmamış, akıl ve tecrübelerinin ötesindeki gerçeğin ateşine yanıp gitmişlerdir. Evet Mülk Sûresi'nde de geçtiği üzere bakıp görmek ve denemek insan için, ilim için en yakın yoldur. Fakat deney bize gösteriyor ki gerçek, bizim gördüklerimizden ve kavrayabildiklerimizden ibaret değildir. Gördüklerimizi, denediklerimizi ispat ederken, görmediklerimizi, kavrayamadıklarımızı, yetişemediklerimizi kabul etmeyip inkâra kalkışmak deneycilik değil, ne aklın ne de tecrübenin onayından geçmeyen bir olumsuzluktur. Hiçbir bakış, hiçbir gözlem, hiçbir duygu, hiçbir akıl, hiçbir tecrübe, "görülen, tekrar tekrar denenen sınırın ilerisi yoktur, burada dur, bekle" dememiştir. Aksine bütün denemelerin olumlu olarak verdiği kesin hüküm şudur: Duyup gördüklerinizin ilerisi var. Bu nedenle yürüyün. Fakat yolda giderken ilerisini hep gördüklerinizden ibaretmiş gibi kabul ederek kişisel kıyaslarla yürümeyin, görmediğiniz, bilmediğiniz gerçeklere, tehlikelere rastlıyacağınıza inanarak yürüyün. Hem denemenin bütün dönencesi ihtibar, yani nefsin vuku bulan olaylardan haber almasıdır. Hak, nefsin vuku bulan şeylere uyum sağlayabilmesindedir. Haber'i yok sayarak kendiliğinden yürüyen nefis, kişisel arzu ve hevesleriyle tehlikeye gider.
Olaylardan haberdar olmak ise basit ve değersiz olan dokunma, tatma, koklama duyularından ibaret olmadığı gibi görme duyusundan da ibaret değil, işitme ve iç duygu ile akılla da ilgisi vardır. Hatta haberin en geniş sınırları işitmededir. O, insana akıl ve görme yoluyla kavranamayacak haberler getirir. Haber almanın önemi büyüktür. Onun içindir ki devletler elçiliklere pek büyük önem verirler. Özellikle tehlike gelmesi ihtimali olan hususlarda en zayıf bir haberi dahi gözardı etmezler. O halde hiç yalanı tutulmamış, ahlakı, akıl ve anlayışı eğrilikle lekelenmemiş, tecrübeler neticesinde güvenilir ve doğru sözlü olarak tanınmış, ne söylediğini bilen bir habercinin her türlü sıkıntıyı göze alarak kesin bir iddia ile, "Ben güvenilir kaynaktan haber aldım, bu böyledir. Şimdi akıllarınızın eremiyeceği şekilde şöyle olacaktır. İnanın, sonra anlayacaksınız." diye yeminler ederek verdiği haberi "öyle şey olmaz" diye yalanlamaya kalkışmak, gerek kuramsal akıl, gerekse pratik akıl bakımından pek büyük hata olmaz mı?
Mekke'de ortaya çıkıp da her şeyi göze alarak, "Ey Mekkeliler! Sizler ve bütün insanlık pek büyük bir tehlike içindesiniz. Eğer Allah'a inanır benim verdiğim haberleri dinler, bana uyar, özveride bulunursanız gerçi birçok sıkıntı çekecek, mal ve can kaybı vereceksiniz amma daha büyük tehlikeden, korkunç musibetten kurtulacak, Kayser ve Kisra'yı tepeleyip yalnız Hakk'a kul olarak insanlığa hakkı tanıtacak önderler olacak, Allah yanında hak murada ereceksiniz. Allah bana böyle dedi ve bu Kur'ân'ı verdi. Bu dünyanın sonu nasıl olsa ölüm değil mi, gelin onunla inleye inleye ateşe gitmektense güle güle can verip Hakk'ın cemaline kavuşalım" diye çağrıda bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)'e, o zaman bir taraftan gördüklerine saplanarak, bir taraftan gördüklerini bile tamamen yok sayarak "deli" diyenlerin "bize şiir söylüyorsun" veya "bazan üstüne rast getiren ve çoğu zaman yalancı çıkan kâhinler gibi kehânet taslıyorsun" veya "bizi büyüleyip anlamadığımız bir yönden aldatmak, böylece kendin yararlanmak, yaşamak istiyorsun, bize kendi çekip durduğumuz zarar ve ziyanlar yetmiyormuş gibi bir de sen mi aldatmak istiyorsun?" diyenlerin ilk bakışta akla uygun gibi görünen sözleriyle sonundaki gerçek karşılaştırılacak olursa ve gerçekte yirmi küsur sene sonra o müşriklerin, Kayserlerin, Kisraların tepelenip İslâm nurunun her tarafa yayıldığı tecrübe sahasında, imtihan meydanlarında sözle değil, yapılmak suretiyle gerçekleşerek kendini gösterdiği düşünülürse, akıllı kim, deli kim, kim haklı ve aldanan kim olduğu tecrübe ile ortaya çıkmış, anlaşılmış olmaz mı? O halde görülene tutunup da müsbet gitmek isteyenler için bulundukları noktada durup kalacaklarına bu haberlerin henüz görünmeyen yönlerini de göz önüne alarak yalanlama ve inkardan sakınmak ve bulundukları halde kalamıyacaklarını bilerek ahiretin o yüce mutluluğuna ermek için aşk ve sevgi ile hakka doğru yürümek daha olumlu ve daha kârlı olmaz mı? İşte yüce Allah; bütün tecrübelerin, isbatların esası olan "görülen var, görünmeyen var, gördüklerinize saplanıp kalmayın" temel kuralını aşılamak ve bu suretle haberi inanılacak duruma getirmek için görülene ve görülmeyene yemin edip hepsini şahit göstererek buyuruyor ki, haberiniz olsun o yani sadece akıl yoluyla bilinemiyecek olan o haberleri size bu eşsiz ifadelerle bildirip öğüt vermek üzere okunan Kur'ân gerçekten kerim; saygı ve hürmete layık, ikram ve cömertlik sahibi yüce bir elçinin, büyük bir Hak elçisinin getirdiği sözdür. O, yalanlanması değil, saygı ile, inanç ile dinlenmesi gereken bir sözdür. Çünkü elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür. Âyette geçen 'den, yani "saygıya değer elçi"den maksat Hz. Peygamber (s.a.v)'dir. Tekvir sûresinin 19. âyetinde geçen "Rasûlin kerim" Cebrâil olduğu gibi, burada da öyle olduğu görüşünde olanlar olmuşsa da oradaki ipuçları ile buradaki ipuçlarının farkı vardır. Orada "Kuşkusuz o saygı değer bir elçinin sözüdür. O elçi pek kuvvetlidir. Arş'ın sahibi olan Allah'ın yanında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunur, kendisine itibar edilir. Arkadaşınız mecnun değildir. Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta gördü. O Peygamberin gayp konusunda hiçbir zaafı yoktur. Ve Kur'ân, kovulmuş bir şeytanın sözü değildir."(Tekvir, 81/19-25) vasıflarıyle ve "Sahibüküm" (sizin arkadaşınız) diye tanıtılan Hz. Peygamber (s.a.v)'in açık ufukta gördüğü pek kuvvetli elçinin kovulan şeytan olmadığı anlatılmış olduğundan o değerli elçinin Allah tarafından Peygamber'e gelen Cebrail olduğu açıktır. Oysa o değerli elçinin şair, kâhin olmadığını söyleyen şu âyetlerin burada Hz. Peygamber'in değerini açıkladığı ortadadır. Kuşkusuz o Kur'ân, Kerim bir elçinin bildirisidir.
41-42. O bir şair sözü değildir. Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin. Siz pek az îman ediyorsunuz. Gerçi bunda sözün kusursuzluğunu biraz takdir etmek ve güzelliğinden bir parıltı sezmek gibi imana benzer bir parça duygu gösterilmiş olursa da bu, onun gerçek kıymetini duymamak, elçinin değerini, peygamberliğin ne olduğunu, gönderenin ululuğunu, kıyametin hak olduğunu bir hayal sanmak sizi esenliğe çıkaracak, çok yüce gayelere erdirecek olan o Hak bildirilerini inkâr etmektir. Böyle benzerini görmediğiniz şeyleri gördüklerinizin bazısına benzetmekle işin içinden çıkacağınızı zannediyorsunuz. Şiir ne kadar güzel olursa olsun büyük bir elçinin bildirdiği yürekler oynatan açıklamalarına şiir demek ne büyük hata, ne büyük gaflettir. "Biz ona şiir öğretmedik. Bu ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) gerçeğini anlamaktan, gerçeği kabul ve takdir etmekten uzak olan o duygu, o azıcık şuur parıltısı yeterli değil; Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varıldığı vakit sahibini esenliğe çıkaracak gerçek bir iman ile işe sarılmak gerekir.
43. O, bütün âlemlerin Rabbi olan yüce Allah'tan indirilmedir. O elçi, onu olduğu gibi bildirmekle görevli değerli bir elçidir. İşte Kur'ân'ın hakikatı budur. Yukarıda "O değerli bir elçinin sözüdür." denilmişti. Eksik düşünenler "elçi" ve "değerli" sıfatlarının mânâlarını iyi düşünmeyerek Kur'ân'ın hiç olmazsa lafızları o elçinin kendi tarafından Allah namına söylediği kendi sözü imiş gibi yanlış bir zanna düşmesinler diye burada Kur'ân'ın hem mânâsı hem de lafızları Allah tarafından parça parça indirilmiş olduğu belirtilerek, "Bütün âlemlerin Rabb'ı olan yüce Allah'tan indirilmedir." diye gerçeği açıklanmış ve bunu daha çok vurgulamak ve kanıtlamak için de buyrulmuştur ki:
44. Eğer o elçi, bize karşı, yani biz ona söylemeden, yap veya yapma demeden, sanki biz söylemişiz gibi, bizim adımıza kendiliğinden bazı laflar uydurmaya kalkışsaydı
45. biz ondan dolayı yeminiyle elbette tutar yakalardık. Burada "yemin", "onun yemini" mânâsına peygamberin ettiği yemin veya yüce Allah'ın kuvvet ve kudreti demek olabilir. Yani bu iki mânâya gelme ihtimali vardır. Zira yemin esasen kuvvet demektir. Yani, o takdirde bu Kur'ân, bu sözler Allah tarafından indirildi diye ettiği türlü türlü yeminler yalan yere yemin olacağından dolayı biz onu o yeminiyle yakalar, yahut kuvvetle tutar, hıncını alır, yalanı başına çarpardık.
46. Sonra elbette ondan dolayı kalp damarını (veya iliğini) keser atardık.
VETÎN: Kalp damarı, şah damarı, atar damar, bazıları da bel kemiğinin iliği, omurilik demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi derhal ölür. Yani, o vakit ikram edip değer vermek şöyle dursun hem yalanını tutarak rezil eder, hem de yok ve helak ederdik.
47. O vakit içinizden hiç biriniz engel olamaz, onu savunamazdı. Fakat gerçek öyle değil, o bir saygın Peygamberdir. Öyle yalandan, yalan yere yeminden uzak, cömertlik ve ikramı, mucizeleri, doğruluk ve güvenilirliği ortada bir elçidir ve o Kur'ân gerçekten âlemlerin Rabbi olan Allah'tan indirilmedir.
48. Kur'ân'ın indirilmesinin hikmetlerine gelince, ve o korunacak takva sahipleri için bir tezkiredir. Yani bir öğüt, yollarını gösterecek bir hatırlatıcıdır. Onlar için bir öğüttür. Çünkü faydalanacak olanlar onlar, öyle korunmak hissini besleyen saygılılardır.
49. Bununla beraber biz biliyoruz ki, sizin içinizden yalanlayan inkârcılar vardır. Yani biz onların cezalarını veririz.
50. Ve çünkü o Kur'ân, onun kıymetini bilmeyip nankörlük eden kâfirlerin üzerine de gerçek bir hasrettir. Onlar kıyamet günü takva sahiplerinin aldıkları sevabı görünce sonsuz bir özleyiş içinde kalacak, iç çekeceklerdir.
51. Kuşkusuz o, gerçekliğinde hiç şüphe olmayan bir kitaptır. Şiir, kehanet, zan ve tahmin türünden olmak şöyle dursun ilme'l-yakîn (kesin olarak edinilmiş bilgi) ve ayne'l-yakîn (bir şeyi kendi gözü ile görüp mahiyetini bilme)den de daha yüksek hakka'l-yakîn (gerçekliğinde hiç şüphe olmayan)'dır. (Vâkıa sûresinin sonuna bkz.)
52. O halde ey değerli elçi! "Haydi Rabbinin yüce ismiyle tesbih et".

16 Nisan 2018 Pazartesi

TEVRAT'TA "ÇIKIŞ" VE "TUR DAĞI" [ Midyan kahini Yetro Şuayip Peygamber]



Çıkış 18:1-27



                  Moses and the Daughters of Jethro [ Midyan kahini Yetro Şuayip Peygamber]

18 Musa’nın kayınbabası, Midyan kâhini Yetro,+ Yehova’nın Musa ve halkı İsrail için yaptıklarını, İsrailoğullarını Mısır’dan nasıl çıkardığını duydu.+  Ve Yetro Musa’nın karısı Tsippora’yı (onu oraya Musa göndermişti)  ve iki oğlunu+ alıp yola çıktı. Çocuklardan birinin ismi Gerşom’du;*+ Musa “Gurbette bir yabancı oldum” diyerek ona bu ismi vermişti.  Diğerinin adı Eliezer’di;*+ çünkü Musa, “Babamın Tanrısı benim yardımcımdır, O beni Firavunun kılıcından kurtardı”+ demişti. Böylece Yetro, Musa’nın oğulları ve karısıyla birlikte, Tanrı’nın dağına, Musa’nın konakladığı çöle vardı.+  Ve Musa’ya “Ben kayınbaban Yetro,+ karın ve iki oğlunla birlikte yanına geliyorum” diye haber gönderdi.  Musa hemen kayınbabasını karşılamaya çıktı; önünde eğildi ve onu öptü.+ Birbirlerine hal hatır sorup çadıra girdiler. Musa, Yehova’nın İsrailoğulları uğrunda Firavuna ve Mısır’a yaptığı her şeyi;  yolda karşılaştıkları tüm sıkıntıları, fakat Yehova’nın kendilerini nasıl kurtardığını+ kayınbabasına anlattı.  Yetro, Yehova’nın İsrailoğulları için yaptığı iyiliklere ve onları Mısır’ın elinden kurtarmasına çok sevindi.+ 10  “Sizi Mısır’ın elinden, Firavunun elinden kurtaran Yehova’ya şükürler olsun! Halkını Mısır’ın elinden O kurtardı”+ dedi. 11  “Şimdi anlıyorum ki, Yehova tüm tanrılardan büyüktür.+ Mısırlılar size küstahça davrandığında olanlar bunu açıkça gösteriyor.” 12  Sonra Musa’nın kayınbabası Yetro, Tanrı için, yakılan sunu ve kurbanlar getirdi.+ Harun ve İsrailoğullarının tüm ihtiyarları gelip Tanrı’nın önünde Musa’nın kayınbabası Yetro ile ekmek yediler.+13  Ve ertesi gün Musa her zaman olduğu gibi halkın davalarına bakmak için oturdu;+ insanlar sabahtan akşama dek onun önünde bekliyorlardı. 14  Kayınbabası, Musa’nın yaptıklarını görünce, “Halkın işlerine böyle mi bakıyorsun?” diye sordu; “Neden hüküm vermek için sadece sen oturuyorsun ve tüm halk sabahtan akşama dek senin önünde duruyor?” 15  Musa kayınbabasına, “Çünkü halk Tanrı’nın hükmünü öğrenmek için bana gelir”+ dedi. 16  “Bir davaları olduğunda,+ davayı bana getirirler; iki taraf arasında ben hükmederim. Tanrı’nın kararlarını ve kanunlarını bildiririm.”+17  Bunun üzerine kayınbabası Musa’ya, “Böyle yapman iyi değil” dedi. 18  “Sen de yanındaki bu insanlar da yorulursunuz, çünkü bu iş senin için ağır bir yük;+ tek başına kaldıramazsın.+ 19  Şimdi sözümü dinle.+ Sana bir öğüt vereyim; Tanrı da seni destekleyecek.+ Tanrı’nın önünde halkı sen temsil et,+ davaları Tanrı’ya sen götür.+ 20  Kurallar ve kanunlar konusunda onları uyar.+ İzlemeleri gereken yolu ve yapmaları gerekeni onlara göster.+ 21  Halkın arasından yetenekli,+ Tanrı’dan korkan,+güvenilir+ ve haksız kazançtan nefret eden+ adamlar seç. Onları halkın, biner,+ yüzer, ellişer ve onar kişilik grupların başına koy.+22  Tüm sıradan davalarda halk için onlar hüküm versin. Tüm büyük davaları sana getirsinler,+ fakat küçük davalara kendileri baksınlar. Böylece işini hafiflet; onlar da seninle birlikte yükü taşısınlar.+ 23  Böyle yaparsan (ve bu Tanrı’nın emriyse), dayanabilirsin, bu insanlar da selametle yerlerine döner.”+24  Musa kayınbabasının sözünü dinledi; söylediklerinin hepsini hemen yaptı.+ 25  Tüm İsrailoğulları arasından yetenekli adamlar seçti. Onları halkın; biner, yüzer, ellişer ve onar kişilik grupların başına koydu.+ 26  Onlar sıradan davalarda halk için hüküm verdiler. Zor davaları Musa’ya getiriyor,+ fakat küçük davalara kendileri bakıyorlardı. 27  Sonra Musa kayınbabasını uğurladı;+ o da memleketine gitti.
Moses’ father-in-law, Jethro, is a devoted family man, well respected for his advice on governing and his benevolent leadership of the tribes of Midian. This early 13th-century illustration from the Bible moraliséedepicts Jethro (seated under the arch on the right) rewarding Moses (left) for rescuing his daughters (six of whom are pictured in the center) and their flocks from rival shepherds. Grateful, Jethro invited Moses to stay and break bread with him: “Moses consented to stay with the man, and he gave Moses his daughter Zipporah as wife” (Exodus 2:21).
Later, when Moses returns from freeing the Israelites from Egypt, Jethro proclaims the Israelite God’s glory, saying, “Now I know that the Lord is greater than all gods” (Exodus 18:11). But, asks the midrash, was Jethro motivated by love of God or by fear of a divine force so powerful as to rescue the Israelites from their enemies? Photo: Bodelian Library, Oxford, MS Bodley 2708, Folio 39V.
Elie Wiesel'in, İncil İncelemesi , Haziran 1998'de ortaya çıktığı gibi, İncil'deki Jethro hakkındaki yazısını okuyun —Ed.

 
İyi bir adam mı? Musa'nın kayınpederi Jethro, yönetim konusundaki tavsiyeleri ve Midyan kabilelerinin yardımsever liderliği nedeniyle saygın bir aile adamıdır. Mukaddes Kitabın ahlakından 13. yüzyılın başındaki bu illüstrasyon Jethro'yu (sağdaki kemerin altına oturdu) Musa'yı (solda) kızlarını kurtarmak için ödüllendiriyor (altısı merkezde resmediliyor) ve onların sürüsünü rakip çobanlardan alıyor. Minnettar, Jethro Musa'yı onunla birlikte ekmek yemeye ve kırmaya davet etti: “Musa insanla kalmayı kabul etti ve Musa'ya kızı Zipporah'ı karısı olarak verdi” (Exodus 2:21).
Daha sonra, Musa İsrailoğullarından Mısır'dan kurtulmaktan geri döndüğünde, Jethro, “Artık Tanrı'nın tüm tanrılardan daha büyük olduğunu biliyorum” diyerek İsrailli Tanrı'nın görkemini ilan eder (Exodus 18:11). Ancak, orta şüphe sorduğunda, Jethro, Tanrı'nın sevgisiyle ya da İsraillileri düşmanlarından kurtarmak için o kadar güçlü bir ilahi güç korkusuyla motive olmuştu? Fotoğraf: Bodelian Kütüphanesi, Oxford, MS Bodley 2708, Folio 39V.
İncil metnini ilk okuduğunda, Jethro basit bir insan, neredeyse monolitik, en çok aile adamı olarak bizi etkileyen biri gibi görünüyor. O karşılaştığında genç mülteci, Musa diye Mısırlı olduğuna inandığı, o hemen henüz evli değil kızı Sipporayı, (: 20-21 Exodus 2) düşünür. Daha sonra, Jethro'nun damadı olan Musa, serbest insanlarının başına Mısır'dan döndüğünde, Jethro, karısına, Zipporah'a ve onların iki çocuğuna (Exodus 18: 5) getiriyor.
Bu arada Musa'nın güçlü ve ünlüsü var ve Jethro ona nasıl yönetileceğine dair faydalı tavsiyeler veriyor (Exodus 18: 17ff). Musa tarafından yeni yaratılan ulusa katılmaya davet edilen Jethro, kendi ailesine ve Midyan topraklarındaki kabilelerine karşı yükümlülüklerini yerine getirerek reddeder (Sayılar 10: 29-30).
Bir kişi Jethro'yu açıkça görebiliyor: Onun tavrı kesinlikle zarif, samimi, karşı konulamaz. Sadece ihtiyaç olduğunda mevcut. Sadece sorulduğunda konuşuyor. Yaptığı her şey, hile yapmadan yapar. Asla büyük lider Musa'nın ilk danışmanı sıfatıyla yer almayı asla düşünmez. Hiç kimse onu kayırmacılıkla suçlayamazdı.
Midrashic Literatürde, bir her zaman olduğu gibi, karakter veya karakteri doğru doğrusu tutum, daha karmaşık görünüyor. Emin olmak gerekirse, Jethro pozitif bir ışıkta gösterilir. Nihayetinde, eğer Musa ona böyle bir saygıyla, böyle bir saygıyla, ondan önce diz çökecek şekilde davranırsa, Jethro bunu hak etmelidir. Bilgeler onun erdemlerini abartmak için uzağa gider. En çok Yahudi inancına dönüşmüş sayılır. Ona Ger shel emet diyorlar - gerçek bir dönüşüm ya da gerçeğe dönüş. “Barınak içinde veya shekhina'nın kanatlarına yerleştirilir., ”Tanrı'nın kutsal varlığı veya zafer. Bu sözleri Jethro'nun ağzına koydular: “Birçok putta hizmet ettim; hizmet etmediğim bir tanrı yok; ama hiçbiri İsrail Tanrı'sı ile kıyaslanamaz. ”Değerini vurgulamak için Esau ile karşılaştırılır. Esau'nun Yakup'un bir akrabası olmasına rağmen, uzaylı Jethro'dan daha az tercih edildi.
Exodus 18

Brief Summary: Jethro comes to Moses with Moses' wife Zipporah and his two sons, Jethro is amazed at the goodness of God, Jethro offers burnt offerings to the Lord, Jethro observes Moses sitting in the judgment seat and hearing all the cases of the people of Israel, Jethro encourages Moses to get more organized and train elders to hear the cases of the people, and to delegate his authority on to lesser judges, Jethro departs to his own land.
Outline
1 Jethro brings to Moses his wife and two sons
7 Moses entertains him
13 Jethro's counsel to Moses is heeded
27 Jethro departs to his own land
Exodus 18:10 - And Jethro said, Blessed [be] the LORD, who hath delivered you out of the hand of the Egyptians, and out of the hand of Pharaoh, who hath delivered the people from under the hand of the Egyptians. 

Exodus 18:12 - And Jethro, Moses' father in law, took a burnt offering and sacrifices for God: and Aaron came, and all the elders of Israel, to eat bread with Moses' father in law before God. 

Exodus 18:1 - When Jethro, the priest of Midian, Moses' father in law, heard of all that God had done for Moses, and for Israel his people, [and] that the LORD had brought Israel out of Egypt; 

Exodus 18:2 - Then Jethro, Moses' father in law, took Zipporah, Moses' wife, after he had sent her back, 

Exodus 3:1 - Now Moses kept the flock of Jethro his father in law, the priest of Midian: and he led the flock to the backside of the desert, and came to the mountain of God, [even] to Horeb. 

Exodus 18:5 - And Jethro, Moses' father in law, came with his sons and his wife unto Moses into the wilderness, where he encamped at the mount of God: 

Exodus 18:9 - And Jethro rejoiced for all the goodness which the LORD had done to Israel, whom he had delivered out of the hand of the Egyptians. 

Exodus 18:6 - And he said unto Moses, I thy father in law Jethro am come unto thee, and thy wife, and her two sons with her. 

Exodus 4:18 - And Moses went and returned to Jethro his father in law, and said unto him, Let me go, I pray thee, and return unto my brethren which [are] in Egypt, and see whether they be yet alive. And Jethro said to Moses, Go in peace. 


3VE Musa, kaynatası Midyan kâhini Jethro Yetro'nun sürüsünü güdüyordu; ve sürüyü çölün arkasına götürdü, ve Allahın dağına, Horebe geldi. 2 Ve RABBİN meleği bir çalı ortasında ateş alevinde ona göründü; ve gördü, ve işte, çalı ateşle yanıyor, ve çalı tükenmiyordu. 3 Ve Musa dedi: Şimdi döneyim, ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor. 4 Ve görmek için döndüğünü RAB görünce, Allah ona çalının ortasından çağırıp dedi: Musa, Musa! Ve o: İşte ben, dedi. 5 Ve dedi: Buraya yaklaşma; çarıklarını ayaklarından çıkar, çünkü üzerinde durduğun yer mukaddes topraktır. 6 Ve dedi: Ben babanın Allahı, İbrahimin Allahı, İshakın Allahı, ve Yakubun Allahıyım. Ve Musa yüzünü örttü; çünkü Allaha bakmağa korkuyordu. 7 Ve RAB dedi: Gerçekten Mısırda olan kavmımın sıkıntısını gördüm, ve angarya memurlarının yüzünden onların feryadını işittim; çünkü onların acılarını bilirim; 8 ve onları Mısırlıların elinden kurtarmak için, ve onları o diyardan iyi ve geniş bir diyara, süt ve bal akan diyara, Kenânlı, ve Hittî, ve Amorî, ve Perizzî, ve Hivî, ve Yebusîlerin yerine çıkarmak için indim. 9 Ve şimdi, işte, İsrail oğullarının feryadı bana erişti; ve hem de Mısırlıların onlara ettikleri cefayı gördüm. 10 Ve şimdi gel, ve benim kavmımı, İsrail oğullarını, Mısırdan çıkarmak için seni Firavuna göndereyim. 11 Ve Musa Allaha dedi: Ben kimim ki, Firavuna gideyim, ve İsrail oğullarını Mısırdan çıkarayım? 12 Ve dedi: Gerçekten ben seninle olacağım; ve benim seni gönderdiğime senin için işaret şu olacak: Sen kavmı Mısırdan çıkardığın zaman, bu dağ üzerinde Allaha ibadet edeceksiniz. 13 Ve Musa Allaha dedi: İşte, ben İsrail oğullarına geldiğim zaman, onlara: Atalarınızın Allahı beni size gönderdi, dersem, ve onlar bana: Onun ismi nedir? derlerse, onlara ne diyeyim? 14 Ve Allah Musaya dedi: Ben, BEN OLANIM; ve dedi: İsrail oğullarına böyle diyeceksin: Beni size BEN(İM gönderdi 15 Ve yine Allah Musaya dedi: İsrail oğullarına böyle diyeceksin: Atalarınızın Allahı, İbrahimin Allahı, İshakın Allahı, Yakubun Allahı Yehova beni size gönderdi; ebediyen ismim bu, ve devirden devre anılmam budur. 16 Git, ve İsrail ihtiyarlarını topla, ve onlara de: Atalarınızın Allahı, İbrahimin, İshakın ve Yakubun Allahı Yehova bana göründü, ve dedi: Gerçekten sizi ziyaret ettim, ve Mısırda size yapılanı gördüm; 17 ve dedim: Sizi Mısırın sıkıntısından, Kenânlı, ve Hittî, ve Amorî, ve Perizzî, ve Hivî, ve Yebusîlerin diyarına, süt ve bal akan diyara, çıkaracağım. 18 Ve senin sözünü dinliyecekler; ve sen ve İsrail ihtiyarları Mısır kıralına geleceksiniz, ve ona diyeceksiniz: İbranîlerin Allahı Yehova bize rast geldi; ve şimdi rica ederiz, çölde üç günlük yol gidelim, ta ki, Allahımız Yehovaya kurban keselim. 19 Ve ben bilirim ki, Mısır kıralı kuvvetli bir el ile olsa bile, gitmek için size izin vermiyecektir. 20 Ve elimi uzatacağım ve Mısırı, içinde yapacağım bütün hârikalarımla vuracağım; ve sizi ondan sonra salıverecektir. 21 Ve Mısırlıların gözlerinde bu kavma lûtuf vereceğim; ve vaki olacak ki, gittiğiniz zaman, eli boş gitmiyeceksiniz; 22 fakat her kadın komşusundan, ve evinde olan misafirden gümüş şeyler, ve altın şeyler, ve esvaplar istiyecek; ve oğullarınızı ve kızlarınızı onlarla süsliyeceksiniz; ve Mısırlıları soyacaksınız.

Musa'nın Mısır'a yolculuğu ve oğlu Eliezer'in sünneti. By Pietro Perugino 






TEVRAT'TA "ÇIKIŞ" VE "TUR DAĞI"
Ve Musa, kaynatası Midyan kahini Yetro'nun sürüsünü güdüyordu ve sürüyü çölün arkasına götürdü ve Allah'ın dağına;Horeb'e geldi.  
Ve Rabb'in meleği, bir çalıdan yükselen ateş alevinin içinden ona göründü. Musa baktı, çalı yanıyor, ama tükenmiyordu.

Ve Musa dedi: Şimdi döneyim ve bu büyük manzarayı göreyim, çalı niçin yanıp tükenmiyor.

Rab Allah, Musa'nın yaklaştığını görünce ona, çalının içinden, "MusaMusa!" diye seslendi. Musa"buyur!" diye yanıtladı.

Allah"fazla yaklaşma" dedi. "Çarıklarını çıkar. Çünkü bastığın yer kutsal topraktır."

Ve dedi: "Ben, babanın Allah'ı, İbrahim'in Allah'ı, İshak'ın Allah'ı ve Yakub'un Allah'ıyım."
Çıkış, Bap:3; 1-6
Ve Allah dedi: "Gerçekten Ben, seninle olacağım ve Benim seni gönderdiğime senin için işaret şu olacak: Sen, kavmi, Mısır'dan çıkardığın zaman, bu dağ üzerindeAllah'a ibadet edeceksin."
Çıkış, Bap:3; 12
İsrailoğulları, kadın ve çocukların dışında 600 000 kadar erkekle, yaya olarak Ramses'ten Sukkot'a doğru yola çıktılar.

Ve koyunlar, sığırlar, pek çok hayvanlarla, karışık çok halk da onlarla beraber çıktı.

Mısır'dan getirdikleri hamurla, mayasız pide pişirdiler. Maya yoktu. Çünkü Mısır'dan kovulmuşlar, kendilerine azık hazırlayacak zaman bulamamışlardı.

İsrailoğulları, Mısır'da 430 yıl yaşadı.
Çıkış, Bap:12; 37-40
Ve vaki oldu ki, Firavun kavmi salıverdiği zaman, yakın olmasına rağmen Allah, onları, Filistiler diyarının yolundangötürmedi. Çünkü Allah dedi; kavm harp gördüğü zaman, belki nadim olup Mısır'a döner.

Fakat Allah, halkı, çöl yolundan Kızıldeniz'e doğru dolaştırdı. İsrailoğulları Mısır'dan silahlı çıkmışlardı.
Çıkış, Bap: 13; 17-18
Sukkot'tan ayrılıp çöl kenarında, Etam'da konakladılar.
Çıkış, Bap: 13; 20
Rab Musa'ya dedi ki: "İsrailoğullarına söyle, dönsünler ve Pi- Hahirot yakınlarında, Migdol ile deniz arasında, Baal-Sefon'un karşısında deniz kıyısında konaklasınlar."
Çıkış, Bap: 14; 1-2
Halkın kaçtığı, Mısır Firavunu'na bildirilince; Firavunla görevlileri, onlara ilişkin düşüncelerini değiştirdiler: "Biz ne yaptık?" dediler, "İsrailoğullarını salıvermekle kölelerimizi kaybetmiş olduk!"

Ve kendi cenk arabasını hazırlayıp, kavmini yanına aldı; Firavun savaş arabasını hazırlattı, ordusunu yanına aldı.

Seçme 600 savaş arabasının yanısıra, Mısır'ın bütün savaş arabalarını, sorumlu sürücüleriyle birlikte yanına aldı.

Rab, Mısır Firavunu'nun yüreğini katılaştırdı. Firavun, zafer havası içinde ilerleyen İsrailoğullarının peşine düştü.
Mısırlılar, Firavunun bütün atları, savaş arabaları, atlıları, askerleriyle onların ardına düştüler ve deniz kıyısında, Pi-Hahirot yakınlarında, Baal-Sefon'un karşısında konaklarken onlara yetiştiler.
Firavun yaklaşırken, İsrailoğulları Mısırlıların arkalarından geldiğini görünce dehşete kapılarak, Rabb'e feryat ettiler.
Musa'ya, "Mısır'da mezar mı yoktu da bizi, çöle ölmeye getirdin?" dediler, "bak, Mısır'dan çıkarmakla bize ne yaptın!"
"Mısır'dayken sana; 'Bırak bizi, Mısırlılara kölelik edelim' demedik mi? Çölde ölmektense, Mısırlılara kölelik etsek bizim için daha iyi olurdu."
Musa: "korkmayın!" dedi, "Yerinizde durup bekleyin, Rab bugün sizi nasıl kurtaracak görün. Bugün gördüğünüz Mısırlıları bir daha hiç görmeyeceksiniz."
"Rab sizin için savaşacak, siz sakin olun yeter."
Rab Musa'ya: "Niçin bana feryat ediyorsun?" dedi, "İsrailoğullarına söyle ilerlesinler."
"Sen değneğini kaldır, elini denizin üzerine uzat. Sular yarılacak ve İsrailoğulları, kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçecekler."
"Ben, Mısırlıların yüreğini karıştıracağım, arkadan gelsinler. Firavunu, bütün ordusunu, savaş arabalarını, atlılarını yok ederek yücelik kazanacağım."
"Ve Firavun'da, cenk arabalarında ve atlılarında izzet bulduğum zaman, Mısırlılar bilecekler ki, Ben Rabb'im."
Ve İsrail ordusunun önünde yürüyen Allah'ın meleği, yerini değiştirip arkalarında yürüdü; ve bulut direği önlerinden yerini değiştirip arkalarında durdu;
Ve Mısırlıların ordusu ve İsrail ordusunun arasına geldi: ve bulut ve karanlık vardı: fakat geceyi aydınlatıyordu; ve bütün gece biri, ötekine yaklaşmadılar.
Musa elini denizin üzerine uzattıRab, bütün gece güçlü doğu rüzgarıyla suları geri itti, denizi karaya çevirdi. Sular ikiye bölündü.
İsrailoğulları, kuru toprak üzerinde yürüyerek denizi geçtiler. Sular, sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturdu.
Mısırlılar, arkalarından geliyordu. Firavunun bütün atları, savaş arabaları, atlıları denizde onları izliyordu.
Çıkış, Bap: 14; 5-23
Ve Rab, Musa'ya dedi: "Elini deniz üzerine uzat, ta ki sular, Mısırlılar üzerine, cenk arabaları üzerine ve atlıları üzerine dönsünler."
Musa, elini denizin üzerine uzattı. Sabaha karşı deniz, olağan haline döndü. Mısırlılar sulardan kaçarken, Rab, onları denizin ortasında silkeleyip attı.
Geri dönen sular, savaş arabalarını, atlıları, İsrailoğullarının peşinden denize dalan Firavunun bütün ordusunu yuttu. Onlardan bir kişi bile sağ kalmadı.
Ancak İsrailoğulları, denizi kuru toprakta yürüyerek geçmişlerdi. Sular, sağlarında, sollarında onlara duvar oluşturmuştu.
Rab, o gün İsrailoğullarını, Mısırlıların elinden kurtardı. İsrailoğulları, deniz kıyısında Mısırlıların ölülerini gördüler.
Ve İsrail, Rabb'in Mısırlılar üzerinde yapmış olduğu büyük işini gördü ve kavim, Rab'den korktu ve Rabb'e ve kölesiMusa'ya inandılar.
Çıkış, Bap: 14; 26-31
Musa, İsrailoğulları, Kızıldeniz'in ötesine çıkardı. Şur Çölü'ne girdilerÇölde üç gün yol aldılarsa da, su bulamadılar.
Mara'ya vardılar. Ama Mara'nın suyunu içemediler, çünkü su acıydı. Bu yüzden oraya, Mara(acılık) adı verildi.
Çıkış, Bap: 15; 22-23
Sonra Elim'e gittiler. Orada 12 su kaynağı70 hurma ağacı vardı. Su kıyısında konakladılar.
Çıkış, Bap: 15; 27
Bütün İsrailoğulları, Elim'den ayrıldı. Mısır'dan çıktıktan sonra, ikinci ayın on beşinci günü Elim ile Sina arasındaki "Sin Çölü"ne vardılar.
Çölde, hepsi Musa'yla Harun'a yakınmaya başladı.
"Keşke Rab, bizi Mısır'dayken öldürseydi" dediler. "Hiç değilse orada et kazanlarının başına oturur, doyasıya yerdik. Ancak siz, bütün topluluğu açlıktan öldürmek için bizi bu çöle getirdiniz."
Rab, Musa'ya: "Size gökten ekmek yağdıracağım" dedi. "Halk her gün gidip günlük ekmeğini toplayacak. Böylece onları sınayacağım: Benim yasama göre yaşıyorlar mı, yaşamıyorlar mı, göreceğim."
Çıkış, Bap: 16; 1-4
Ve İsrailoğulları, Sin Çölü'nde konaktan konağa göç edip, "Refidim"de kondular. Ancak orada içecek su yoktu.
Musa'ya, "Bize içecek su ver" diye çıkıştılar. Musa, "Niçin bana çıkışıyorsunuz?" dedi, "Neden Rab'bi deniyorsunuz?"
Ama halk susamıştı. "Niçin bizi Mısır'dan çıkardın?" diye Musa'ya söylendiler, "Bizi, çocuklarımızı, hayvanlarımızı susuzluktan öldürmek için mi?"
Musa, "Bu halka ne yapayım?" diye Rabb'e feryat etti, "Neredeyse beni taşlayacaklar."
Rab, Musa'ya: "Halkın önüne geç" dedi, "birkaç İsrail ileri gelenini ve Nil'e vurduğun değneği de yanına alıp yürü."
"Ben, Horeb Dağı'nda, bir kayanın üzerinde, senin önünde duracağım. Kayaya vuracaksın, halk içsin diye su fışkıracak."Musa, İsrail ileri gelenlerinin önünde, denileni yaptı.
Oraya, Massa(deneme) ve Meriva(çekişme) adı verildi. Çünkü İsrailoğulları, orada Musa'ya çıkışmış ve "acaba Rabaramızda mı, değil mi?" diye Rabb'i denemişlerdi.
Ve Amalek geldi ve İsrail'le, "Refidim"de cenketti.
Çıkış, Bap:17; 1-8,
Böylece YeşuAmalek ordusunu yenip kılıçtan geçirdi.
Rab, Musa'ya, "Bunu hatıra olarak kayda geç" dedi, "Yeşu'ya da söyle, Amaleklilerin adını yeryüzünden büsbütün sileceğim."
Musa, bir sunak(mezbah) yaptı, adını "Rab sancağımdır" koydu.
Ve dedi: Rab yemin etti; Rabb'in, nesilden nesile Amalek'le cengi olacaktır.
Çıkış, Bap:17; 13-16
Musa'nın kayınbabası Midyanlı Kahin(Peygamber) YetroAllah'ın, Musa ve halkı İsrail için yaptığı her şeyi, Rabb'in, İsraillileri, Mısır'dan nasıl çıkardığını duydu.
Çıkış, Bap: 18; 1
Yetro, Musa'nın karısı ve oğullarıyla birlikte Allah'ın Dağı'na, Musa'nın konakladığı çöle geldi.
Musa'ya şu haberi gönderdi: "Ben, kayınbaban Yetro, karın ve iki oğlunla birlikte sana geliyoruz."
Çıkış, Bap: 18; 5-6
Sonra Musa kayınbabasını uğurladı. Yetro da ülkesine döndü.
Çıkış, Bap: 18; 27
İsrailoğulları Mısır'dan çıktıktan tam üç ay sonra, Sina Çölü'ne vardılar.
Refidim'den yola çıkıp, "Sina Çölü"ne girdiler. Orada, "Sina Dağı"nın karşısında konakladılar.
Musa, Allah'ın huzuruna çıktı. Rab, dağdan kendisine seslendi: "Yakup soyunaİsrailoğulları'na; halkına şöyle diyeceksin:
"Mısırlılara ne yaptığımı, sizi nasıl kartal kanatları üzerinde taşıyarak yanıma getirdiğimi gördünüz.
"Şimdi sözümü dikkatle dinler, antlaşmama uyarsanız, bütün uluslar içinde öz halkım olursunuz. Çünkü yeryüzünün tümü benimdir.
"Siz benim için kahinler(peygamberler) krallığıkutsal ulus olacaksınız. İsrailoğullarına böyle söyleyeceksin."
Musa, gidip halkın ileri gelenlerini çağırdı ve Rabb'in kendisine buyurduğu her şeyi onlara anlattı.
Bütün halk bir ağızdan: "Rabb'in söylediği her şeyi yapacağız" diye yanıtladılar. Musa halkın yanıtını Rabb'e iletti.
RabMusa'ya, "Sana koyu bir bulut içinde geleceğim" dedi, "Öyle ki, seninle konuşurken halk işitsin ve her zaman sana güvensin." Musa, halkın söylediklerini Rab'be iletti.
Rab, Musa'ya: "Git, bugün ve yarın halkı arındır" dedi. "Giysilerini yıkasınlar."
"Üçüncü güne hazır olsunlar. Çünkü üçüncü gün, bütün halkın gözü önünde ben RabSina Dağı'na ineceğim.
"Dağın çevresine sınır çiz ve halka de ki; 'Sakın dağa çıkmayın, dağın eteğine de yaklaşmayın! Kim dağa dokunursa, kesinlikle ölecektir.
"Ya taşlanacak, ya da okla vurulacak; ona insan eli değmeyecek. İster hayvan olsun ister insan, yaşamasına izin verilmeyecek.' Ancak boru uzun uzun çalınınca dağa çıkabilirler."
Sonra Musa dağdan halkın yanına inip onları arındırdı. Herkes giysilerini yıkadı.
Musa halka, "Üçüncü güne hazır olun" dedi, "Bu süre içinde cinsel ilişkide bulunmayın."
Üçüncü günün sabahı, gök gürledi, şimşekler çaktı. Dağın üzerinde koyu bir bulut vardı. Derken, çok güçlü bir boru sesi duyuldu. Ordugahta herkes titremeye başladı.
Musa, halkın Allah'la görüşmek üzere ordugahtan çıkmasına öncülük etti. Dağın eteğinde durdular.
Sina Dağı'nın her yanından duman tütüyordu. Çünkü Rab, dağın üstüne ateş içinde inmişti. Dağdan ocak dumanı gibiduman çıkıyor, bütün dağ şiddetle sarsılıyordu.
Boru sesi gitgide yükselince, Musa konuştu ve Allah, gök gürlemeleriyle onu yanıtladı.
Rab, Sina Dağı'nın üzerine indi, Musa'yı dağın tepesine çağırdı. Musa tepeye çıktı.
Rab, "Aşağı inip halkı uyar" dedi. "Sakın beni görmek için sınırı geçmesinler, yoksa birçoğu ölür."
Çıkış, Bap: 19; 1-21
Seni, Mısır'dan, köle olduğun ülkeden çıkaran Allah, Rab, Benim.
"Benden başka ilahın olmayacak."
Çıkış, Bap: 20; 2-3
Halk, gök gürlemelerini, boru sesini duyup şimşekleri ve dağın başındaki dumanı görünce, korkudan titremeye başladı. Uzakta durarak:
Musa'ya, "bizimle sen konuş, dinleyelim" dediler, "ancak Allah konuşmasın, yoksa ölürüz."
Musa, "korkmayın!" diye karşılık verdi, "Allah sizi denemek için geldi; Allah korkusu üzerinizde olsun, suç işlemeyesiniz diye."
Musa, Allah'a doğru koyu karanlığın içine yaklaşırken, halk uzakta durdu.
Rab, Musa'ya şöyle dedi: "İsrailoğullarına de ki, göklerden sizinle konuştuğumu gördünüz."
"Benim yanımsıra başka ilahlar yapmayacaksınız, altın ya da gümüş ilahlar dökmeyeceksiniz."
"Benim için toprak bir sunak(mezbah) yapacaksınız. Yakmalık ve esenlik sunularınızı, davarlarınızı, sığırlarınızı onun üzerinde sunacaksınız. Adımı anımsattığım her yere gelip sizi kutsayacağım."
"Eğer bana taş sunak yaparsanız, yontma taş kullanmayın. Çünkü kullanacağınız alet, sunağın kutsallığını bozar."
Çıkış, Bap: 20; 18-25
Rab, Musa'ya; "Dağa, yanıma gel" dedi, "Burada bekle, halkın öğrenmesi için üzerine yasalarla, buyrukları yazdığım taş levhaları sana vereceğim."
Musa'yla yardımcısı Yeşu hazırlandılar. Musa Allah'ın dağına çıkarken;
İsrailoğulları ileri gelenlerine, "geri dönünceye kadar bizi burada bekleyin" dedi, "Harun'la, Hur aranızda; kimin sorunu olursa onlara başvursun."
Musa, dağa çıkınca, bulut dağı kapladı.
Rabb'in görkemi Sina Dağı'nın üzerine indi. Bulut, dağı altı gün örttü. Yedinci gün Rab, bulutun içinden Musa'ya seslendi.
Rabb'in görkemi, İsrailoğullarına, dağın doruğunda yakıcı bir ateş gibi görünüyordu.
Musa, bulutun içinden dağa çıktı. Kırk gün kırk gece dağda kaldı.
Çıkış, Bap: 24; 12-18
Allah, Sina Dağı'nda Musa'yla konuşmasını bitirince, üzerine eliyle antlaşma(misak) koşullarını yazdığı iki taş levhayı ona verdi.
Çıkış, Bap:31; 18
Halk, Musa'nın dağdan inmediğini, geciktiğini görünce, Harun'un çevresine toplandı. Ona, "kalk, bize öncülük edecek birilah yap" dediler, "bizi Mısır'dan çıkaran adama, Musa'ya ne oldu bilmiyoruz!"
Çıkış, Bap:32; 1
Rab, Musa'ya, "Aşağı in" dedi, "Mısır'dan çıkardığın halkın, baştan çıktı."
"Buyurduğum yoldan hemen saptılar. Kendilerine dökme bir buzağı yaparak önünde tapındılar, kurban kestiler. 'Ey İsrailoğulları, sizi Mısır'dan çıkaran ilahınız budur!' dediler."
Rab, Musa'ya, "Bu halkın ne inatçı olduğunu biliyorum" dedi,
"Şimdi bana engel olma, bırak öfkem alevlensin, onları yok edeyim. Sonra seni, büyük bir ulus yapacağım."
Çıkış, Bap:32; 7-10
Musa döndü, elinde antlaşma koşulları yazılı iki taş levhayla dağdan indi. Levhaların ön ve arka iki yüzü de yazılıydı.
Onları, Allah yapmıştı, üzerlerindeki oyma yazılar O'nun yazısıydı.
Yeşu, bağrışan halkın sesini duyunca, Musa'ya, "ordugahtan savaş sesi geliyor!" dedi.
Musa, şöyle yanıtladı: "Ne yenenlerin, ne de yenilenlerin sesidir bu; ezgiler duyuyorum ben."
Musa, ordugaha yaklaşınca, buzağıyı ve oynayan insanları gördü; çok öfkelendi. Elindeki taş levhaları fırlatıp dağın eteğinde parçaladı.
Yaptıkları buzağıyı alıp yaktı, toz haline gelinceye dek ezdi, sonra suya serperek İsrailoğullarına içirdi.
Harun'a, "bu halk sana ne yaptı ki, onları bu korkunç günaha sürükledin?" dedi.
Harun, "öfkelenme, efendim!" diye karşılık verdi, "bilirsin, halk kötülüğe eğilimlidir."
Bana, "bize öncülük edecek bir ilah yap. Bizi Mısır'dan çıkaran adama, Musa'ya ne oldu bilmiyoruz" dediler.
"Ben de, 'kimde altın varsa çıkarsın' dedim. Altınlarını bana verdiler. Ateşe atınca, bu buzağı ortaya çıktı!"
Musa, halkın başıboş hale geldiğini gördü. Çünkü Harun, onları dizginleyememiş, düşmanlarına alay konusu olmalarına neden olmuştu.
Musa, ordugahın girişinde durdu, "Rab'den yana olanlar yanıma gelsin!" dedi. Bütün Levililer, çevresine toplandı.
Musa şöyle dedi: "İsrail'in Tanrısı Rab diyor ki; 'Herkes kılıcını kuşansın. Ordugahta kapı kapı dolaşarak kardeşini, komşusunu, yakınını öldürsün!'"
Levililer, Musa'nın buyruğunu yerine getirdiler. O gün halktan üç bine yakın adam öldürüldü.
Musa, "bugün kendinizi, Rabb'e adamış oldunuz" dedi. "Herkes öz oğluna, öz kardeşine düşman kesildiği için, bugün Rabsizi kutsadı."
Ertesi gün halka, "korkunç bir günah işlediniz" dedi, "şimdi Rabb'in huzuruna çıkacağım. Belki suçunuzu bağışlatabilirim."
Sonra Rabb'e dönerek, "çok yazık, bu halk korkunç bir suç işledi" dedi, "kendilerine altın put yaptılar."
"Lütfen günahlarını bağışla, yoksa yazdığın kitaptan adımı sil."
Rab, "Kim bana karşı günah işlediyse onun adını sileceğim" diye karşılık verdi,
"Şimdi git, halkı sana söylediğim yere götür. Meleğim sana öncülük edecek. Ancak zamanı gelince, günahlarından ötürü onları cezalandıracağım."
Çıkış, Bap:32; 15-34
Ve dedi: "Yüzümü göremezsin! Çünkü insan beni görüpte yaşıyamaz."
Çıkış, Bap: 33; 20
Musa, elinde iki antlaşma levhasıyla Sina Dağı'ndan indi. Rab'le konuştuğu için yüzü ışıldıyordu, ancak kendisi bunun farkında değildi.
Harun'la, İsrailoğulları, Musa'nın ışıldayan yüzünü görünce, ona yaklaşmaya korktular.
Çıkış, Bap: 34; 29-30
İsrailoğulları, Mısır'dan çıkışının ikinci yılı, ikinci ayın birinci günüRABSina Çölü'nde, Buluşma Çadırı'nda Musa'ya şöyle seslendi:
"Sen ve Harun, İsrail topluluğunun bütün boylarıyla ailelerinin sayımını yapın. Bütün erkekleri bir bir sayıp adlarını yazın. İsrailoğullarından savaşabilecek durumda; yirmi ve daha yukarı yaştaki bütün erkekleri sayıp bölüklere ayırın."
Sayılar, Bap:1; 1-2
Rabb'in buyruğu uyarınca, ikinci ayın birinci günü bütün halkı topladılar. Yirmi ve daha yukarı yaştakileri; boylarına, ailelerine göre birer birer sayıp adlarını yazdılar. Böylece Musa, Sina Çölü'nde halkın sayımını yaptı.
Sayılar, Bap:1; 18
Musa'yla Harun önderliğinde, birlikler halinde Mısır'dan çıkan İsrailoğulları sırasıyla aşağıdaki yolculukları yaptılar.
MusaRabb'in buyruğu uyarınca; sırasıyla yapılan yolculukları kayda geçirdi. Yapılan yolculuklar şunlardır:
İsrailoğullarıFısıh kurbanının ertesi günü -birinci ayın on beşinci günü- Mısırlıların gözü önünde, zafer havası içinde Ramses'ten yola çıktılar.
O sırada Mısırlılar, Rabb'in yok ettiği ilk doğan çocuklarını gömüyorlardı; Rab, onların ilahlarını yargılamıştı.
İsrailoğulları, Ramses'ten yola çıkıp Sukkot'ta konakladılar.
Sukkot'tan ayrılıp, çöl kenarındaki Etam'da konakladılar.
Etam'dan ayrılıp, Baal-Sefon'un doğusundaki Pi-Hahirot'a döndüler, Migdol yakınlarında konakladılar.
Pi-Hahirot'tan ayrılıp, denizden çöle geçtiler. Etam Çölü'nde üç gün yürüdükten sonra Mara'da konakladılar.
Mara'dan ayrılıp, on iki su kaynağı ve yetmiş hurma ağacı olan Elim'e giderek orada konakladılar.
Elim'den ayrılıp Kızıldeniz kıyısında konakladılar.
Kızıldeniz'den ayrılıp Sin Çölü'nde konakladılar.
Sin Çölü'nden ayrılıp Dofka'da konakladılar.
Dofka'dan ayrılıp Aluş'ta konakladılar.
Aluş'tan ayrılıp Refidim'de konakladılar. Orada halk için içecek su yoktu.
Refidim'den ayrılıp Sina Çölü'nde konakladılar.
Sina Çölü'nden ayrılıp Kivrot-Hattaava'da konakladılar.
Sayılar, Bap:33; 1-16
"Horeb'de, Tanrınız Rabb'in önünde durduğunuz günü anımsayın." Rab, bana şöyle dedi: "Sözlerimi dinlemesi için halkı topla. Öyle ki, yaşamları boyunca benden korkmayı öğrensinler, çocuklarına da öğretsinler."
"Yaklaşıp dağın eteğinde durdunuz. Dağ, göklere dek yükselen alevle tutuşmuştu. Kara bulutlar ve koyu bir karanlık vardı.
"Rab size ateşin içinden seslendi. Siz konuşulanı duydunuz, ama konuşanı görmediniz. Yalnız bir ses duydunuz."
"Rab uymanızı buyurduğu antlaşmayı, yani On Buyruk'u size açıkladı. Onları iki taş levha üstüne yazdı."
"Mülk edinmek için gideceğiniz ülkede uymanız gereken kuralları, ilkeleri size öğretmemi buyurdu."
"Rab, Horeb'de ateşin içinden size seslendiği gün, hiçbir suret görmediniz. Bu nedenle kendinize çok dikkat edin."
Tesniye: Bab 4; 10-15
"Allahınız Rabb'i, çölde nasıl kızdırdığınızı anımsayın, hiç unutmayın. Mısır'dan çıktığınız günden buraya varıncaya dek, Rabb'e sürekli karşı geldiniz.
"Horeb Dağı'nda, Rabb'i öyle kızdırdınız ki, sizi yok edecek kadar öfkelendi."
"Daha önce, taş levhaları -Rabb'in sizinle yaptığı antlaşmanın levhalarını- almak için dağa çıkmıştım; orada kırk gün, kırk gece kaldım. Ne yedim, ne içtim."
"Rab Allah parmağıyla yazmış olduğu iki taş levhayı bana verdi. Bu levhalar, dağda toplandığınız gün, Rabb'in, ateşin içinden size bildirdiği bütün buyrukları içermekteydi."
"Kırk gün, kırk gece sonra Rab, bana iki taş levhayı, antlaşma levhalarını verdi."
"'Haydi, buradan hemen in dedi, 'Çünkü Mısır'dan çıkardığın halkın yoldan çıktı. Onlara buyurduğum yoldan hemen saptılar. Kendilerine dökme bir put yaptılar."
Sonra Rab bana, "Bu halkı gördüm" dedi. "İşte dik başlı bir halk!"
"Bırak da onları yok edeyim; adlarını da göğün altından sileyim. Seni onlardan daha güçlü, daha büyük bir ulus kılayım."
"Dönüp dağdan aşağıya indim. Dağ alev alev yanıyordu. Antlaşmanın iki levhası iki elimdeydi."
"Allahınız Rabb'e karşı günah işlediğinizi gördüm. Kendinize buzağıya benzer bir dökme put yapmıştınız. Rabb'in size buyurduğu yoldan hemen sapmıştınız."
"Bu yüzden iki levhayı fırlatıp attım, gözünüzün önünde parçaladım."
"Bir kez daha Rabb'in huzurunda bir şey yemeden, içmeden kırk gün kırk gece yere kapanıp kaldım. Çünkü günah işlemiştiniz; Rabb'in gözünde kötü olanı yaparak O'nu öfkelendirmiştiniz."
" Rabb'in kızgın öfkesi karşısında korktum. Öfkesi sizi yok edecek kadar alevlenmişti. Ama Rab yakarışımı yine duydu."
"Rab, Harun'a da onu yok edecek kadar öfkelenmişti. O sırada Harun için de yakardım."
"Yaptığınız günahlı nesneyi, o buzağıya benzer dökme putu alıp yaktım. Parçalayıp ince toz haline getirinceye dek ezdim. Sonra tozu, dağdan akan dereye attım."
Tesniye: Bab 9; 7-21
İlya kalktı, yiyip içti. Yediklerinden aldığı güçle kırk gün, kırk gece Allah'ın Dağı Horeb'e kadar yürüdü.
Geceyi, orada bulunan bir "mağara"da geçirdi.
İlya, "Rab'be;, Her Şeye Egemen Tanrı'ya büyük bir istekle kölelik ettim" diye karşılık verdi, "Ama İsrail halkı Senin antlaşmanı reddetti, sunaklarını yıktı ve peygamberlerini kılıçtan geçirdi. Yalnız ben kaldım. Beni de öldürmeye çalışıyorlar."
I.Krallar: Bab 19; 8-10
YENİ AHİT'TE "TUR DAĞI"
(Pavlus'un Galatyalılar'a Mektubu)
Kutsal Yasa altında yaşamak isteyen sizler, söyleyin bana, Yasa'nın ne dediğini bilmiyor musunuz?
İbrahim'in biri köle, biri de özgür kadından iki oğlu olduğu yazılıdır.
Köle kadından olan normal yoldan, özgür kadından olansa vaat sonucu doğdu.
Bu şeylerde remiz vardır; çünkü bu kadınlar iki ahittirler; kulluk için doğuran biri, Sina Dağı'ndandır, o Hacar'dır.
Ve HacarArabistan'da olan Sina Dağı'dır ve şimdiki Yeruşalime muadildir; çünkü çocukları ile beraber kölelik ediyor.
Fakat yukarıdaki Yeruşalim hürdür, bizim anamız odur.
Bap 421-26
Kaynaklar:
1) Kitabı Mukaddes(Eski Ahit(Tanah) ve Yeni Ahit(İncil))
2) info.incil

Ahit'teki kaynaklar

Sippora, diğer adları Yetro[2][3][4] ve Hobab (Hovav)[5] olan Midyanlı rahip veya prens Reuel'in yedi kızından biriydi. İsrailoğulları/İbranilerMısır'da esirken, Musa, bir İbrani'ye saldıran Mısırlıyı öldürdü, bu nedenle Firavun, Musa'nın öldürülmesi için peşine düştü. Bu sebepten dolayı Musa Mısır'dan kaçıp Midyan'a vardı. Musa, bir gün bir kuyu başında oturup dinlenirken, sürülerini sulamak için Reuel'in kızları geldi. Diğer çobanlar, önce kendi sürülerini sulamak için kızları uzaklaştırdı. Musa, sürülerini sulamak için kızlara yardım etti.
Kızlar eve döndüğünde babaları "Nasıl oldu da eve erken geldiniz?" diye sordu. Kızlar, "Bir Mısırlı bizi çobanlardan korudu; hatta kuyudan su çekip sürüyü suladı" diye cevap verdi. "Peki nerede öyleyse?" diye soran babası "Adamı niye bıraktınız? Beraber ekmek kırmak için onu davet edin" diye devam etti.[6]
Musa, Midyanlının ailesiyle kalıp onlarla yaşadı. Reuel, evlenmesi için kızı Sippora'yı Musa'ya verdi ve Sippora Musa'ya Gerşom ve Eliezer isimli iki oğul doğurdu.
Zamanla, Musa'nın öldürülmesini isteyen Mısırlılar ölünce, Tanrı Musa'ya Mısır'a dönmesini emretti. Musa, karısı ve çocuklarını yanına alıp Mısır'a doğru yola çıktı. Yolda bir konaklama yerinde kaldılar; burada, Sippora'nın içinde bulunduğu, gizemli ve tartışmalara sebep olan "Konaklama yerinde Sippora" olayı gerçekleşti. Tevrat'ta anlatıldığı üzere Tanrı Musa'yı öldürmek için geldi.[7] Pasajda, Ahitsel metinlerdeki anlaşılması en zor cümlelerden dört tanesi mevcuttu. Sippora, alelacele Gerşom'u keskin bir taşla sünnet etti ve derisini Musa'nın ayaklarına dokundurdu, "Gerçekten sen bana kanlı güveysin" dedi.[8] Bu pasaj hakkında farklı görüşler mevcuttur. Bir görüşe göre bir şey (belki Tanrı veya Tanrı adına bir melek) Musa'yı öldürmeye çalıştı fakat Sippora'nın oğlunu sünnet etmesiyle bu son buldu. Başka bir görüş, saldırılan kişinin Gerşom olduğunu ileri sürerken yine başka bir görüş Musa'nın kendi oğlu Gerşom'u öldürmeye çalıştığı fakat Sippora'nın oğlunu sünnet etmesiyle Musa'nın sinirinin yatıştığını belirtir.
Musa, İsrailoğullarını Mısır'dan çıkarmayı başardıktan ve Amaleklere karşı verilen savaşı kazandıktan sonra, Reuel, Sina çölü'ndeki İbrani kampına gelip yanında Sippora, Gerşom ve Eliezer'i getirdi. Tevrat, Sippora'nın ve oğullarının ne zaman Reuel'e döndüğüyle ilgili bilgi vermemektedir, bunun yerine Reuel'in, Tanrı'nın İsrailoğulları için yaptıklarını duyduktan sonra Musa'nın ailesini Musa'ya getirdiği belirtilir. 

Sippora veya Tziporah (İbraniceצִפוֹרָהYunancaΣεπφώραArapçaصِفُّورَةَ, صوانةanlam: kuş) Midyanlı rahip veya prens olan Yetro'nun (diğer adı Reuel) kızı olup Çıkış kitabında Musa'nın karısı olduğu anlatılır. Tarihler Kitabı'nda torunları, Gerşom oğlu Şevuel ve Eliezer oğlu Rehavya'nın adı geçmektedir.[1]

Zipporah

From Wikipedia, the free encyclopedia
Zipporah
Perugino, Viaggio di Mosè in Egitto 02.jpg
Detail from Moses Leaving to Egypt by Pietro Perugino, c. 1482. Zipporah is in blue.[1]
Spouse(s)Moses
ChildrenGershom
Eliezer
Parent(s)Jethro
Relativessix sisters
Aaron (brother-in-law)
Miriam (sister-in-law)
Zipporah or Tzipora (/ˈzɪp.ər.ə/ or /zɪpˈɔːr.ə/Hebrewצִפוֹרָה‬, Tzipporah, "bird")[a] is mentioned in the Book of Exodus as the wife of Moses, and the daughter of Reuel/Jethro, the priest or prince of Midian and the spiritual founder and ancestor of the Druze.[2][3][4][5][6] In the Book of Chronicles, two of her descendants are mentioned: Shebuel, son of Gershom, and Rehabiah, son of Eliezer.[7]

Biblical narrative

The Daughters of Jethro, Théophile Hamel, ca 1850

Background

In the Hebrew Bible Zipporah was one of the seven daughters of Jethro, a Kenite shepherd who was a priest of Midian.[8] In Exodus 2:18 Jethro is also referred to as Reuel[9] and referred to as Hobab in the Book of Judges.[10] (Judges 4:11). (Hobab was also the name of Jethro's son as recorded in Numbers 10:29.) While the Israelites/Hebrews were captives in Egypt, Moses killed an Egyptian who was striking a Hebrew, for which offense Pharaoh sought to kill Moses. Moses therefore fled from Egypt and arrived in Midian. One day while he sat by a well, Reuel's daughters came to water their father's flocks. Other shepherds arrived and drove the girls away so they could water their own flocks first. Moses defended the girls and watered their flock.
Upon their return home their father asked them, "How is it that you have come home so early today?" The girls answered, "An Egyptian rescued us from the shepherds; he even drew water for us and watered the flock." "Where is he then?" Reuel asked them. "Why did you leave the man? Invite him for supper to break bread." (Exodus 2:18–20). Reuel then gave Moses Zipporah as his wife (Exodus 2:21).

Incident at the Inn

After God commanded Moses to return to Egypt to free the Israelites, Moses took his wife and sons and started his journey. On the road, they stayed in an inn, where God came to kill Moses (Exodus 4:24-27). Zipporah quickly circumcised her son with a sharp stone and touched Moses' feet with the foreskin, saying "Surely You are a husband of blood to me!" God then left Moses alone (Exodus 4:25-26). The details of the passage are unclear and subject to debate.

The Exodus

Miriam and Aaron complain against Moses, engraving from 1908
After Moses succeeded in taking the Israelites out of Egypt, and won a battle against Amalek, Reuel came to the Hebrew camp in the wilderness of Sinai, bringing with him Zipporah, Gershom, and Eliezer. The Bible does not say when Zipporah and her sons rejoined Reuel/Jethro, only that after he heard of what God did for the Israelites, he brought Moses' family to him. The most common translation is that Moses sent her away, but another grammatically permissible translation is that she sent things or persons, perhaps the announcement of the victory over Amalek. The word that makes this difficult is shelucheiha, the sendings [away] of her.[11]
Moses wife is referred to as a Cushite in Numbers 12.[12] In the story Aaron and Miriam harshly criticize Moses' marriage to a Cushite or Kushite woman after he returned to Egypt to set the children of Israel free. Cushites were of the ancestry of either Kush (a.k.a. Nubia) in northeast Africa, or Arabians. The sons of Ham, mentioned within the Book of Genesis have been identified with nations in Africa (Ethiopia, Egypt, Libya), the Levant (Canaan), and Arabia. The Midianites themselves were later on depicted at times in non-Biblical sources as dark-skinned and called Kushim, a Hebrew word used to for dark skinned Africans.[13][14]

Family tree

JacobLeah
Levi
GershonKohathMerari
LibniShimeiIzharHebronUzzielMahliMushi
JochebedAmramMishaelElzaphanZithri
MiriamAaronMosesZipporah
GershomEliezer

Druze

In the Druze religion, Jethro is revered as the spiritual founder, chief prophet, and ancestor of all Druze.[2][3][5][6][15] Moses was allowed to wed Zipporah, the daughter of Jethro, after helping save his daughters and their flock from competing herdsmen.[16] It has been expressed by such prominent Druze such as Amal Nasereldeen[17] and Salman Tarif, who was a prominent Druze shaykh, that this makes the Druze related to the Jews through marriage.[18] This view has been used to represent an element of the special relationship between Israeli Jews and Druze.[19]

In fiction

Zipporah appears as a character in films such as The Ten Commandments (1956)[20]The Prince of Egypt (1998) and Exodus: Gods and Kings (2014). She is the main character in Marek Halter's novel Zipporah, Wife of Moses (2005).[21] 

Eliezer

From Wikipedia, the free encyclopedia
Eliezer (HebrewאֱלִיעֶזֶרModern Eli'ezerTiberian ʼĔlîʻézer, "Help/Court of El") was the name of at least three different individuals in the Bible.

Eliezer of Damascus

Isaac's servant tying the bracelet on Rebecca's arm by Benjamin West. The servant in question was possibly Eliezer of Damascus.
Eliezer of Damascus (Hebrewדַּמֶּשֶׂק אֱלִיעֶזֶרModern Damméseq EliʿézerTiberian Damméśeq ʾĔlîʿézer) was, according to the Targums, the son of Nimrod.[1] Eliezer was head of the patriarch Abraham's household, as mentioned in the Book of Genesis (15:2).
Other translations of Genesis describe Eliezer as Abraham's heir.[3]
There is an interpretation in Bereshit Rabbah (43:2), cited by Rashi, that Eliezer went alone with Abraham to rescue Lot, with the reference to "his initiates" stated to be 318 in number (Lech-Lecha 14:14) being the numerical value of Eliezer's name in Hebrew, interpreted in tractate Nedarim (32a) as Abraham not wishing to rely on a miracle by taking only one individual.[4]

The servant of Abraham

According to most interpretations, the unnamed "...slave, the elder of the household, who controlled all that was his" in Genesis (Chayei Sarah) 24:2 who acted as a marriage broker (shadchanHebrewשַׁדְּכָן‎ shadkhán) for Isaac was this Eliezer. Although his name is not spelled out in the Bible, but he is only described there as "the servant of Abraham" (Genesis 24:34 ff), Jewish tradition has that this man, who found Rebeccah and facilitated her marriage with Isaac, bore the name Eliezer.[5]

The son of Moses

Eliezer was Moses' and Zipporah's second son. His name means "Help of my God" in Hebrew.
The verse in the Book of Exodus (18:4) states:
Both Gershom and Eliezer were born during the time Moses had taken refuge in Midian and had married Jethro's daughter Zipporah.

Eliezer the prophet

A prophet called Eliezer, son of Dodavah, rebuked King Jehosophat for aligning himself with Ahaziah, the King of Israel. He and Ahaziah built ships in Ezion Geber which were to sail to Tarshish for trade. According to 2 Chronicles (20:37), the ships sank due to his not relying on the Lord:
İncil — Kitab-ı Mukaddes